Warren Buffett’a nasıl zengin olurum diye sorduklarında verdiği çok basit bir cevap var: “Size nasıl zengin olacağınızı anlatayım; kapıları kapayın, Başkaları açgözlü iken korkak olun. Başkaları korkarken de açgözlü olun.” der. Bu söz kimi zaman çok sıradanlaşıp alelade söylenen bir kalıp haline geliyor ama piyasa psikolojisini çok derin bir şekilde açıklayan bir yaklaşım şekli aslında. Bir nevi karşıt yatırım gibi de değerlendirebiliriz. Fakat bana kalırsa genel anlamda yatırımın kendisi bir karşıtlık yaratıyor zaten. Tabi ki farklı yatırım stratejileri var, daha önce yatırım felsefesi üzerine konuştuğumuz bölümde biraz bahsetmiştik. Yatırım felsefesinin ve yatırım stratejilerinin birbirinden tamamen farklı şeyler olduğunu söylemiştik. Ve öncelikle bir yatırım felsefesi benimsemenin hepsinden önemli olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Kimi zaman maillerde başlangıç kaynakları ve yatırım üzerine yeni düşünen kişilerin sorularıyla karşılaşıyorum. Genellikle birçoğuna hep aynı kitapları öneriyorum tabi maildeki kişinin tarzını anlamaya çalışıp ufak değişiklikler de yapıyorum. Yine de yeni başlangıçlar için ilk bakışta yatırım dünyasıyla direkt ilgisi görünmeyen kitaplar öneriyorum. Çünkü ilk başta bir felsefe oluşturmak her şeyden daha önemli bana göre. Sonrasında yatırım kitaplarına geçilebilir ve birçok farklı kaynaktan birçok farklı yatırım stratejileri üzerine bir şeyler öğrenilebilir. Ve bu stratejileri yorumlayabilmek için de öncelikle temel oluşturmak gerekli tabi ki. Bahsettiğimiz gibi karşıt yatırım stratejisi var, değer yatırımı var, temettü yatırımı var. Büyüme şirketleri üzerine yatırım yapabilirsiniz, trend takip ederek borsanın dalgalı devam eden volatilitesi üzerinde sörf yapmaya benzettiğim bir şekilde yatırım yapabilirsiniz. Birçok farklı yaklaşım var ve hemen hemen hiçbirine tamamen karşı çıkıp itiraz etmek pek mümkün değil. Herkesin kendi tarzına ve felsefesine göre kendine uygun yöntemi bulması gerekiyor bir bakıma. Fakat henüz konumuz bu değil bu bölüm için.
Bölümleri belirli bir sıralamayla yapmaya çalıştığımdan bahsetmiştim daha önce. Arada bazen bu birbiri ardına eklemek istediğim zincire dışarıdan bir konuyla da kaynak yapabiliyorum fakat genel olarak sıralı bir şekilde dinleyip ilerlenecek bir konsept yapmaya çalışıyorum. Bölümler her ne kadar birbirinden bağımsız gibi görünse de en azından benim açımdan belli bir mantık çerçevesinde, uzun ince bir yoldaki bilgilendirme levhaları gibi birbiri ardına dizmeye çalışıyorum. Bugün işte bu yolda yürümeye çalışanlar için, finansal özgürlük yoluna giden kendimce en basit ve uygulanabilir rotayı anlatmaya çalışacağım. En kısa yol senin bildiğin yoldur düsturuyla düşünmek lazım bunu ve tabi ki şoförün işine de karışılmaz bildiğiniz gibi. Sanırım şoför koltuğunda oturmayı sevdiğim için de bu yayınları tek başıma yapıyorum. Bu şekilde belki biraz monolog gibi oluyor fakat yine de belirli bir merak uyandırmak ve tamamı sıkıcı olmadan dinlenebilir bir şeyler hazırlamak için de uğraştığımı söyleyebilirim. Kendi bakış açımı anlatmaya çalışırken karşı düşünceleri de birlikte değerlendirip kendi kendime tartışıp sanırım yine kendi istediğim sonucu çıkarmaya çalışıyorum bu da bir öz eleştiri olsun. Yine de henüz ciddi bir eleştiri almadım o yüzden sanırım doğru noktalara değiniyorum. Ve zaman ayırıp mail veya twitter üzerinden ulaşıp güzel yorumlarını ileten herkese tekrardan çok teşekkür ederim. Gerçekten de itici bir güç olabiliyor böyle geri dönüşler.
O halde başlayalım bölüme artık.
Yatırım felsefesinden bahsederken, bir noktayı atlamışım geçen bölümde, aslında genel olarak bir hayat felsefesi kurmak üzerine bir yaklaşım bu fakat, tam olarak o noktadan, kaldığımız yerden üzerine koyup devam etmek daha iyi olabilir.
Bir yatırım veya hatta hayat felsefesi geliştirmek üzere, bana göre bakılması gereken ilk isimlerden biri; Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük mühendislerin başında gelen Mustafa İnan’ı okumanızı öneririm. Oğuz Atay’ın yazdığı Bir Bilim Adamının Romanında bahsettiği, bir inşaat mühendisi olarak meslektaşı olmaktan gurur duyduğum Mustafa İnan hocanın çok güzel bir sözü var.
“Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın. Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız böyle işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız buyurun sizleri mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’ para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın olur mu çocuklar?” diye öğüt veriyor yeni mühendislik öğrencilerine.
Beni hem bir mühendis hem de bir yatırımcı olarak etkileyen en temel öğüt de bu işte. Büyük yapılar inşa etmek, 4-5 kilometrelik bir tüneli birbirine bağlayıp son patlatmada ışığın karşı taraftan sızıp bulunduğumuz karanlığı aydınlatışını görmek mühendislik kariyerimin en heyecan verici anlarıydı. Kuvvet nedir denildiğinde F = m x a diyen birinden yıllar içinde hocanın bahsettiği diğer formüle geçiş yaptım ama bu sözleri de hiçbir zaman unutmadım. Fakat bu temelleri atmak, insanın hayatını hiç beklemediği ve genellikle yüzeysel ruh halindeyken hissetmediği ama derinden etkiler bırakıp kişiliğini şekillendiren bir felsefeye dönüşüyor.
Yatırıma bu altyapıyla başladım. Genel olarak önerdiğim ilk adımlar da hep bu şekilde, önce insanın kendine yatırım yapması üzerine. İlkeler benimsemenin ve bilginin bileşik getirisinin, paradan ve portföylerin getirilerinden çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Sunay Akın’ın benden daha güzel bir şekilde ifade ettiği gibi; “asıl zenginlik hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir” yani.
Bu bilinçle yatırıma başlayıp ve varlığa, daha da önemlisi özgürlüğe giden yolda yürümek gerekiyor. Bu konuda da hedef anlamında tevazu gösterilememesi gerektiğine inanıyorum. İnsanın kendisine imkânsız gibi görünen hedefler koymasında özellikle özgürlüğe ulaşmak için bir sakınca yok bence. Hatta insanın kendisini teşvik etmesi lazım böyle hayaller için. Tabi çok önemli bir detayla, hayalleri hedeflere çevirerek. Bu bilince, uzun süre çalıştığım son şirkette ulaştım sanırım kendi adıma. Aynı bir şirket yönetir gibi insanın da kendine hedefler koymasının sonuçsuz kalmayacağını düşünüyorum. En azından aklı başında hiçbir şirket, genellikle bizim kurduğumuz gibi, 10 milyon dolarım olsa şöyle yaparım böyle yaparım gibi hayaller kurmuyor. Bu işi gerçekleştirebilmek için neler yapmam gerekiyor diye soruyor kendine. 10 milyon dolar ciroya nasıl ulaşırım diyor. Bunu kademeli hedeflere bölüyor. Araştırma yapıyor. Bir yol haritası çiziyor ve bu yola checkpoint dediğimiz kontrol noktaları yerleştiriyor. Her kontrol noktasında hedeflediklerini ve gerçekleştirdiklerini karşılaştırıp yolun neresine ulaştığının sağlamasını yapıyor. Bireysel olarak da finansal özgürlüğe ulaşmak için işte aynı şekilde yapılmalı. Gerçekleştirilmesi zor gibi görünen hayaller küçük parçalara bölünüp ve bir yol haritası çıkartılarak hedefe dönüştürüldüğünde, bir gerçeklik kazanıyor. Tüm insanlığın gelişimini sağlayan şey de bu basit yöntem aslında. Fakat uyarmakta yarar var, basit görünen her şey gibi bir yanılsamaya düşüp uygulamanın da aynı şekilde olacağını varsaymamak gerekli.
Ayrıca hedefler, sayısal takip edilebilir maddi şeylere dönüştürülmeli. Ancak bu şekilde hayal olmaktan çıkar. Finansal özgürlük hayali bu anlamda çok basit bir şekilde bir hedefe dönüşebiliyor. Ve bu yolun en basit ve uygulanabilir olanını daha henüz konunun başındayken söylemek istiyorum. Bu hedefi hiçbir şekilde karmaşıklaştırmaya gerek yok. Yol aslında çok basit ve dediğim gibi asıl zor olan bu basitliği istikrarlı bir şekilde uygulayabilmek.
Yapmamız gereken 3 adım var.
– Kazandığından daha azını harca.
– Birim yap.
– Birikimlerini yatırıma dönüştür.
Bu kadar net ve basit bu yoldaki adımlar. Biz genellikle ilk adımda zorlanıyoruz. Kazandığımızdan daha az harcama noktasında problemler yaşıyoruz çünkü o sebepten veya şu sebepten bunun mümkün olmadığını düşünüyoruz. Hayat pahalılığından dert yanıyoruz ve harcamalarımızı kısmanın imkânsız olduğunu iddia ediyoruz. Fakat gerçekte durum tam olarak böyle değil. Belki daha önce de birçok kez dediğim gibi, ilk adım önce ciddi bir gelir gider tablosu oluşturmak ve harcamaları kontrol almaya çalışmak olmalı. En önemli kısım bütçe yapmaktan geçiyor. Bu bütçe yapmakla ilgili yine bazı excel dosyaları paylaşmıştım, ilk bölümlerin bir yerinde bahsetmiştim sanırım. Ayrıca bütçe yapmak yeterli parası olmayanlar için gereken bir yöntem değil, gelirinin yeterli olduğundan emin olmak isteyen herkes için kullanılması zorunlu bir araçtır. Ve bu farkındalığa bütçe yapmaya başlamadan erişmek mümkün değil. Çok sevdiğim bir tanım var; ‘bütçe yapmak, paranıza nereye gideceğini söylemektir’ derler. Genellikle herkes kendi durumunun farklı olduğunu ve sıkı bir bütçe planıyla bile tasarruf yaratamayacağını iddia eder ve çoğunlukla yanıldıklarını düşünürüm. Çünkü aynı şekilde düşünmüş biri olarak bunun mümkün olduğunu kendi adıma keşfettim. Bugün basit yollardan bahsediyoruz, o yüzden tasarruf yaratmanın en basit yolu da, kişisel finansınıza bir şirket veya işletme muhasebesi gibi yaklaşmaktan geçiyor. İnsanın kendi özgürlüğünü eline alması için önce kendi kişisel finansının da patronu olması gerekiyor.
Geçenlerde YouTube’da bir kanal keşfettim, Borçlular diye. Bu arada hiçbir ilişkim yok veya tanımıyorum bu içeriği yapanları, ama yine de tebrik etmek lazım. Bence yeterince ilgi de görmemiş ama mutlaka bakmakta fayda var, oradan en sevdiğim bölümlerden birini bırakırım açıklamalar bölümüne. Tabi ki büyük bir eleştiri için değil ama örnek olması açısından paylaşmak istiyorum oradan bir kesit. Yargılamak değil kesinlikle amacım. 16. Bölüme katılan kişi, kredini kartını patlatmış ve bloke olmuş, sanırım belirli bir süresi var herhalde 3-4 ay içinde hiç ödeme yapmayınca bu gerçekleşiyor. Ve bu katılımcı çekime gelmeden önce, taşınma sürecinde olduğundan dolayı henüz bavullarını tam açamadığından dolayı yolda gelirken yeni bir kıyafet alıyor çekimde giymek için. Bu bana çok garip geldi. Sadece paylaşmak istedim amacım yargılama yapmak değil. Bu örnek gibi harcamaları hepimiz yapıyoruz ve sonrasında kesinlikle gelirlerimizin ihtiyaçlarımızı karşılamadığını iddia ediyoruz.
Bu borç mevzusuna ileride geleceğiz zaten, fakat ondan öncesinde, hedeflerden bahsetmeye devam edelim biraz. Finansal özgürlüğe ulaşma yolunda biraz araştırma yapan herkesin karşısına hemen %4 kuralı çıkıyor, sanırım büyük bir çoğunluk bu kuralı daha önce duymuştur. Daha önce birkaç defa burada da bahsetmiştik. Trinity çalışması olarak literatürde geçiyor bu kural ve kaynağı 98 yılında yayınlanan bir makale. Hatta açıklamalar kısmına bir linkini bırakırım o makalenin. Bu çalışmadaki veya artık kurallaştırdığımız yaklaşımdaki asıl amaç; nasıl bir portföy oluşturmalıyız ki bu bizim emeklilik zamanında belirli bir oranda çekim yapabildiğimiz tek kaynağımız olsun ve rahat yaşamamızı sağlasın. Yani kısaca emeklilikte, özellikle başka hiçbir gelirin yokken ihtiyaç duyulacak yatırım miktarını hesaplamaya yarıyor. Buradaki en büyük problem, eğer gereğinden fazla bu emeklilik portföyünden çıkış yaparsanız bir noktada para erir ve sıfırlarsınız yatırımlarınızı. Ya da çok sıkı bir diyet uygularsanız bu sefer de yaşam standartlarınızı düşürerek yaşamak zorunda kalabilirsiniz. Tabi bizim gibi ülkelerde ayrıca emeklilik maaşları da dikkate alınmalı belki fakat ben bunu şimdilik yok sayıyorum. SGK sistemiyle ilgili daha önce bir şeyler söylemiştim. SGK emeklisi olmayı düşünmüyorum kendi adıma, belki bu kararım tabi ileride bir değişiklik gösterebilir. İnsan zamanla kararlarında ve tarzında değişikliğe gidebilir ve bu yararlı bir şey ayrıca. Yine de SGK emekli maaşı düşünmeyen biri için bu hesaplama daha dikkatli yapılmalı. Asıl gelmek istediğim nokta, bu %4 kuralının herkes için farklı işlediğini göstermek aslında. Kısaca yıllık giderleriniz portföyünüzün %4’ünü oluşturmalı diyor bu kural. Yani giderlerinizin 25 katı bir yatırımınız olması gerekli. Bu da kişiden kişiye oldukça değişiklik gösterebilecek bir yaklaşım. Tabi yine de bir referans noktası olarak bakmakta fayda var. Ayrıca hisse ve tahvil olarak portföy çeşitlemesinin güvenli ve riskli dağılımları tartışılıyor makalede. Ben kendi adıma %100 hissede olmakta herhangi bir büyük risk göremiyorum, genellikle önerilen ise yaşınıza oranla tahvil taşımanız yönünde, böylece yaş ilerledikçe artan tahvil oranınızla riskten kaçınmanız sağlanıyor. Fakat bu oran değişikliklerine göre ve bu emeklilik portföyünüzü kullanacağınız süreye göre değişik sonuçlar çıkabiliyor paranın yetip yetemeyeceği konusunda. Orijinal makalede de zaten buna değiniyorlar. Bu rakamı mutlak bir gerçek olarak kabul etmemek lazım ve tüm planlarınızı alt üst edebilecek kötü senaryoları da mutlaka hesaba katmak gerekli. Ve yine 98 yılında yayınlanan bu makale büyük bir üne kavuşsa da; bu yayını yapan aynı akademisyenler sanırım 2009 yılında güncellenmiş bir versiyon daha çıkardılar ve orada da %4 rakamının bazı riskler taşıyabileceği ihtimalini öne sürdüler. Daha güvenli görünen %3 çekim oranını öneriyorlar yeni çalışmalarda. Tabi bu genel bir ortalama için geçerli rakamlar. Yine de böyle çalışmalarda 10 yıllık bir süre içinde fikirler değişebiliyor ve bu çalışmaların sizin ömrünüzün sonuna kadar idare etmesi yönündeki kılavuzuyla risk alıyorsunuz. Tabi enflasyon hesaplamaları da bu matematiğin içinde var ama bizim gibi ülkelerde bu enflasyon tahminleri pek mümkün de olmuyor. Ben kişisel olarak yıllık tahmini enflasyon oranını Türkiye için tahmin edebilecek kimseyi tanımıyorum. Neredeyse mümkün olmayan bir şey. Özellikle de 30-40 yıl için bunu yapmak imkansıza yakın. Çünkü bu birikimimizin mantıksal olarak yıllık enflasyonun belirli bir oranda üzerinde kalmasını hesaplıyoruz aslında ve bu aradaki reel enflasyon getirisi farkının bir kısmını da yıllık harcamalarımız için portföyden çıkarmayı hedefliyoruz. Bizim için neredeyse uzay geometrisinde, hiç bilinmeyenli bir denkleme dönüşebiliyor bu hesaplama. Bu çalışmayla ilgili çok kötümser yaklaşmamakta da fayda var tabi. Yatırımcı en nihayetinde aslında optimist insandır bir nevi. Ayrıca borsadaki şirketlerin uzun vadede enflasyon üzerinde getiri sağlayacağı da çok yüksek bir ihtimal, tabi ki macera hisse arayıp spekülasyon peşinde koşmazsak. Philip Fisher’ın dediği gibi “muhafazakâr yatırımcı rahat uyur.” O yüzden borsada iyimser olmakta fayda var ama aynı zamanda şirket seçiminde de ketum davranmak gerekli bana göre. Eğer yastığa başınızı koyduğunuzda yatırımlarınızdan dolayı rahat bir uyku çekemiyorsanız muhtemelen yanlış bir şeyler vardır mutlaka.
Geçenlerde yine bir bölümde Kumarbaz filminden bir sahne dinletmiştim. O sahnenin değiştirilmiş bir versiyonuyla karşılaştım. JL Collins ki kendisi Zenginliğe Giden Basit Yol kitabının yazarı. Aynı zamanda finansal özgürlük üzerine bir blog sahibi ve bu hareketin bir savunucusu. Bizim anlayacağımız şekilde o filmdeki sahnede bazı değişikler yapıp kendi adına farklı bir versiyonunu yapmış çok hoşuma gitti, size de dinletmek istiyorum.
Gerçekten de dünyadaki her aptal bilir 2,5 milyon dolarla ne yapacağını. Collins filmden değiştirdiği versiyondaki bu konuşmasında, %80 hisse senetleri %20 tahvil öneriyor. Pek itiraz etmek mümkün değil. Bizdeyse sokaktan birini çevirip sorsak; ilk verecekleri cevap ev almak olur sanırım bu soruya. Ev konusunda fetiş sayılabilecek bir seviyede düşkünlüğümüz var. Ev, araba bunlar bizde hem bir statü sembolü hem de varlık sembolü. Bu varlık meselesi genelde yanlış anlaşılıyor. “Daha büyük bir ev, lüks bir araba veya lüks bir tekne aldığınızda, insanlara eskiden paranızın olduğunu gösteriyorsunuz aslında” diye bir söz var çok severim. Zaten fare yarışı dediğimiz problem tam olarak bu noktada başlıyor. Bir borç oyununa giriyoruz ve bunun bir sonu olmadığının farkına varamıyoruz. Bu son ev kredim bitince artık rahata ereceğim diyoruz fakat genellikle o kredi biter bitmez başka bir acil ve önemli ihtiyaç doğuyor. Bu insan psikolojisinin en temel problemi. Problem yine çok basit bir yanlıştan doğarak büyüyor. Her mantıklı kişi gibi yapmak istediğimiz şey; harcamalarımızdan kalanını biriktirmeye çalışmak. Problemin temeli de bu. Birçok kez birçok yerde, birçok farklı şekilde söylendi bu zaten ama basit ve uygulamamız gereken ilk şey; gelirlerimizden tasarruf ettikten sonra kalanı harcamak. Babil’in En Zengin Adamı kitabı bunu anlatan en güzel hikayelerden biri. Fakat biz genellikle çok da gerçeği yansıtmayan bir bütçe yapıp, ay sonunda elimizde kalmasını beklediğimiz miktarı tasarruf edeceğimizi öngörmeyi tercih ediyoruz. Ve bu öngörü çoğu zaman hiçbir şekilde gerçeğe dönüşmüyor. Büyük harcamalarımıza karar verirken de aynı şablonda devam ediyoruz. Bunlar ev, araba ve belki bugünlerde elektronik harcamaları özellikle telefonu yine büyük harcama olarak değerlendirebiliriz. Mesela 50 bin liralık bir telefon almak, hadi ortalama gelirli biri kabul edelim en azından yıllık maaşının yarısı yapıyor. Asgari ücretli birininse neredeyse 1 yıllık geliri. Tabi ki bu uçuk rakamların neden oluştuğuna kızmakta haklıyız fakat bu durum; yıllık gelirimizin büyük bir kısmını böyle bir harcamaya yönlendirmeyi makul bir hale getirmiyor.
Tüketim toplumu eleştirisinin çok içine girmeyeceğim, bununla ilgili daha önce de yeterince konuştuk, belki ileride sadece tüketim üzerine bir bölüm yapınca tekrar detaylandırırız bunu. Sadece bilmemiz gereken, bir fare yarışı içinde olduğumuz ve mümkün olduğunca hızlı bir şekilde bu kafesten nasıl çıkabileceğimiz hakkında fikir üretip, hedefler belirlemek olmalı. Bunun ilk adımı da tasarruf yapmaya başlamaktan geçiyor.
Filmde geçtiği gibi ve Collins’in dediği gibi hepimiz biliyoruz 2,5 milyon dolarla ne yapacağımızı. Hatta 2,5 milyon lira ile bile. Hemen herkesin vereceği en basit cevap belki de ev almak olur. Ben evi verimsiz bir yatırım olarak görenlerdenim. Çok basit bir matematikle hepimizin yaptığı hesap; 3 tane evim olsa, ayda ortalama 6-7 bin lira kira geliri alsam bunlardan istediğim şekilde yaşarım gibi bir düşünce oluyor. Fakat ev, üretken bir varlık değil bunun farkında olmak lazım. Hatta çoğunlukla bir yatırım da değil. Zengin Baba Yoksul Baba kitabı üzerine konuşurken Robert Kiyosaki’nin bu konu hakkındaki fikirlerine detaylı girmiştik varlık ve yükümlülük arasındaki farklara. Barınma ihtiyacımızı karşıladığımız, bizim cebimizden para çıkartan bir evi özellikle yükümlülük kategorisinde değerlendirmek lazım. Kiraya verdiğimiz eviyse verimsiz bir yatırım olarak düşünebiliriz. Tekrar örneğe dönecek olursak, 3 adet evi ortalama 1,5 milyon lira gibi bir fiyatla en azından 6-7 bin lira kira geliri sağlaması için aldığımızı varsayalım. 4,5 milyon yatırım için yıllık geri dönüşü 250 bin lira. Bu gelir elbette büyük bir çoğunluğa yıllık olarak yetebilecek bir rakam. Fakat verimine baktığımızda, yıllık %5,5 gibi bir geri dönüşü var. F/K oranına baktığımızda 18 f/k olduğunu söyleyebiliriz. Borsada bundan çok daha rahat bir şekilde hem portföy değerinizi artırabileceğinizi hem de temettü geliriyle yıllık net gelirinizi artırabileceğinizi düşünüyorum. Üstelik kiracıyla uğraşma derdi olmadan, evin çıkaracağı bakım maliyetleriyle sıkıntı yaşamadan.
Bu örneği ben genellikle daha basite indirgeyerek açıklamaya çalışıyorum çevreme. Çalıştığınız şirketi düşünün. İş yerinizden genellikle iş yapış şekli olarak memnunsunuzdur, her ne kadar başka mutsuzluklarınız olsa bile. Ayrıca yakından bildiğiniz bir iş. Şöyle bir düşünce deneyi yapalım. Patronunuz size iki seçenek sunuyor. Hemen şirketin yanında 1 ev teklif ediyor, hatta şirketinizi de cazibe merkezi bir noktada hayal edelim. 2. teklifi evin aynı fiyatına oranla sizi şirketine ortak edeceğini ve yıllık kar payı vereceğini söylüyor. Evden %5,5 geri dönüş olacağını, şirketteki payınızdan da edeceğiniz karın bazı yıllar belki %10’a çıkabileceğini, bazı yıllar %3’e düşebileceğini anlatıyor yıllık karlara göre. Fakat şirketin amacı büyümek. Yeni müşteriler bulmak, pazar payını genişletmek, yeni ürünler satmak, karlılığı artırmaya çalışmak. Ayrıca siz de orada çalışıyorsunuz sonuçta, bunun için siz de çaba göstereceksiniz. Patronunuzun bu teklifine karşı cevabınız ne olur? Sanırım büyük bir çoğunluk şirketin hemen yanındaki ev yerine, aynı değerde şirket hisselerini almayı tercih edecektir. Bunun sebebi, şirketin yarattığı nakitlerle kendini büyütme yeteneğinden kaynaklanıyor. Elbette evden gelen gelirinizle diğer tarafı seçenler de bunu kullanarak yeni evler almayı düşünebilir. Fakat bu şirketlerin büyüme potansiyeline ve verimli çalışmasına göre çok daha verimsiz bir yöntem. Ayrıca borsada böyle şirketlere ortak olduğunuzda, kimse sizi yarın işe çağırıp, yardımcı olmanızı istemiyor. İşgücü beklentisi yok sizden. Kirasını aksatmıyor, temettü ödeyeceği tarihi aylar öncesinden açıklıyor ve o tarihte kâr payınızı hesabınıza yatırıyor. Gecenin bir vakti kombi bozuldu diye sizi aramıyor. Özellikle şu dönemlerde, reel enflasyon rakamlarının çok daha altında bir oranla kira artışı yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Tüm bu değişkenleri gözden geçirdiğimde şirketlere ortak olmak, yatırım için ev sahibi olmaktan daha ideal geliyor bana. Hatta bir adım ileri gidelim, kendi iş fikirlerime yatırım yapmak yerine güvendiğim şirketlerdeki ortaklık payımı artırmayı da zaman zaman daha mantıklı bulabiliyorum.
Ayrıca ben özellikle finansal özgürlüğü daha çok bireysel özgürlük ile bağdaştırıyorum. Kendi iç dinamikleriyle nakit üretebilmek ve büyüyebilmek üzerine kurduğum bu yatırım tarzı tam bu noktada belki bitcoin ile bir çelişki doğuruyor gibi görünebilir. Tam olarak öyle değil. Bitcoin ile ilgili daha farklı düşüncelerimi sanırım yeterince açık paylaşıyorum. Hatta önümüzdeki hafta tam bu değer üretimi ile ilgili Satoshi Radio’da yeni bir bölüm girecek, bakmanızı öneririm. Ve bireysel özgürlük üzerinde düşünürken sadece kendim için iyi bir hayat istemekten ziyade, benden sonra gelecek çocuklarım ve onların geleceği için de rahat bir ortamda yaşayabilmeleri ve toplumun genel kaygılarından uzakta kalmalarını sağlamaya çalışıyorum. Belki ucundan kıyısından bu varlık sahibi olma halinden ömrümün son kısımlarında kendimin de faydalanabileceğini umuyorum. Fakat kendimden çok, olursa tabi, çocuklarımı düşünüyorum. Doğmamış çocuğa don biçiyoruz yani bir nevi aslında. Bu arada genel kaygılar diyerek söylemek istediğim aslında yaşam standardı kaygısı. Toplumla ilgili, hayatın kendisiyle ilgili ya da anlam arayışıyla ilgili felsefi kaygılar herkeste olmalı.
Biz yine de kendimiz için çizdiğimiz, yol haritası basit olan ama yürümenin ve engelleri aşmanın da bir o kadar zor olduğu bu patikada yürümeye devam edelim. Tasarruf ve birikimleri yatırımlara dönüştürürken karşımıza çıkan en büyük engellerden biri de borçluluk durumu ve bu ölüm sarmalından bir türlü kurtulamayışımız. Bununla ilgili ilginç hikayelere bakmak isteyenler önerdiğim YouTube kanalına bir göz atabilir, gerçekten çok değişik hikayeler var. Ben borcu ikiye ayırmayı tercih ediyorum. Bunlara genellikle iyi borç, kötü borç deniyor ama ben akıllı borç, aptal borç demeyi daha uygun buluyorum. Kısaca şöyle açabiliriz bu iki tanımı; size nakit akışı sağlayıp, gelirlerinizi artıracak ve net varlık değerinizi yükseltecek olanlar akıllı borç, sizin gelirlerinizi azaltacak, kendi başına nakit üretemeyen ve net varlık değerinizi düşürecek olanlarsa aptal borç diyebiliriz. Bir ev aldığımızda veya günümüz Türkiye’sinde bir araç aldığımızda genellikle akıllı bir borç kullandığımızı düşünürüz fakat bana kalırsa bu büyük bir yanılgı. Çok sade ve anlaşılabilir bir tanıma indirdim bu iki borç kategorisini sanırım ne demek istediğimi tam olarak anlatabiliyorum. Yine de mesela ev örneğinden gidecek olursak; eğer kiraya vermiyorsanız, gelirlerinizi artırmaz, aksine giderleriyle nakit akışınızı bozar. Net varlık değerinizi de yükseltemez çünkü aldığınız evi sattığınızda ancak tekrar aynı evi satın alabilirsiniz. Ya da muadilini. Ya da gerçekten çok kelepir bir teklif bulmanız gerekli kar elde edebilmek için yani net değerinizi artırmış olabilmek için. Araç örneğinde yine aynı şey geçerli hatta daha büyük bir felaket. Bakım masrafları, vergisi, muayenesi, işletme maliyeti diyebileceğimiz yakıt gideri falan derken nakit akışını ciddi anlamda bozan bir harcama. Ayrıca yine ev için olduğu gibi araç için de aynı şey geçerli. Dünyanın aksine Türkiye’de 2. el fiyatlarının yükselmesi sizin net varlık değerinizin yükseldiği anlamına gelmiyor, çünkü sattığınızda tekrardan ancak muadil bir araç alabilirsiniz, ya da biraz beklerseniz belki daha düşük sınıf bir araç almak zorunda kalabilirsiniz. Fiyatların yükselmesi sadece net varlık değerinizin yükseldiğini işaret eden bir yanılsama. Sanırım fiyat ve değer arasındaki farkı hissediyoruz artık, o yüzden net varlık değeri gibi bir tanımlama kullanıyorum. O yüzden bu tarz harcamaları aptal borç olarak görmekte fayda var. Elbette temel ihtiyaçlar olarak değerlendirebiliriz bunları. Özellikle bütçe üzerinde çalışırken harcama kalemlerini barınma, ulaşım, gıda, eğlence ve çeşitli kalemler olarak ayırıyoruz zaten. Barınma ve ulaşım çözmemiz gereken sorunların başında geliyor.
Fakat Maslow’un o ünlü İhtiyaçlar Hiyerarşisi gibi bakmak gerek bu duruma. Bu tarz borçlanmaları bir yatırım olarak görmeyip tam olarak ne yaptığımızı ve ne anlama geldiğini biliyorsak, aptal borç alırken daha dikkatli davranabiliriz. Çünkü mutlak bir ihtiyaç duyabiliyoruz bu tarz borçlanmalara karşı. Sadece dikkat çekmek istediğim şey, akıllı borçlara yoğunlaşıp, bunlardan ürettiğimiz net değer artışlarıyla karşılanabilecek aptal borçlara yönelme gibi bir strateji oluşturulabilir. Fakat her ihtimalde de nedense ben kendi adıma borç kelimesine hiçbir zaman tam olarak ısınamadım.
Şimdi artık bu küçük basit patikada yürümeyi biraz anladık sanırım. Bu noktada bir tarz oluşturmak gerekli artık. Kimisi göl kenarından manzaralı bir yoldan gitmeyi isteyebilir, kimisi dağların zirvelerine tırmanmak isteyebilir, kimisi de en kestirme yoldan hedefine ulaşmak niyetinde olabilir. Bu tarzların hiçbirinde bir yanlış olduğunu düşünmüyorum, sadece hedefler gerçekçi bir şekilde belirlendiği sürece. Temettü hisselerine yoğunlaşılabilir, sadece büyüme hisseleri seçilebilir, ya da sadece değerinden düşük fiyatlanan hisseler aranabilir. Agresif veya defansif bir yaklaşımla her insanın kendi kişiliğine göre ve rahat edeceğini düşündüğü şekilde belirlemesi gereken bir konu bu. Fakat ben bu tarzlardan, büyüme hisselerini daha çok tercih ediyorum. Çünkü bu tarz şirketlerin, başlangıç olarak yola çıkış amacımıza daha çok hizmet ettiğini düşünüyorum. Bunu şu şekilde düşünmek lazım; aynı pencereden ve aynı vizyonla bakıyoruz geleceğe. Şirket büyümek istiyor, ciddi yatırımlar yapıyor kendine, yola ilk çıktığınızda siz de portföyünüzü büyütmek istiyorsunuz ve finansal okur yazarlığınıza, yani kendinize yatırım yapmaya başlıyorsunuz. Şirket her çeyrek, her yıl bir önceki dönemin kar rakamlarının agresif bir şekilde üzerine çıkmaya çalışıyor, pazardaki payını büyütmek istiyor. Siz de aynı şekilde portföyünüzün bir artış trendinde büyümesini istiyorsunuz. Çok benzer hikayeleriniz var aslında şirketle kişisel olarak.
Tabi bu noktada; spekülasyonlardan uzak durup, sığ hacimleri olan ve oldukça küçük şirketlerin hayali hikayelerine kanmamak gerek tabi. Fakat bunu risk algısıyla karıştırmamak lazım. Varlıklarınızı başkalarına göre riskli görünebilecek, fakat size göre belirli bir güvenlik marjı içinde yönetmekte bir problem bulunmuyor. Ve varlık iki aşamaya bölünebilir aslında. Birinci kısım yaratılma süreci, ikinci kısımda varlığı koruma süreci. Bu iki aşamada da farklı stratejiler ve tarzlar benimsemek gerekebilir. Genellikle yaratma sürecine daha çok odaklanıyoruz ama koruma kısmı da bir o kadar önemli. Tabi yine Maslow’un piramidinde yukarı doğru çıktıkça ihtiyaçlarımız ve isteklerimiz de oldukça çeşitleniyor. Bu sebepten dolayı hiçbir varlık seviyesi tam olarak yeterli görünmeyebilir, çünkü şartlar ve istekler de değişecektir mutlaka. İkinci aşamada sanırım portföy dağılımında yine de mutlaka farklılıklar olacaktır. %4 kuralından ve belki artık %3 olarak güncellememiz gereken bu yaklaşımdan bahsederken bu dağılım çeşitlerine biraz baktık zaten. Fakat bu tamamen hedeflere bağlı bir durum. Ve yine bizim gibi volatilitesi çok yüksek olan ve enflasyon hakkında önümüzdeki 10 yıl için hiçbir tahmin yürütemeyeceğimiz bir ortamda böyle kurallar takip etmek çok gerçekçi olmayabilir. Belki çok uzak bir ihtimal olarak gelebilir fakat ben kendi hedefimi nesiller boyu devam edecek bir varlık kalesi inşa etmek üzerine kurdum ve bu da kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Girişte bahsettiğimiz büyük hayalleri hedeflere dönüştürme ve sistematik parçalara bölme konusunu tekrar hatırlatmak istiyorum. O yüzden kendimce agresif sayılabilecek bir büyüme eğrisi yakalamaya çalışıyorum ve bu herkes için uygun görünmeyebilir. Sadece kar payına odaklanıp, temettü gelirleriyle kartopu etkisi yaratıp portföy büyütmek yine başka bir seçenek. Fakat belki de bana kalırsa hepsinden önemli olan, düşük bir portföy dönüşüm oranına sahip olmak. Bundan kastım çok fazla harekette bulunmamak ve al-sat girdabına kapılmamak. Buffett’ın her zaman verdiğim delikli kart örneği belki de bu işin asıl sırrı. Bununla ilgili geçmiş verilere göre simüle edilmiş çalışmalar da var onlardan da bahsetmiştik daha önce. İstatistik olarak da ne kadar az dönüşüm oranına sahipsek kazancın o kadar yüksek olduğunu görebiliyoruz. Ben bunu her zaman örnek verdiğim gibi delikli bir biletle yolculuğa benzetiyorum. Gitmek istediğimiz yolda her in bin yaptığımız durakta elimizdeki biletin kullanım hakkının azaldığı ve bir delik açıldığını düşünün. Biletimizi çok fazla durakta in-bin yaparak kullanırsak ulaşmak istediğimiz hedefe ulaşamayabiliriz. En iyi hamleler genellikle sıkıcı olanlardır. “Çok fazla karar verip yanlış yapma riskini artırmak yerine, sadece birkaç şeyi doğru yapmanız yeterli olacaktır” der Warren Buffett.
Ve tüm bu yolda yürümenin temel amacını güç elde etmeye odaklamamız gerektiğini düşünüyorum. Varlık ve onunla birlikte gelen özgürlük, insanın kendini gerçekleştirebilmesi için bir araç olmalı. Tam bu noktada sevgili Prof. Dr. Mustafa İnan’ın o sözlerini tekrar hatırlamakta fayda var. Özellikle kuvvet ve onunla birlikte gelen güç hakkındaki. Güç genellikle yozlaşmaya meyilli bir kavram. Peki güç neden yozlaşır? Bunun için insan türümüze daha yakından bakmamız gerekli. Türümüz; sevgi dolu, zarif, kibar ve cömert insani özelliklerden oluşuyor. Ve aynı anda; açgözlü, kıskanç, öfkeliyiz, bazen kötü de olabiliyoruz. Ve eğer türümüzden birine güç verirseniz, hangi parçamız onu kullanır? Aşk mı? Aşkın güce ihtiyacı yok, o kalpten gelir. Peki merhamet? Merhametin kesinlikle güce ihtiyacı yok. Kibarlık, cömertlik? Hayır, bunlar sadece insani doğamızın iyi yanlarından gelen şeylerdir. Peki gücü ne kullanır? Açgözlülüğün mutlak bir şekilde güce ihtiyacı vardır değil mi? Yeterince gücünüz varsa, istediğiniz herhangi bir şeyi ele geçirebilirsiniz. Peki öfke? Öfke kesinlikle biraz güce bayılır değil mi? Kıskançlık? Yani, güçle birlikte kıskandığımız şeyi kendi başımıza elde edebiliriz. Güce ihtiyaç duyan kısımlarımız yaşamı iyileştiren, destekleyen insani taraflarımız değil; sosyal açıdan olumsuzluk yaratan, adil ve ilkeli olmayan taraflarımız. Başka hiçbir şeyin güce ihtiyacı yok. Ve güç, günümüzdeki denklemde genellikle parayla geliyor. Ya da demokrasinin bir sonucu olarak, gücü elde eden paraya ulaşabiliyor. Birbirini döngüsel olarak yaratan bir paradoks var güç ve para ilişkisinde. Ve para, genellikle insan türünün üzerinde bir büyüteç etkisi görüyor. Hangi duygularımız ön plandaysa onu büyüterek daha fazla o duyguya bürünüyoruz. Merhametli birisi, paraya ve güce ulaştığında bir iyilik yapmaya çalışıyor. Cömert birisi de bir yardımsevere dönüşebiliyor. Fakat öfkeli, kıskanç veya açgözlü birisi paraya ulaşınca ne oluyor dersiniz? Sanırım paranın bu duygulara tuttuğu büyütecin etkisini çok iyi biliyoruz.
O yüzden, sevgili Mustafa İnan hocanın dediği gibi, gücün ve onunla birlikte gelen paranın, ya da parayla birlikte gelen gücün, birbirinden çok farklı bu iki formülünü de iyi öğrenelim hep birlikte olur mu?