/
32 mins read

Rasyonel Optimizm

Dünyayla ilgili yanlış giden birçok şey var. Etrafımıza baktığımızda çok fazla aramamıza da gerek kalmıyor, olumsuzlukları bulmak için. Gözümüzün içine kadar sokuluyorlar genellikle, elimizdeki mobil cihazlar vasıtasıyla veya daha büyük ekranlardan. Günlük ortalama ekrana bakma sürelerimiz sanırım bize ait olmayan 24 saatimizin, kendimize ait olduğunu düşündüğümüz 3’te 1’i veya 4’te biri arasında bir yerlerde yer alıyor ve kendimize ait olduğunu düşündüğümüz bu zamanlarda aslında gerçekte yaptığımız şey; bir etkileşim oyunun içinde kaybolmak oluyor. Dikkatimizi çeken en önemli içerikler de genellikle olumsuz olaylardan oluşuyor. Aslında buradaki yayınların belki de bu kadar beklemediğim bir etki yapması ve beklediğimden daha fazla dinlenmesinin sebebi de bu olabilir. Çünkü yaptığımız bölümlere şöyle bir dönüp baktığımda daha çok olumsuzluklar üzerine kurulu gibi olduğunu hissetmeye başladım. Özellikle de en çok dinlenenlere baktığımda ya çok olumsuz bölümler ya da çok fazla olumlu olan bölümler. İlk bakışta bundan nasıl bir çıkarım yapabiliriz tam emin değildim, sosyal medyada içerik üretmekle veya doğru başlıklar atmakla ya da doğru bir şekilde tweet atarak etkileşim almakla ilgili hala çok bir fikrim yok ama gördüğüm kadarıyla inanılmaz olumsuz şeyler ya da olması gerektiğinden daha olumlu olarak sunulan şeyler çok daha fazla ilgi çekiyor. İçten içe sanki büyük bir kaos arıyoruz. Olumlu taraftan çok da olumsuzluklardan çok daha fazla besleniyoruz ve genel yapı itibariyle pesimist bir havaya bürünüyoruz, böyle içeriklerle karşılaştığımızda da belki biraz garip bir zevk bile alıyor olabiliriz.

İşte bugün, tüm bunlar üzerine biraz konuşalım istiyorum ve özellikle de optimist olmanın ama bunu rasyonel bir zemine oturtarak yapmanın; hayatta ve daha da küçük bir başlık olarak yatırım dünyasında bize ne gibi katkıları olabilir ve nasıl bir avantaj sunabilir hep birlikte bir bakalım isterseniz.

Tabi öncesinde yine kısaca bu podcast’in sponsoru BtcTürk Hisse uygulamasından yine söz etmek istiyorum. Artık pay piyasaları özelinde BtcTürk Grup’un Sermaye Piyasası Kurulundan geniş yetkili aracı kurum lisansı alarak Eliptik Yatırım Menkul Değerler A.Ş. adı altında yeni nesil bir yatırım hizmeti platformu var. Self servis olarak hizmet veriyor ve tamamen dijital bir platform. 7/24 canlı destek hizmeti ve para transferi anlayışı bulunuyor. Basitçe tarif etmek gerekirse kripto tarafında sorunsuz ve kesintisiz bir şekilde oldukça stabil çalışan uygulamanın hisse tarafı yapılmış durumda. Para çekme ve yatırma konusunda haftanın her günü işlem yapılabiliyor. Piyasaların işlem saatleri dışında da para transferi ve canlı destek hizmeti veriliyor. Ve bunun üstüne, belki de en önemlisi alım satımla ilgili pay işlemlerinde T+2 takas süresi için Hemen Kullan adında getirilen yeni bir özellik var. Yani talepte bulunmanız durumunda, takasta yer alan satış bedellerinizi cüzi bir komisyon karşılığında T+0 süresinde, aynı gün içinde yatırım hesabınıza aktarabiliyorsunuz. Şu anda Borsa İstanbul tarafı var fakat çok uzak olmayan bir gelecekte Amerikan borsaları da yer alacak, onu da eklemek lazım. O yüzden uygulamaya mutlaka bir bakmanızı tavsiye ederim.

Bana kalırsa; gerçekten iyi bir yatırımcı olabilmek için makul bir ölçüde optimist olmak gerekiyor. Yatırım yapıyor olmak zaten başlı başına geleceğe yönelik olumlu yönde bir beklenti sahibi olmak demek genel manada, eğer short pozisyonları saymazsak tabii ve hayatında hiç böyle pozisyonlar açmamış biri olarak şunu söyleyebilirim: uzun vadede iyimser kalabilmek gerçekten de zor bir şey, piyasaları yakından takip ediyorsanız eğer. Fakat benim çoğunlukla uzak kalmaya çalıştığım şey; kafanızı nereye çevirirseniz çevirin mutlaka maruz kaldığınız inanılmaz olumsuzluklara dolu bir haber akışı var etrafımızda. Çünkü bunlar etkileşim alıyor, bölümün girişinde konuştuğumuz gibi. Şöyle bir ikilemde kalıyorsunuz, haber akışlarını takip etmemeniz lazım aslında fakat eğer bu takibi yapmazsanız da aynı zamanda piyasanın gerisinde kalacağınıza dair bir içgüdü geliştiriyorsunuz. Biraz da o yüzden bu olumsuz geri beslemelerle akışımızı dolduruyoruz ve günün sonunda çoğunlukla farkında olmadan sürekli bir korku pompalamasına maruz kalıyoruz. Bugünlerde çok yakından hissettiğimiz şeyler bunlar, piyasanın biraz zig-zag gidişatıyla birlikte. Benim kişisel düşünceme göre, eğer anlık veya sürekli olarak piyasaları takip etmeye çalışırsanız, akış yönüne göre sürekli kararlarınızı güncellemeye odaklanırsanız başarılı olma ihtimalini de o kadar düşürmüş oluyorsunuz. Burada da önemli ve içinden kolay çıkamadığımız bir paradoks var bence. Ancak tüm bu optimizm düşüncesini piyasalar özelinde biraz da basitleştirerek aynı o Aslan Kral’daki “hakuna matata” gibi bir felsefeye bağlamadan önce; yani hiçbir sorun yok, her şey olacağına varır, üzülmeye gerek yok gibi şeyler söylemeden önce yine bence biraz temelden konuşmamız gerekiyor.

Her şeyin çok iyiye gittiğini söylememiz mümkün değil. Çoğu şeyin iyiye gittiğini söylememiz de belki mümkün değil. Hatta aksine kişisel olarak birçok şeyin daha da kötüye gittiğini düşünüyorum ve zaten burada genel olarak kötüye giden şeyler üzerine bölümler yapıyoruz. Bireysel olarak nasıl çözümler üretebiliriz ya da sürüden nasıl ayrılabiliriz bunları sorgulamaya çalışıyoruz. Ve bu tarz konularda da bir başına olduğumuzu düşünüyorum çünkü kalabalıkların genellikle çılgınca hareket ettiğini görüyorum ve birçok yanlış var. Parasal sistemle ilgili belki tarihimizin en büyük krizlerinin birinin eşiğindeyiz, her gün ve her an çok büyük bir savaşın yine eşiğinde gibi yaşıyoruz. Her an her şey olabilir ve işler iyiye gitmeden önce belki de daha da kötüye gidebilir. Hatta bu daha büyük bir olasılık. Yine ek olarak kalabalıklardan ayrıştığımızda bu kez bireysel olarak düşündüğümüzde de işlerin bireysel bazda da iyiye gittiğini söylemeye çalışmıyorum. O noktada da çok ciddi problemler var. Tarihin belki de en çok sorgulanacak nesillerinden biriyiz. Yaşadığımız dönem artık endüstriyel devrimin son uzantısı olabilir ve önümüzde oldukça bilinmez bir yol var. Bir eşikte duruyoruz aslında, ancak yine de geçmişe doğru baktığımızda -ki yapabileceğimiz en iyi şeylerden birisi bu- Böyle bir bakış attığımızda, her dönem için veya her devir için kendimizi o geçmiş zamana ışınlasak, yine çok önemli bir eşiğin üstünde olduğumuzu düşünüyor olabilirdik ve her dönem için de kendi içinde böyle olduğunu hissediyorum. İşte bu bilinmezlik bana kalırsa bizi, tarih boyunca hep diken üstünde tutan sebeplerden biri oldu. Bilinmezlikle karşılaştığımızda da çok doğal bir şekilde hemen savunma mekanizmaları geliştiriyoruz ve dikkatli davranmaya çalışıyoruz. Ama şöyle bir hataya düşüyoruz gibi: çok önemli bir eşikte, boşluğa doğru adım atacağımızı düşünerek hiç adım atmamayı ve eşikte beklemeyi tercih edebiliyoruz çünkü en güvenli seçeneğin bu olduğunu hissediyoruz. Bu bence çok büyük bir hata. Hayatın kendisi haricinde, yatırımla da çok alakalı bir konu bence. Çünkü genellikle ilk yatırım kararı alacağımız dönemlerde ya yanlış tercihler yapıyoruz ya da daha da kötüsü o eşikte çok uzun süre bekliyoruz. Sonra da şöyle bir şey oluyor benim gördüğüm kadarıyla, piyasanın içine giremeden dışarıda zaman geçirirken ve belirsizliklerin çözümlenmesini beklerken yatırım yapabilmek için; uzun bir süreyi bu şekilde harcadıktan sonra işler daha da zorlaşmaya başlıyor çünkü piyasa onu beklediğiniz noktada kalmıyor. Ya çok yükselmiş oluyor ya da çok düşmüş oluyor ve her iki durumda da belirsizlikler sanki daha da artarak devam ediyor dışarıdan bir gözlemciye göre. Yani karar alma süreci daha da zorlaşıyor ve o eşikteki belirsizliğe karşı olan pesimist bakış açısı, yerini korkuya bırakmaya başlıyor. İşin bu tarafları bana kalırsa kendi geleceği için yatırım yapmaya yeni başlayacaklar olanlar için anlaşılması gereken en önemli kısımlardan birisi.

Peki, daha da geniş bir perspektiften bakarsak durum nasıl görünüyor?

İsterseniz 1970’lere bir dönelim ve o günün önemli başlıklarına bir göz atalım. I. ve II. Dünya Savaşları sonrası nüfus patlaması en üst noktalardan birindeydi, o dönemlerde. Kontrol altına alınabileceği bile düşünülmüyordu ve insanlığın önündeki en büyük problemlerden birisinin bu kontrolsüz çoğalma olduğu ve nüfus kontrolünün kritik bir dönemeç olduğu fikrinde birleşilmişti. Öyleydi de bir bakıma. Yine benzer bir şekilde her an bir nükleer savaşın kapımızda olduğu söylendi, hala da öyle. Fakat küresel ısınmanın yerine o sıralarda dünyanın bir buzul çağına hazırlandığı düşünülüyordu. Hatta bu fikir inanılmaz derecede popülerdi ve bilim dergilerinde, bilimsel çalışmalarda ve akademik makalelerde önümüzdeki 50 yıl içinde hava sıcaklıklarının çok ciddi bir oranda düşmeye başlayacağını ve 21. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyanın yeni bir döngüye girerek buzul çağına doğru geçeceğini öngörüyorlardı. Şaka değil, evet. Belki bu bölümü web sitesine yüklerken tam buralara o yıllara ait haberleri de eklemiş olurum sanırım. 90’lardan itibaren de; atmosferdeki ozon tabakasının delinmek üzere olduğu ve çok yakında yakıcı güneş ışınlarının etkisine maruz kalacağımız söyleniyordu. Deodorant ve benzeri ürünlerin kullanılmasının yasaklanmasına kadar gitmek üzere olan bir kötü haber bombardımanının içindeydik. Büyük bir suçluluk duygusuyla kullandık bu tarz ürünleri. Sonra da bir anda, benim pek anlayamadığım bir şekilde bu haberler sönümlenmeye başladı ve bir noktada tamamen bitti. Bir daha hiç duymadık ozon tabakasıyla ilgili bir şey. Bir süre sonra zaten biz de unuttuk. Bu tarz konuları daha önce de gündeme getirmiştim ve geçtiğimiz günlerde youtube’da bir içerik üreticisinin yine aynı konuyla ilgili bir içerik hazırladığını gördüm ve dedim ki; evet, sonunda birisi bu saçmalıkları konuşmak için öne çıktı. Büyük bir heyecanla açtım videoyu fakat daha büyük hayal kırıklığına uğrayarak kapattım. Buradaki problemi henüz insanlık olarak hala çok iyi anladığımızı düşünmüyorum. Antarktika’da çalışmalar yapan bazı bilim ekiplerinin bu ozon tabakasındaki problemi tespit edip süreci geri çevirdiklerine ve her şeyi düzelttiklerine inanıyoruz bugünlerde. 50 yıl öncesinin aksine, bugün atmosfere belki binlerce kat daha fazla deodorant boşaltıyoruz. Fosil yakıtları daha fazla kullanıyoruz. Hava kirliliğine daha fazla sebep oluyoruz ama tüm bunlara rağmen; belki binlerce yıldır problemin katlanarak büyüdüğü ozon tabakasını sadece 10-15 yıllık bir süreçte bir grup bilim insanın düzelttiğini düşünüyoruz naif bir şekilde. Yalnız tekrar belirtmem gerekiyor; hiçbir şeyin çok kötüye gitmediğini ya da her şeyin ne kadar da güzel olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Aksine birçok şey gerçekten de dramatik ölçüde kötüye doğru gidiyor. Yine de kısaca şunu söyleyebiliriz sanırım; kimse gelecekle ilgili hiçbir zaman için olumlu ve optimist bir şey söylemiyor. Binlerce yıldır süregelen bir şey bu.

Fakat tüm bunlara rağmen türümüzün gelişimine baktığımızda yüzbinlerce yıldır süren bir yolculuğun içindeyiz. Kolektif bir türüz. Belki de en büyük avantajlarımızdan birisi kolektivite. Bugün bile hiçbir maymun topluluğunu kendisinden sadece birkaç kilometre uzakta yaşayan başka bir maymun topluluğuyla etkileşime girerken bulamazsınız. Tabi etkileşim derken; değiş tokuşlar, farklı kabileler arası kültür aktarımı ya da diğer takaslardan bahsediyorum. İçgüdüsel olarak bölgelerinde sadece kendi hakimiyetlerini kurmak için birbirlerini öldürmek için etkileşime giriyorlar elbette. Aynı bizim yaptığımız gibi. İnsan türü için de bugün hala geçerli bir etkileşim biçimi bu ve kutupların git gide daha da keskinleştiğini görebiliyoruz hep birlikte, özellikle de yaşadığımız coğrafyada. Ancak bizim insanlık olarak başka meziyetlerimiz de var. Pazarlık yapabiliyoruz mesela. Diğer türlerin aksine biz insanlar olarak; rasyonel bir şekilde düşünüp, içgüdülerimizin esiri olmadan karşımızdaki problemle ilgili bazen bizim için en iyi sonuç olmayan pazarlıkları yürütebiliyoruz. Trade-off deniliyor buna ve her savaşın sonunda mutlaka iki tarafın masaya oturarak makul ölçüde birbirlerine karşı tavizler verdiğini görebiliyoruz, eğer bir taraf mutlak bir hakimiyet sağlamadıysa tabii. Bir taraf bir şeylerden ödün veriyor ve diğer taraf bunun karşılığında başka şeylerden vazgeçiyor. Sanırım bizi insan yapan en önemli özelliklerimizin başında da bu geliyor ve yaşadığımız dünyaya hükmetmemizdeki en büyük etkenlerden birisinin bu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Keki hem yiyip hem de ona sahip olamazsın, bunu çok iyi biliyoruz.

Peki bu tavizler, bu trade-off lar, böylesine etkileşimler neden bu kadar önemli? Rasyonel Optimist kitabının yazarı Matt Ridley’den örnek vererek devam etmek istiyorum. Şöyle diyor; iki farklı kişi düşünelim. Bir tanesi çok iyi balta ve mızrak yapıyor. Diğeri de iyi bir mızrak yapabiliyor ama balta yapmayı pek beceremiyor. Hem balta hem de mızrak konusunda çok gelişmiş olan o ilk yetenekli kişi, sadece birer saat harcayarak bu iki ürünü üretebiliyor, hem de yüksek bir kalitede. Bunun yanında diğeri, ancak 2 saat içinde çok iyi bir mızrak yapabiliyor ve eğer iyi bir balta yapmak isterse en az 3 saat zaman harcamak zorunda. Kapitalizmle de aslında kısmen bağlantılı bir konu var burada ve henüz kapitalizm kelimesi icat edilmeden önce de kullandığımız metotlardan biriydi buradaki durum. Şöyle ki, biz böyle seçeneklere baktığımızda doğal olarak ilk bakışta şöyle düşünüyoruz: birer saatte hem balta hem de mızrak yapan yetenekli kişinin, diğer ikinci kişiye hiçbir ihtiyacı yok. Onu üretim yetenekleriyle piyasadan tamamen silebilir, çok kolaylıkla yok edebilir. Evrimle de çok alakalı bir konu var aslında burada. Kapitalizmi de böyle düşünüyoruz. En iyi ve en üretken olanın diğer rakibini piyasadan sileceğini ve yok edeceğini, bununla birlikte bir tekel oluşturacağı konusunda neredeyse hemfikiriz ve bir noktaya kadar da doğru bir çıkarım. Rekabet açısından. Fakat bu çıkarımı yaparken, yanıldığımız çok ince bir nokta var. Şimdi birinci kişinin yerinde olduğumuzu düşünelim, 4 saat çalışırsa; 2 mızrak ve 2 balta yapabiliyor.

İşte burada rasyonel bir düşünce devreye girmesi gerekiyor. Aslında ilk kişi bizim rakip olarak düşündüğümüz o ikinci kişinin mızrak konusunda iyi olduğunu ve 2 saatte kendi işini yapabildiğini görüyor. Ve rasyonel bir çıkarım yapmak isterse, şöyle bir sonuca ulaşması lazım: ben mızrak işini bu ikinci kişiye verirsem onun o işi yapmasını beklerken aynı anda ben de sadece balta üretmeye odaklanabilirim ve eğer 4 tane baltayı 4 saat içinde çok kaliteli bir şekilde üretirsem; bu ikinci kişi de 4 saatte 2 tane mızrak üretirse ve biz bir takasa girersek; ona 1 tane balta verebilirim ve karşılığında 1 mızrağını alabilirim. Böylece; 4 saatin sonunda benim elimde 3 tane balta ve 1 tane mızrak olmuş olur. Yani yine aynı üretim verimliliğinde iş yapmış olacağım ama mızrak yapması uzun süren daha yeteneksiz rakibimden yüksek ihtimalle kendi harcayacağım enerjiden ve maliyetten daha ucuz bir şekilde ondan mızrağı geri alacağım. Yine bu süre içinde bizim rakip olarak gördüğümüz ikinci kişi günün sonunda elinde 1 tane mızrak ve 1 tane balta olmuş olacak. Tüm bu toplama ve takas ekonomisinin sonucuna baktığımızda fazladan üretilmiş 1 tane mızrakla karşılaşıyoruz. Bu çok ilginç bir denklem. Ve görünen o ki; tarih boyunca hep böyle bir kolektivite içinde olduk biz. Türümüzün ilerlemesini sağlayan en önemli detaylardan birisi bu. Ve bir noktadan sonra iş şuna dönmeye başlıyor hatta; bu bizim ikinci yeteneksiz eleman, sürekli böyle bir takas ekonomisi içinde bulunduğu için bir noktada artık hiç balta üretmemeye başlıyor, hatırlarsanız onu çok daha zor çıkartıyordu, 3 saatini alıyordu. Bir noktada artık sadece gerektiği anlarda, kendisinden mızrak almak isteyen bir katılımcı olmadığında balta üretiyor ve sonuç olarak genellikle daha fazla mızrak ürettiği için; hem üretim kalitesini, hem yeteneklerini hem de üretim süresini iyileştirmeye başlıyor. Böylece mızrak üretme konusunda kendisinden normalde daha iyi olan diğer katılımcıya yetenek olarak yetişmiş oluyor ve asıl uzmanlık alanı mızraklar olmaya başlıyor. Bu sırada o ilk konuştuğumuz her iki konuda da yetenekli olan katılımcıysa mızrağı dışarıdan aldığı için, balta tarafında daha çok uzmanlaşmaya başlıyor ve belki yine bir noktada 1 saatlik üretim süresini daha da iyi rakamlara çekmeye başlıyor. Bu neredeyse kesin bir çıkarım çünkü çok iyi biliyoruz ki; Wright Yasası diye bir şey var. Üretim her ikiye katlandığında sektörel bazda değişiklik göstermekle birlikte, üretimlerin maliyeti de bu ikiye katlanan miktarlar karşısında yaklaşık %20-%30 arasında geriye çekilecektir. Yani her ikiye katlanan üretimde maliyetler iyileşmeye devam edecektir. Wright Yasası bunu söylüyor. Bunun sebeplerinden bazıları tabi ki çok iyi anlayabileceğimiz gibi; zaman maliyeti, biraz önce konuşmuştuk zaten. Ölçeklendirmenin sağlayacağı avantajlar ve elbette enerji maliyetinde olacak iyileştirmeler var.

Rasyonel Optimizmin ne kadar derin ve önemli bir konu olduğunu sanırım fark ediyoruzdur şu ana kadar ama devam edelim. Aslında işte bu tarz etkileşimler türümüzün diğer canlılara göre yarattığı en büyük farklardan birisi. Bu pazarlıkları ve rasyonel düşünceyi takip edebiliyor olmak; yaşam kalitesini artıran bir şey herkes için ve biz pek farkında olmadan yapıyoruz tüm bunları, neredeyse içgüdüsel bir şekilde yapıyoruz. Diğer hayvanların hayatta kalma ve yaşama iç gülerine göre bizim de benzer bir düşünceyi takip ettiğimiz bambaşka bir sonuca çıkan rasyonel bir içgüdümüz var. Avcı-toplayıcı olduğumuz zamanlardan beri süregelen bir şey bu aynı zamanda. Hatta çok daha öncesinde, ateşi bulmamızdan; tekerleği kullanmamıza kadar arkasında tamamen bir rasyonel kolektivite var. Bu arada avcı-toplayıcılığın tam olarak ne anlama geldiğini anladığımızdan da emin değilim. Çünkü yine şöyle bir şey düşünüyoruz; işte bir noktada tarım ve hayvancılıkla uğraşmaya başladık, ekinler ektik ve üretime doğru geçiş yaptık. Yerleşim yerleri kurmaya başladık ve kolektif bir yaşam biçimi benimsedik diyoruz. Fakat bu eksik. Bizim inceleyebildiğimiz ve görebildiğimiz kadarıyla, kalıntılardan ulaştığımız bir sonuca göre toplumumuzdaki iş rollerinin daha net belirlenmeye başladığı dönemler aslında avcı-toplayıcı atalarımız. Balta ve mızrak örneğini biraz da o yüzden verdim çünkü buraya bağlamayı düşünüyordum. O örnekteki gibi aynı şekilde bir sonuca ulaşıyoruz bu ilkel atalarımızda da. Avcı-toplayıcı dönemde roller belirlenmeye başlıyor toplumumuzda. Buradaki avcılar tabii ki doğal olarak erkeklerden oluşuyor ve toplayıcılar da genellikle kadınlardan oluşuyor. Yani avcı-toplayıcı demek; yerleşik bir hayata geçişi çağrıştırmaktan çok aslında kolektiviteyi çağrıştırmalı. Erkekler kas güçlerini kullanarak daha yetenekli oldukları ve daha efektif çalışabilecekleri avlanma işleriyle ilgileniyorlar ve ilk atalarımızdan itibaren belirlenen rollerden biri olarak; kadınlar daha farklı işlerde çalışıyorlar. Onlar otları topluyorlar, yemekle uğraşıyorlar ve barınma konusunda ciddi bir katkıda bulunuyorlar. Tüm bunlar türümüz için çok önemli rol ayrımları çünkü şunu fark ettik; kuzenlerimiz olarak görebileceğimiz Neandertallere baktığımızda onlarda böyle bir ayrım göremiyoruz. Nasıl göremiyoruz peki? Bizde kadınların kullandığı alet ve edevatları çok rahatlıkla tespit ederken, Neandertaller’de böyle bir ayrım yok. Sadece kadınların kullanabileceği incelikte daha özel ekipmanlara rastlanmadı çünkü hiçbir kazıda. Yani orada, bir iş bölümünden söz etmek mümkün değil ve anladığımız kadarıyla kadınlar da erkeklere birlikte avlanmaya gidiyordu onlarda. Ayrıca çok zekilerdi yine öğrendiğimiz kadarıyla Neandertaller. Beyinleri bizden daha gelişmişti ve dili kullanabildiklerini yine biliyoruz. Yani iletişim konusunda da bir problemleri yoktu ve topluluk kurma konusunda, pazarlık yapabilme ve rasyonel düşünme konusunda da yine fena değildiler. Onlar yerine bizim türümüzün devam etmesinin, yani şu anda dünyaya bizim hükmediyor olmamızın tek ve çok önemli bir açıklaması var: kolektif bir yaşam içinde iş bölümü yaparak çalışabiliyor olmak. Bugün hala dünyada beyni bizden çok daha gelişmiş olan birçok canlı var ama bizi herkesten ayıran en önemli özellik; rasyonel olabilmek, kolektif olabilmek ve iş bölümü yapabilmek.

Peki tüm bunların konumuzla ne gibi bir ilgisi var?

Adam Smith de kapitalizmin temeline aslında iş bölümünü oturtuyor. Aslında geniş bir perspektiften baktığımızda hepimiz birbirimiz için çalışıyoruz. Aynı basit bir mızrak ve balta takası yapıyor gibiyiz sadece tek fark artık işler daha da karmaşıklaştı ve aramızdaki bu kolektivite, yani iş bölümü çok net bir şekilde görülemiyor çünkü takas ekonomisinin sınırlarından dolayı artık barter yapmak yerine araya üçüncü bir nesne daha soktuk ve onu kullanıyoruz takas yaparken. Bu takas nesnesi de kolektivitenin bütün izlerini saklamış oluyor bir noktada. Peki nedir bu nesne? Elbette para, başka bir şey değil. Bugün herhangi birisi kendine ait bir yeteneği veya işgücünü, zamanını belirli bir ücret karşılığında başka birine kiralayarak ya da satarak; bu enerjisinin karışıldığında basitçe barınma, ulaşım, gıda, eğlence ve benzeri ihtiyaçlarını gideriyor. İnanılmaz bir kolektivite var tüm bunları yaparken. Hatta öyle ki; bundan henüz daha 100 yıl önce yaşamış olan dünyanın en zengin adamlarından birisi John D. Rockefeller’ı düşündüğümüzde; yarattığımız bu ağ, şu anda sıradan ortalama bir vatandaşın o dünyanın en zengin adamından daha iyi şartlarda yaşadığını söylemimize bile olanak sağlayabilir. Daha da ileri gidelim, bundan yaklaşık 500 yıl kadar önce; Fransa’nın tarihindeki en uzun süre hüküm süren kralı XIV. Louis tahttaydı. Zamanının en önemli hükümdarlarından birisi ve sanırım birçoğumuzun da ismini hatırladığı önemli bir tarihi kişilik. Söylentilere göre; Louis’in sadece yemeklerini servis etmek üzere yaklaşık olarak 600’e yakın kölesi ve çalışanı varmış. Bir akşam yemeği servisi için ona 600 kişi hizmet ediyor ve bunu zorunlu bir şekilde yapıyorlar ayrıca. Böyle bir hayatı lütfen bir canlandırın kafanızda.

Peki, şimdi şaşırtıcı olan noktaya geçelim; 500 yıl tekrar ileri saralım ve günümüze gelelim. Şimdi söyleyeceğim şey biraz şaşırtıcı geliyor olacak fakat bugün siz veya ben, sıradan bir vatandaş olarak bir akşam yemeği yemek için restorana gittiğimde yüksek ihtimalle bana veya size; XIV. Louis’e hizmet edenlerden daha fazla kişi hizmet etmiş olacak. Nasıl ama dimi? Kendinizi bir Kral gibi hissediyor musunuz? Hissetmemeniz çok normal çünkü bu daha önce konuştuğumuz o görünmeyen kolektivizmin bir ürünü. Bir et yemeği yediğimizi hayal edelim o restoranda ve gelin bir hesap yapalım: restoranda çalışan 20 ila 50 kişi arasında bir grup bulunuyor ve girişten itibaren size masanızı göstermek için, siparişinizi almak için, siparişinizi mutfağa iletip pişirilmesini sağlamak için, uygun bir şekilde size servis yapılmasını ve belki de eğer üst düzey bir restoransa, bazı şovlarla önünüze yiyeceğin konulması için çalışan onlarca kişi var. Her şeyden memnun olup olmadığınızı sormak için arada masanıza gelen ve ekstra bir şeyler isteyip istemediğinizi soran veya yine eğer memnun kalmadıysanız -tabi yine iyi bir yerdeyseniz- size gülümseyerek sorgusuz sualsiz tabağınızı değiştirecek ve hatta mahcup olup ek ikramlarda bulunmak isteyecek onlarca kişi dönüyor etrafınızda.

Ayrıca tüm bunlar ve etrafımızda dönen insanlar; sadece bizim gördüğümüz kadar ve arkasında çok daha büyük bir kalabalık var. Yüksek ihtimalle o restoran etlerini bir kasaptan veya bir etçiden alıyor ve orada da çalışanlar var, onlar da aslında bizim için çalışıyor. Ya da daha doğrusu aslında hepimiz; hepimiz için çalışıyoruz. Kasap en iyi eti vermek istiyor restorana çünkü restoran bunu istiyor, çünkü biz bunu istiyoruz. Eğer restoran bizden bir şikâyet duyarsa ve bunu çok sık bir şekilde geri dönüş olarak alırsa müşterilerinden; yüksek ihtimalle kasabını değiştirecek. Kasap; bu arada yine yüksek ihtimalle eti kendisi üretmiyor, bir üreticiden alıyor. Bu üretici de yüksek ihtimalle bir mezbaa sahibi veya kırsalda kendi küçük işletmesini yöneten bir işletmeci. Kasap restorandan şikâyeti aldığında bu üreticiye gidecek ve o da aynı şekilde şikayetlerini dile getirecek, müşteri kaybettiğinden bahsedecek belki de. Hep birlikte problemi çözmeye çalışacaklar ve bu sadece 1 müşteri olarak sizin: “eti pek beğenmedim” demeniz üzerine başlayacak olan bir zincirleme reaksiyon. XIV. Louis eti beğenmediğinde yine yüksek ihtimalle benzer bir koşuşturma başlıyordu ve belki de o gün birinin hayatının son günü olabiliyordu ve işte kapitalizm bizim için tüm bu problemleri sancısız ve adil, etik bir şekilde çözen kolektif bir çalışma biçimi. Bunu çok iyi anlamamız gerekiyor.

Adam Smith’in division of labor kavramı, yani kolektif iş bölümü aslında işte böyle temellere oturan bir fikir ve gerçek dışı bir romantizm sunan sosyalizme göre; herkes sadece eşit bir şekilde çalışarak eşit şartlarda ücret alması fikrine göre; türümüzün kaderini ve geleceğini belirleyen çok önemli bir teori. Hatta geçtiğimiz günlerde yine çok ilginç bir çalışmayla karşılaştım, youtube’da gezinirken sanırım çıktı karşıma. Birisi, her şeyi tamamen kendisinin yaptığı ve kolektif olmayan bir tavuk sandviç yapmak istiyor ve yemek istiyor. Önce buğday yetiştiriyor ve un elde ediyor, ekmek yapıyor onunla. Bunu yaparken de yanında yeşillik, salata, domates, patates, marul gibi şeyler ekiyor, biçiyor ve topluyor. Tabi bir de tavuk kısmı var; küçük bir kümes kurarak onları da yetiştiriyor ve sonunda yaklaşık yanlış hatırlamıyorsam 6 ay sonra tüm malzemeleri kendisi üreterek kendine lezzetli bir tavuk sandviç hazırlamış oluyor. 6 ay. Bugün herhangi bir uygulamadan ya da restorandan siparişle ortalama yarım saatte elde edebildiğimiz bir ürün. Yani böyle baktığımızda, aslında her şey; üretim ve tüketim anlamında bizim hayatımızı kolaylaştıran ve sürekli ileriye doğru gittiğimiz bir sürecin içindeyiz. Tabi burada problemlerden belki de en önemlisi bu tarz takasların içine girerken kullandığımız nesne, yani takas aracının kendisiyle ilgili çok ciddi sorunların olduğunu ve hatta en büyük problemlerimizin, çıkmazlarımızın, savaşların, eşitsizliğin ve adil bir ortamda yaşamıyor oluşumuzun kaynağını para birimlerinin kendisine bağlamamız gerekiyor. Bunlar üstüne de çok fazla konuşuyoruz zaten. Bütün olumsuzlukları pompalarken o bölümün başında konuştuğumuz negatif şeylerin daha çok ilgi çekmesi konusunu hatırlarsanız, kişisel olarak ben genellikle problemin parasal tarafına eğiliyorum ve oradaki olumsuzlukların, pesimist yaklaşımın da dikkat çektiğini fark ettim. Ayrıca önümüzdeki en büyük problemlerden birisi olduğunu düşünüyorum; para sisteminin ve kapitalizmle, kolektif yaşamla birebir örtüşmediğini hatta zarar verdiğini söyleyebilirim. Yani düzeltmemiz gereken belki de en büyük problem olabilir, para sistemi.

Peki, tüm bunlar şu anda normal bir şekilde yaşıyor olan bizleri nasıl ilgilendiriyor?

Eğer yatırım yapıyorsanız, şirketlerle ortaklık kurma mantığıyla o küçük paylarından alarak işletmenin bir parçasının sahibi olduğunuzu düşünüyorsanız, siz de bu kolektivitenin bir parçasısınız demek oluyor. Aslında çalışan, üreten ve harcayan, tüketen herkes bunun bir parçası; fakat bana göre, işletmelerin milyonlarca parçaya bölünmüş paylarından bazılarını alarak ortaklık kuruyor olmak; aynı zamanda optimist bir rasyonaliteyi de içinde barındırıyor, toplumun diğer kesimlerine göre. Çünkü eğer yatırım yapıyorsanız, biraz önce konuştuğumuz türümüzü ilgilendiren ve gelişimimize ön ayak olan en önemli sebeplerin arkasında duruyorsunuz demektir. Bundan binlerce yıl öncesinden şu ana kadar süregelen tüm gelişimimizle birlikte, bundan sonrasında da işlerin aynı benzer bir ölçekte gelişerek büyümeye devam edeceğine bahis alıyorsunuz demektir ve bu durum da sizi, rasyonel bir optimist yapar. Yatırım yapıyor olmak; aynı zamanda türümüzün gelişimine benzer bir şekilde bileşik olarak büyüyen bir olgu. Bileşik büyüme çok rahat anlaşılamayan belki de en önemli şeylerden birisi ve bugün kendimizi nasıl XIV. Louis ile kıyaslayıp şaşırıyorsak, yatırımlarımıza baktığımızda eğer bileşik büyümeyi fark edebiliyorsak veya bir başkasının durumuna göz attığımızda yine bunu fark ettiğimizde aynı şaşkınlığı yaşıyoruz ve pek anlayamıyoruz olan biteni. Örneğin Warren Buffett, servetinin %96’sından fazlasını 60 yaşından sonra elde etti, %99,6’sından fazlasını 50 yaşından sonra kazandı. Hatta o yaşına geldiğinde yaklaşık 400-500 milyon dolar gibi bir servet yaratmıştı ve çok rahatlıkla o noktada durabilirdi. Aynı daha önceki kurduğu ortaklık firması gibi, artık işleri durduruyorum; şirketi devrediyorum ve tamamen çekiliyorum diyebilirdi ve bugün biz de sıklıkla herkesin yaptığı gibi böyle bir ismi anıyor olmazdık. Hiçbir şey değişmezdi belki de. Fakat ben doğru bir yatırımcı tarzının bir ömür boyu sürecek sağlam ve rasyonel bir optimist temele bağlı olduğunu düşünüyorum ve bütün farkı yaratan şey de bu aslında. Akıllı bir yatırımcının çok uzun vadede optimist olması gerekiyor ve işlerin iyiye doğru gideceğine yönelik bir inanca sahip olması gerekiyor. Ya da en azından böyle işletmeleri tespit edecek birikimi oluşturması gerekiyor kendisi için. Ve bunun tam tersi şekilde kısa vadede, belki de pesimist yaklaşması gerekiyor ve her şeyin bir anda tersine dönebileceğini, işlerin kötüye gidebileceğini sürekli gerçekleşmesi olası bir senaryo olarak masada tutması gerekiyor.

Aynı şeyler birikim yapmak için de geçerli. Yatırım yapıyor olmak eğer optimist bir davranış biçimiyse ve rasyonel bir şekilde yapılması gerektiğinden de bahsettik; yine bunun tam tersi şekilde, birikim yapıyor olmaksa pesimist bir düşüncenin ürünü. Çünkü hepimiz birbirimiz için çalışıyoruz dedik ve ürettiklerimiz karşılığında tüketmemiz gerekiyor. Mümkünse tabii ki üretime yaptığımız katkıdan daha fazla tüketmemeye çalışmamız gerekiyor çünkü bu borçlanmayı doğuran şeylerden birisi ve ipin ucunun çok rahatlıkla kaçabileceği tehlikeli bir düşünce olabilir, ürettiğimizden çok tüketmek. Ve tekrar bir geriye dönük alıntı yaparsak o sözü tekrar hatırlatmak gerekiyor burada: keki hem yiyip hem de ona sahip olamayız. Tekrar birikime geri dönersek bu üretim-tüketim dengesiyle ilgili parantezi kapatıp; yarın işler çok daha kötüye gidebilirmiş gibi birikim yapmalıyız. Pesimist bir yaklaşım bu da. Ancak bireysel olarak böyle şüpheler taşıyarak bir güvenli alan yaratma ihtiyacıyla birikim yapmak isterken; küresel ve daha geniş çapta ise rasyonel bir optimizm benimsememiz gerekiyor. Yatırımlarımıza sadık kalabilmek için ve gereksiz yere yatırımlarımızı bozarak bileşik büyüme etkisini ortadan kaldırmamak için böyle yapmamız gerekiyor. Piyasanın sürekli içinde olmak ve yatırımcı olarak kalabilmek, yani bir piyasa zamanlaması yapmak yerine, rasyonel bir şekilde geleceğe bakabiliyor olmak işte bunu gerektiriyor ve bir yatırımcı için kazanılması gereken en önemli özelliklerden biri olduğunu düşünüyorum.

Oscar Wilde şöyle söylüyor ve bu sözle toparlayalım isterseniz artık. Diyor ki: “Pesimist ve kötümser insan, bir fırsat kapıyı çaldığında gürültüden dolayı sızlanan ve şikâyet eden kişidir.”

Önceki Bölüm

2023: Üçüncü Çeyrek Değerlendirmesi

Sonraki Bölüm

Büyük Evler, Hızlı Arabalar ve Parlak Şeyler

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint