“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana – sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.” – Charles Dickens’ın ünlü romanı İki Şehrin Hikayesi bu sözlerle başlar.
Tüm zamanların en iyi roman girişlerinden biri olarak kabul edilir. O yüzden ben de bu sözlerle başlamak istedim bu bölüme. Konumuzla da ilgisi var tabi. Tam olarak bu benzer duygu durumlarından geçen Sri Lanka hakkında konuşmak istiyorum bugün biraz. Aslında bu bölümü yapıp yapmama konusunda çok kararsız kaldım uzun bir süredir. Babamın özellikle, oğlum bu düşüncelerini her yerde anlatma dediği hemen hemen ne varsa burada binlerce kişiye anlatıyorum ama bu bölüm her zaman yaptıklarımızdan biraz daha farklı olacak. İçerik olarak da belki biraz konu dışı olarak görüyorum ben bu bölümü. Yine de bazen sanırım böyle konulara da gireceğiz. Bu kendimi tutamam onu gösteriyor biraz. “Sri Lanka’da Neler Oluyor” sorusu bana göre hepimizin cevaplaması gereken ve belki de kendimiz adına bazı dersler çıkartabileceğimiz bir soru. Belki bazılarınızın bildiği veya bir kısmımızın ilgilenmediği bir konu; fakat bu turistik ülkenin yaşadığı derin krizi anlamaya çalışmanın yine de çok önemli olduğunu düşünüyorum. En iyi zamanlarını yaşıyorlardı, sonra en kötü zamanlarını yaşadıklarını fark ettiler. Hem akıllılardı hem aptallık yaptıklarını anladılar. İnanç ve kuşku birbiri içine girdi. Umutları bir anda geri dönülemez bir umutsuzluğa dönüştü. Bir dönem için hemen her şeyleri vardı, sonra temel yaşam ihtiyaçları bile olmadı. Belirli bir süre için, yaygaracı otoriter bir rejim altında, “daha” iyi olacaklarını düşündüler. “Daha” iyi olmadıklarını fark edene kadar. Son 5-6 aydır büyük bir ekonomik kriz içindeler ve kısa bir süre içinde de çözüleceğe benzemiyor durum. Enflasyon bir anda yükseldi. Özel sektörü geçelim, devlet kurumlarında çalışan memurların bile maaşını ödeyemeyecek seviyelere geldiler. Hükümet para basarak maaş ödeyebileceklerini söyledi fakat bu durumun tabi ki daha yüksek enflasyonu da beraberinde getireceğinin farkındalar. Şimdi İMF ve Çin, Hindistan gibi devletlerle tekrar masaya oturmaya çalışıyorlar bir kurtarma paketi alabilmek için. Ayrıca, zaman zaman sosyal medyada gördüğümüz bir geyik olan, neden para basarak borçlarımızı ödemiyoruz sorusunun da cevabına bakacağız bugün.
Ama tüm bunlara girmeden önce, Sri Lanka ile ilgili biraz bilgi verelim. Ülkeyi kafamızda biraz canlandırmamız gerekli. Hindistan’ın hemen altında, Hint Okyanusunda bulunan bir ada ülkesi Sri Lanka. Özellikle dijital göçebe dediğimiz kesimin çok ilgisini çeken bir yer. Tabi en azından son gelişmelere kadar böyleydi. Benim de uzun süredir ilgilendiğim bir yerdi. Belki de hiç gerçekleştiremeyeceğim dünya gezimin duraklarından biri buraydı. Şimdi dijital göçebelerin ülke ve şehir sıralaması yaptığı listeye tekrar baktım. Sri Lanka başkenti Colombo, 200 küsür sıralara düşmüş yaşanabilir en iyi yerler listesinde. Tabi bu listenin odak noktası buna benzer normal şehir-ülke listelerden biraz farklı. İnternet hızı, hava durumu, yaşam maliyeti gibi kriterler var. Aslında coğrafik arbitraj da diyoruz buna. Üstün bir para birimiyle dijital olarak gelir elde edip, yaşam kalitesinin belli bir seviyenin üstünde fakat değersiz bir para biriminin olduğu ülkeler genellikle bu listelerde üst sıralarda oluyor. Türkiye’den de özellikle İstanbul ve Antalya bu listelerde üst sıralarda ve gözde yerlerden. Tabi daha üstün bir para birimiyle buralarda bulunuyorsanız. Mesela Portekiz, Endonezya, Tayland yine üst sıralarda bu listelerde.
İşte böyle ilgi çekici bir ülke olan Sri Lanka’nın sadece birkaç yıl içinde nasıl tamamen tersine döndüğünü ve sonunda devlet başkanının ülkeden kaçmak zorunda kalışının hikayesini anlatmaya çalışacağım bugün.
İşler öyle bir noktaya geldi ki, devletin kasasında para kalmadığından dolayı, ülke borçlarının faizlerini bile ödeyemeyecek bir duruma geldi ve resmi olmasa da bu bir iflas demek aslında. Borsada bunlara zombi şirketler diyoruz. Borçlarının faizini bile ödeyememek bu anlama geliyor. Sri Lanka’ya da zombi ülke diyebiliriz sanırım. En azından şu an için. Fakat ben bu hikâyeyi, karmaşık ve anlaşılmaz bir hale getiren iktisadi ve ekonomik dilin dışında, rakamlara çok fazla boğulmadan, daha yalın ve anlaşılabilir bir şekilde anlatmaya çalışacağım. Tabi önce yine de bazı rakamlara bakmamız gerekli ülkenin ekonomisini daha iyi anlamak için. GDP sıralamasında şu anda 113. sırada bulunuyorlar. Gayri safi yurt içi hasıla diyoruz biz buna. Bu arada tam bu noktada bir karşılaştırma yapmak lazım. Gayri safi milli hasıla ve gayri safi yurt içi hasıla birbirinden farklı şeyler. Yurt içi dediğimizde bu o ülke içinde vatandaş olan ve yabancı olanların toplam ürettikleri mal ve hizmetlerin belirli bir para birimi karşılığındaki değerini gösteriyor. Milli hasıla dediğimizdeyse, bu yurt içi net toplama, yurt dışındaki vatandaşların ülkesine gönderdikleri gelirler ekleniyor fakat yurt içinde bulunan yabancıların da kendi ülkelerine gönderdikleri gelirleri çıkartılıyor. Yani sadece ülke vatandaşlarını kapsıyor. Tabi artık daha da artan küreselleşmeyle ve ticaret ağlarının gelişmesiyle birlikte ülke sınırları saydamlaştıkça, ülke ekonomilerini ölçmek için milli hasıla yerine, daha çok yurt içi hasıla rakamına bakılmaya başlandı. Sri Lanka’nın nominal GDP’si 87 milyar dolar ve bu veriyle listelenen ülkeler arasında daha önce bahsettiğim gibi aşağı yukarı 113. sırada bulunuyorlar. Aynı listede Türkiye 21-23 gibi zaman zaman sıralaması değişiyor ve yaklaşık GDP’miz 850 milyar dolar. Yani neredeyse Sri Lanka’nın 10 katı büyüklüğünde bir ekonomiye sahibiz. Tabi bu verilerin kişi başına yurt içi hasıla veya toplam borcun yurt içi hasılaya oranlarına bakıldığı daha değişik parametreleri de var ama genel olarak bu istatistiklerin her şeyi çok net göstermediğine inanıyorum. Mesela toplam borcun – yurt içi hasılaya oranı %350 Venezuela’da. Bu bazı şeyleri anlatıyor. Fakat Amerika için bu oran %137 ve en azından kötü olmayan bir ekonomileri olduğunu söyleyebiliriz. Sri Lanka için bu oran %101. Ya da daha çarpıcısı Japonya’nın toplam borcunun, yurt içi hasılasına oranı %266 ve Venezuela’nın arkasından borçluluk oranında 2. sırada yer alıyorlar. Klinik bir ekonomileri var ve incelemeye değer. Hatta belki bir gün Japonya özelinde de bir bölüm yapabiliriz. Daha da şaşırtıcı gelebilecek olansa Türkiye’nin bu borç oranı %42 civarlarında GDP’sine göre. Gayet iyi yani. Fakir ama gururlu olduğumuzu gösteriyordur belki de bu oran. Bu farklı ülkelerin karşılaştırmalarını özellikle yapıyorum çünkü bu rakamların bazen tam olarak istatistikten beklediğimiz anlama gelmediğini göstermek istiyorum.
Yine de konudan çok sapmayalım. Japonya, gelirinin 3 katı kadar borcu varken ekonomisini döndürmeyi devam ettirmesine rağmen, Sri Lanka’nın görece daha güvenli bir oranla bunu neden yapamadığı bugünkü konumuz. Geçtiğimiz aylarda Sri Lanka başkenti Colombo’da çok ciddi protestolar başladı ve sonunda devlet başkanı Rajapaksa ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Halk devlet sarayına girdi, başkanlık konutunu bastı. Başkanın havuzuna atladı, yüzdü. Evdeki alkolleri tüketti. Yiyecekleri yedi. Ayrıca Rajapaksa ailesine ait diğer konutları da ziyaret ettiler. Birçoğunu ateşe verdiler. Özellikle bu aileye ve politik kariyerlerine ileride geleceğiz. Bu yağma ve kaos noktasına gelene kadar, ülkede petrol kalmamıştı ve kendilerine petrol gönderebilecek bir ülke de bulamamışlardı. Sadece hükümetin acil ihtiyaçları için saklanan petrol kalmıştı. Yiyecek yoktu marketlerde. Raflar tamamen boşalmıştı. Açlıktan ölmek üzere bekleyen bir halk burada sözünü ettiğimiz yani. Bir yere kaçmaları da mümkün değil çünkü ülkede petrol de yok. Ayrıca ada ülkesi olduklarından bir anda neredeyse tamamen dışa kapalı bir hale geldiler. Hükümetin devrildiği bu son protestolardan önce de ciddi eylemler oldu tabi fakat bu son noktada, tüm dünya olarak Hükümet Sarayı havuzunda yüzen insanları hep birlikte gördük medyada. Protestoya katılanlar, ilk başta sadece 50-60 bin kişi olacaklarını düşünürken, hiç beklemedikleri bir kalabalık toplandı. Yaklaşık 300 bin kişi başkent Colombo’da hükümet sarayına yürüdü ve bana göre kendilerine ait olanı, emanet ettiklerinden geri aldılar. Bu kadar büyük bir kalabalık toplandığında, onlara göre görece daha az sayıda sarayı koruyan güvenlik güçlerine karşı kaçınılmaz olarak tabi ki üstün geleceklerdi. Güvenlik şeridi yavaşça yarıldı, sonra akın şeklinde insanlar saraya girdi. Başkan Gotabaya Rajapaksa tabi ki orada değildi, daha öncesinden başka bir güvenli yere geçmişti. Hatta kabinesindeki çoğu üyenin bile haberi yoktu nerede olduğundan. Halk saraya girdiğinde karşılaştıkları ihtişam karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadı. Birçoğu o güne kadar günde sadece 1 öğün yemek bulabiliyordu, bu sadece para olmadığından da değil. Ülkede tüketebilecek yeterli gıda bile yoktu çünkü. Saraydaki dolapları boşalttılar ve bahçeye kurdukları mutfakta pişirdikleri yemekleri oradakilere dağıttılar. Sri Lanka bir ada ülkesi ve mükemmel sahilleri olmasına rağmen, halkın bir kısmı saraydaki küçük bir havuzda eğleniyordu. İçeride bir odada piyano buldular. Birisi başına oturdu ve devlet başkanının seçim kampanyasında kullandığı şarkıyı çaldı.
“Halk için çalışan kahraman, vatanına aşık adam” şeklinde devam ediyor. Başka bir grup başkanın çalışma odasına girdi. Onun oturduğu koltuğa oturup poz verdiler. Anı fotoğrafları çekildiler. Onun halka seslendiği odayı incelediler ve ilk defa gördükleri şatafat karşısında şaşkına döndüler. Halk açlıktan kırıldığı ve gıda bulamadığı derme çatma evleriyle bu sarayı karşılaştırdığında bir şeylerin yanlış olduğunu gözleriyle gördü. Diğer bir grup başkanın yatak odasına kadar girmişti. Orada bir kutunun içinde 50.000$ nakit para buldular. Yaklaşık 18 milyon rupi yapıyor yerel para birimleriyle. O odadaki büyük bir çoğunluğun ömürleri boyunca kazanacağı paradan çok daha fazlasını, büyük ihtimalle başkan kaçarken yanında fazlalık olacağı için alamamıştı. Bunun farkına varınca hayrete düştüler. Paranın 1 rupisine bile dokunmadan polis teşkilatına teslim ettiler, çünkü biliyorlardı ki bu tüm halkın parasıydı. Bu işgal çoğu için hayatlarında sadece bir kez elde edebilecekleri bir fırsattı başkanın nasıl yaşadığını görmek için.
Bu durum bana biraz George Orwell’in Hayvan Çiftliği romanını hatırlatıyor. Bu çıkarımla Sri Lanka’nın daha önce geçirdiği devrimi ve Rajapaksa ailesinin yönetimi ele alması kısmına girdiğimizde bağlantı kuracağız. Hayvan Çiftliğinde, hayvanların baş kaldırmasıyla kovdukları çiftlik sahibi Bay Jones’tan sonra yönetimi eline alan domuzları ve çiftlik sakinlerinin bu devrim sonrası yaşamlarını anlatıyor. Sistemleri eleştiren oldukça düşündürücü bir kitap mutlaka tavsiye ederim henüz okumayanlar için.
Ayrıca Hükümet Sarayı’nın bu şekilde bir işgal altına alınması garip bir şekilde büyük bir ilgi çekti tüm dünyada. Tabi bu işgalin yaklaşık 5-6 gün sürdüğünü daha sonrasında halkın sarayı terk ederek bu sembolik alanları tekrardan kurulacak yeni hükümete devrettiğini söylemek lazım. Yine de dünya basınında büyük yankı uyandırdı bu görüntüler. Sanırım bir çoğumuz biraz önce bahsettiğim bu görüntülerin en azından bir kısmını görmüşüzdür sosyal medyada. Bana kalırsa bu ilginin sebebi, hükümet ve halk arasındaki güç mesafesinin sıfırlanmasından kaynaklandı. Bu değişik bir konu, Malcolm Gladwell’in Çizginin Dışındakiler kitabını okurken rastlamıştım bu kavrama, o yüzden bunu biraz açmak istiyorum. Kitapta uçak kazalarını araştırırken, bazı pilotların otorite karşısında bocaladığını ve doğru kararları alamadığını anlatıyor. Mesela yardımcı pilot, kaptan pilota pistin yeri konusundaki hatalı kararına itiraz edemediğinden sanırım Kore Havayollarının bir uçağıydı, bir dağa çarparak bütün mürettebat ve yolcuların ölümüne sebep olmuş. Veya daha da enteresanı, sadece yakıtı bittiğinden dolayı düşen bir uçak var New York Havalimanına inmek isterken. New York kule kontrolörleri çok asabi ve otoriter bir yapıda olduklarından, pilotlar onlara karşı gerekli agresyonu gösteremeyip uçaklarının yakıtlarının bittiğini çok alçak bir tondan söylediklerinden, kule tarafından bu çok da dikkate alınmıyor ve havalimanı üstünde birkaç tur atmaları isteniyor. Pilotlar da bu duruma itiraz edemiyor, üstelik düşecek olmalarına rağmen ve bunu bilerek hayati risk alarak bunu yapıyorlar. Tüm bunların konumuzla ne ilgisi var diyecek olanlar için, birazdan toparlayıp hep birlikte düşüneceğiz bunun üzerine. Otoriteye karşı itiraz konusunda, sanırım Stanford’da yapılan bir deneydi bu. Denekler bir odada bazı soruların yer aldığı testi çözüyor ve test sonunda odadaki yetkili, cevap kağıdını koridorun sonundaki başka bir odaya teslim etmesini söylüyor deneğe. Bu teste katılan kişiler için; asıl deney koridora çıktıklarında başlıyor denekler hiç farkında olmadan. Çok dar ve uzun bir koridor ve koridorun karşısından gelen iri yarı bir adam var. Yaklaşık 2 metre boyunda ve 150 kilo civarlarında. Koridor sadece bir kişinin rahatça yürüyebileceği genişlikte. Karşılıklı yürümeye başlıyorlar ve deneklerin bu iri yarı adama ne zaman yol vereceğini ölçüyor kontrolörler. Kimisi birkaç adım kala, kimisi daha 4-5 metre kala kenara çekilip yol veriyor adama. İşte buna kısaca güç mesafesi diyoruz. Bu deney beni oldukça düşündürmüştü ve trafikte insanların birbirine saygısızca davranmasını da bununla ilişkilendirmeye başladım biraz. Trafikteki davranışlarımız konusunda da değişik fikirlerim var hatta bu kitabı okumadan önce kendimce bazı çıkarımlar yapıp artık ben de trafikteki insanlara saygısızca davranmaya başlamıştım bunu da söylemem gerek. Sadece ne olacağını görmek için. Kimsenin çok fazla umursamadığını gördüm. Sadece birkaç kez korna yedim veya en azından belki biraz da küfür. Fakat o kişiyi, daha sonrasında bir daha görmüyorsunuz. Bu da ona saygısızca davranma hakkını size veriyor gibi bir çıkarım yapmıştım. Sonrasında bu deneyi görünce bunun sadece saygıyla ilgili olmadığını düşünmeye başladım ve aynısını denemek istedim. Bunun için oldukça elverişli bir ortamım da vardı. Her gün sabah zaten yürüyüşe çıkıyordum ve bu deneyi test etmek için daha uygun bir yer de olamaz sanırım. Bu arada burada bahsetmem gereken konu dışı bir konu da, aslında bu konu dışının da dış konusu oluyor fakat birazdan toparlayacağız merak etmeyin. Düzenli bir şekilde yürüyüş yapmak insanın günlük yaşamında değişik bir öneme sahip bence. Ben bu yürüyüşleri ayrıca daha da verimli yapabilmek için sesli kitap da dinlemeye başladım. Şimdi reklamlar, der gibi bir geçiş oldu çoğu yayında karşılaştığımız o çiğlikte, fakat korkmayın öyle değil. Eski okuma alışkanlıklarımdan bayadır uzaklaşmıştım biraz, birkaç ayda belki 1 kitap ancak okuyacak seviyelere kadar düşmüştüm. Her sabah erkenden kalkıp 1 saat yürüyüş yapmak ve işe giden insanları izlemek gibi bir alışkanlık edindim son zamanlarda ve bunun üstüne bir de neden bu zamanımı daha iyi değerlendirmiyorum diyerek sesli kitap dinlemeye başladım bu 1 saat içinde. Sanırım bu şekilde ortalama haftada 1 kitap bitiriyorum. Bir de kişisel olarak genellikle duymaya karşı daha değişik bir hassasiyetim var, bunu da babama borçluyum. Daha henüz anne karnındayken bana sürekli müzik ve radyo dinletmiş. Kendimi bildim bileli bir şey dinlemeden veya bir ses olmadan uyuyamıyorum büyük ihtimalle bu sebepten. Her neyse, bu yürüyüşlerde, sabah 7-7:30 gibi çıkıyorum, kalabalık caddeler olmadığı için sakin bir yürüyüş zamanını biraz daha alengirli bir hale çevirdim. Artık yolda yürürken kimseye yol vermeyecektim ve kendime bazı kurallar da koydum. Mesela karşımdan gelen birinin özellikle tam karşısına konumlamayacaktım kendimi çünkü bu biraz yapay görünürdü. Ya da çok yaşlı insanlarda bunu denemeyecektim. Yani yaşlılar hariç, sadece kendi izlediğim yürüyüş düzleminde gidip neler olacağını merakla bekleyecektim. Ha bir de yolun sadece sağ tarafından gidecektim ki bu zaten genel geçer bir kural. İlk gün 2 tane kadınla çarpıştım. Geriye kalan aynı karşı düzlemimde gelen herkes yol verdi. Aynı deneydeki gibi kimisi 4-5 metre kala, kimisi birkaç adım kala yolumdan çekildi. Bu ayrıca bana değişik bir haz verdi. O gün fark ettim ki, ben genellikle böyle bir durumda hep yol veren taraf oluyormuşum daha önce. Bu alışkanlığımı da pasife almak zor oldu biraz. Trafikte de bu böyleydi daha önce bahsettiğim gibi artık karşı taraftan daha saygısızca davranıp kendimce bir şeyler deniyorum orda da. Çarpıştığım iki kadın da bana garip bir şekilde baktı. Sanki yol tamamen onların hakkı ve ben orada ne arıyorum der gibi süzdüler beni sinirli bir şekilde. Ben de ilkinin bana attığı bu bakışın aynısını ikinciye attım. İkimiz de birbirimize tiksintiyle baktık bir süre. 2. gün yine sadece 2 kadınla çarpıştım. Bir tanesiyle karşıdan karşıya geçerken üstelik, yolun sağ tarafından giderken. Yine aynı şekilde bakıştık bu insanlarla da. Sonraki günlerde 1 tane genç bir çocukla çarpıştım sadece, belki de benim artık daha kendimden emin hareket etmemden veya başka bir nedenden, başka kimseyle çarpışmadım. Karşımdaki herkes yol verdi. Üstelik bir kısmı bunu fark etmeden yapıyor aynı benim daha önce yaptığım gibi. Bir kısmı garip bakışlarla yol veriyor. Bazıları da tam çarpmak üzereyken çekiliyor. Burada benim dikkatimi çeken kesim yol verenler tabi. Bir de bu yürüyüş alanı, asıl deneydeki koridor gibi de değil geniş kaldırımlar var. İki tarafın da yol hakkı eşit ama iki taraf da aynı istikamette devam ederse, bir çarpışma olacak. İkisinin de yoldan çekilmesi veya yürüme düzlemini değiştirmesini gerektirecek bireysel bir durum yok. Kendi düzleminde gidiyor herkes ama bir taraf bu yol verme eylemini yapmak zorunda. Bu çok enteresan bir düşünce. Bu arada yarından itibaren kimse kimseye yol vermesin bakalım neler oluyor demiyorum tabi. Kibarlık her zaman iyidir fakat bu deneyden başka bir şey çıkartacağız, zaten belki de o yüzden böyle uzun uzadıya anlattım.
İşte aynı Çizginin Dışındakiler kitabında geçen bu deneydeki gibi aramızda görünmez bir güç mesafesi var. Otorite karşısında itiraz edemeyenler, bunu belki farkında bile olmadan yapıyorlar çoğu zaman. Ya da farkında olsalar bile kendilerini yapmak zorunda hissediyorlar. Bu, çoğu kişi için ölümcül olmayabilir fakat bir uçağı düşürmeye yetebiliyor. Ya da bireysel olarak önemsiz görünse de, toplumsal olarak otoriteyle aramıza geniş bir güç mesafesi koyduğumuzda bunun sonuçlarına tüm toplum olarak boyun eğmemiz gerekiyor. Sri Lanka’da yaşananlar da tam olarak bu işte. Ülkenin bir aileye gücü vermesi ve otorite karşısında itiraz edememesinin sonuçları olarak görüyorum bu krizi. Bu ailenin konutları ve saraylarının işgal edilmesi, onların yataklarında yatmak, havuzlarına girmek belki basit bir isyan gibi görünebilir ama tüm bu eylemlerin, güç mesafesinden kaynaklanan simgesel bir anlamı var.
Tüm bu durum yine de herkes için büyük bir sürpriz aslında. Gerçek dışı gibi görünen bu hükümet binalarının işgali, Rajapaksa ailesinin konutlarından kovulması, başkan ve ailesinin ülkeden kaçmak zorunda kalması, hepsi oldukça sürreal geliyor. Çünkü, daha çok geçmiş olmayan bir zamanda Sir Lanka Güney Asya’nın parlayan yıldızıydı. 1950’lere kadar İngiliz kolonisi bir ülke burası bu arada. Henüz daha 20 yıl önce iç savaşlar durulup stabilite sağlanıyor gibi görünüyordu. Daha 3-4 sene öncesinde burada yaşayan dijital göçebelerin hayatlarını izliyordum Youtube’dan. 90’lardaki iç savaştan sonra 2000’lerin ortalarına doğru barış sağlanmış gibiydi ve bir anda ülke büyük bir atılıma geçti. Başkent Colombo’da lüks binalar yükseldi, turizm teşvik edildi, ülkenin kişi başına geliri sürekli artan bir grafikle büyümeye başlamıştı ve her şey çok iyi gidiyor gibi görünüyordu. Ta ki bu ekonomik krize kadar. Resmi verilere göre şu anda yıllık %70 civarında enflasyon var, bağımsız kuruluşlarca ya da mesela en son John Hopkins Üniversitesinin araştırmasına göre bu oran %130.
Peki, henüz daha 3-4 yıl önce fakir ama bu kadar umut vadeden bir ülkeden, nasıl devlet başkanın sarayının işgal edildiği noktaya geldik? Aslında her şeyi daha net kavrayabilmek için tekrar 2005 yıllarına geri dönmemiz gerekli. Çiftçilik üzerinden büyük bir zenginlik elde eden Rajapaksa ailesinin en büyüğü Mahinda Rajapaksa başkanlık için aday oldu bu dönemde. Aile bundan çok daha öncesinde de politikayla ilgileniyordu zaten ve ülkenin en zenginlerinden, tanınan bir aileydi. Mahinda sivil savaşı bitireceğini ve huzuru sağlayacağını vaat etti. Etkinliğiyle ve zaten var olan ekonomik gücüyle birlikte başkan olarak seçildi. Yaptığı ilk iş; orduda üst düzey bir komutan olan kardeşini Savunma Bakanı olarak atamak oldu. Ve birlikte, belki bazılarının ismini hatırlayacağı ayrılıkçı grup Tamil Kaplanlarını çok şiddetli operasyonlar sonucunda bitirdiler. Savaş dönemi artık kapanmıştı fakat Birleşmiş Milletler raporlarına göre tüm bu sivil savaş sonucunda yaklaşık 100 bin kişi hayatını kaybetmişti. Sri Lanka’nın yeni hükümeti bu rakamın tahmini 40 bin civarında olduğunu söyledi ve herhangi bir bağımsız denetime izin vermedi. Ki bu ölü rakamlarını tartışmak kendi içinde başlı başına bir problem fakat, Rajapaksa ailesi artık savaşı bitirmişti ve halk tarafından kahraman ilan edildiler. Bu yeni huzur dönemini başlatmaları onlara büyük bir kredi verdi.
Mahinda Rajapaksa, devlet başkanı seçilip savaş kahramanı ilan edildikten sonra; her başkan gibi aslında ülkesini geliştirmek istedi. Bu noktada seçilmiş hükümetlerin neredeyse dünyanın her yerinde yozlaşması üzerine detaylara girmek istemiyorum, bu konuda yazılmış en önemli kitaplardan biri daha önce dediğim gibi George Orwell’in Hayvan Çiftliği, oraya bakabilirsiniz. Sanırım sistemin kendisi, sizi bir noktada yozlaşmaya itiyor bile olabilir ama tam olarak emin değilim bundan. Rajapaksa’lar ülkeyi doğunun yeni Singapur’u haline getirmek gibi bir hayalle yola çıktılar ve bu hiç de fena olmayan bir fikir. Fakat savaşı bitirmek için ve ayrılıkçı grupları temizlemek için ülkenin neredeyse tüm kaynakları kullanılmıştı. Kasada bu hayal ettikleri gelişim için yeterli paraları yoktu. Bu yüzden borç almak zorundaydılar. Ve Mahinda Rajapaksa, IMF’ye gitti, Japonya’ya Çin’e gitti. Hatta savaş dönemi zıtlaştıkları Hindistan’a bile gitti ülkeyi yeniden finanse edecekleri parayı toplayabilmek için. Bu paraları topladılar ve ellerindeki kapitalle ne yaptılar dersiniz? Yol yaptılar. Limanlar yaptılar, havaalanları inşa ettiler. Güney Asya’nın parlayan yıldızı hayalini gerçeğe dönüştürebilmek için aldıkları borçları böyle mega projelere yatırdılar. Ve bu en azından bir süreliğe işe yaramış gibi görünüyor. Tam bu noktada ülkenin ekonomik yapısına tekrar bakmakta fayda var. Sri Lanka çoğunlukla dışarıya tekstil ve hazır giyim ürünleri ihraç ediyor. Tabi bir de yine en önemli ihraç kalemlerinden biri çay. Bunun yanında neredeyse tüm kendi ihtiyaçlarını da dışarıdan karşılayan bir ülke. Genellikle çok aşırıya kaçmasa da sürekli olarak bir cari açık yaratıyorlar bu ekonomik modelle. Rajapaksa bunu değiştirebileceğini düşündü, ülkeyi modernize etmeye çalışırken tüm yaptıkları mega projelerle. Artık Sri Lanka turizm ile de ön plana çıkmaya başlamıştı ve ülkeye dolar girişi ciddi seviyelere gelmeye başlıyordu bir süre sonra.
Ve neredeyse çok kısa bir zamanda 5 yıldızlı oteller, doğuda Tayland ve Endonezya bölgesinde gördüğümüz lüks tatil villalarının benzerleri, havalimanları, yeniden yapılandırılmış plajlar… derken bir tatil cennetine dönüştü ada.Reklam çalışmalarıyla birlikte dünyanın her yerinden; özellikle Rusya, Ukrayna, İngiltere ve diğer Avrupa bloğu ülkelerinden turist akını yaşadılar. Ülkenin turizm atağıyla, Çin ve Hindistan’daki yeni orta sınıfın da en uğrak yerlerinden biri olmaya başladı. Ve ekonomi ayağa kalkmış gibi göründü, yani bu turizm yatırımları karşılığını verdi gibi. İnsanlar gelmeye başladı ve bu insanlar doğal olarak döviz taşıdı ülkeye. Sadece Mahinda Rajapaksi’nin ilk seçildiği 2005’ten 2015’e kadar ekonomileri 3 kat büyüdü. Bu çok ciddi bir rakam. Zaten büyük bir çoğunluğumuz sanırım 2010’lardan sonra Sri Lanka adını duymaya başlamıştık. Fakat bu büyüme tüm Sri Lankalıların hayatını aynı ölçüde etkiledi diyemeyiz. Özellikle daha kırsalda yaşayan ve pirinç, çay gibi ürünler üreten sıradan insanların hayatında çok ciddi iyileştirmeler olmadı. Bunu özellikle bu bölgelere yakın yerlerde konaklayan turistlerin videolarından biz de izledik. Buna rağmen, 2018’lerde haber sitelerinde Sri Lanka başkenti Colombo’da yapılacak mega projeyle denize kum doldurularak oluşturulacak yarımadada yeni bir bölge kurulması gibi uçuk planlar gündemdeydi. Bununla ilgili haberlerden bir kesit notlar kısmına bırakırım. 15 milyar dolarlık bu projenin sadece 3 milyar dolarlık kısmı bu kum doldurma işinde kullanılacağı öngörülüyordu, düşünün yanı projenin çılgınlığını. Dubai, Hong Kong gibi yerlerle yarışacak ihtişamda bir yer inşa etmek istiyorlardı.
Özellikle başkent Colombo sakinleri bu tarz mega projelerle birlikte inşaat destekli turizm ekonomisinden tabi ki belirli ölçüde faydalandı. Yeni bir orta sınıf bile yaratıldı diyebiliriz. Ailelerinin kendilerine sunamadığı imkanları bu yeni orta sınıf kendi çocuklarına sunabilmeye başladı. Eğitim, temel ihtiyaçlar ve eğlence alanında kendini tatmin edebilen bu yeni sınıf oldukça memnundu ve Rajapaksaların ülkeyi kalkındırmak için uyguladıkları yöntemler çalışıyor gibi görünüyordu. Fakat daha sonra, aslında pek çok kişinin pek de dikkat etmediği ufak çatlaklar görülmeye başlandı bu sistemde. Ülke olarak o kadar çok borcun altına girmişlerdi ki, özellikle Çin’den aldıkları yüklü ve kısa vadeli borçların faiz ödemelerini bile yapmakta zorlanır hale geldi hükümet. Üretime dayalı olmadan yapılan tüketimin geri dönüşü genellikle hep aynı şekilde sonuçlanıyor. Rajapaksalar bu borçların en azından faizlerini ödeyebilmek için ve biraz da darboğazdan çıkmak için yeni borçlar aldılar. Aynı kredi kartı limitlerini doldurup ve bunu ödeyecek paran olmasa bile en azından asgarisini ödemeye benziyor biraz bu durum. Bunu yapabilmek için de kartlara takla attırmak dediğimiz sistemi koca bir ülke olarak yaptığınızı düşünün. Bu sadece kendi kendini yiyen bir yılan hikayesi gibi bitebilir bunu da çok iyi biliyoruz bir çoğumuz. Milyarlarca dolar borç almaya devam ediyorlardı ve bu borcu geri dönüşü olabilecek projelere de yatırmıyorlardı üstelik. Savurgan bir şekilde ellerindeki yeni parayı da dağıttılar. Mesela 25 bin kişilik bir şehre, 35.000 kişilik devasa bir kriket stadyumu yaptırdılar. Tabi ki devlet başkanı Mahinda Rajapaksa’nın ismi verildi stada. Ulaşımın hiç kolay olmadığı ve cazibe merkezinde yer almayan bu stadı tabi ki hiçbir zaman dolduramadılar. Bunun yanında yine kendi ölçeklerine göre mega havalimanları inşa ettiler. Kimsenin inmediği, turistik bölgelerin uzağında, günde sadece birkaç uçak trafiğinin olduğu bu havalimanı projelerine milyonlarca dolar harcadılar. Yeni limanlar inşa ettiler yine aynı hikâye. Bu projelerin büyük bir kısmı hiçbir zaman hiçbir şekilde bir gelir üretimi yapamadı. Tam bu noktada, halk yavaş yavaş hükümette bir yozlaşma ve yolsuzluk olduğu şüphesine kapıldı. Çünkü bu kimsenin kullanmadığı ve bir geri dönüşü olmayan mega projeler yapıldıkça, belirli bir kesimin zenginliğine zenginlik kattığını gördüler. Özellikle Rajapaksa ailesi ve onlara yakın olanların multi milyoner oluşuna yakından tanık oldular. Ultra lüks evlerde kalıyorlardı, ultra lüks araçlara biniyorlardı, giydikleri kıyafetler, süs eşyaları bile sıradan halkın 1 yıllık kazancından daha fazlaydı. Yine de tüm bunlar görülmesine rağmen ekonomi hala öyle çok kötü falan da değildi. Kişi başına yurt içi hasıla artmıştı, insanların eskisine göre alım güçleri daha da artmıştı. Turistler de geliyordu, yabancı sıcak para herkese tatlı gelir sonuçta. Dışardan bakan biri için; özellikle reklamların pompalanmasıyla ülke adeta bir cennet gibi görünüyordu ayrıca.
Sonra muhalefet tarafından bazı ilgili kişiler hükümetin bilançolarına daha dikkatli bakmaya başladı. Endişelilerdi çünkü bu şekilde bir borçlanma ve geri dönüşü olmayan yatırımların yarattığı yeni borç dağlarının devam etmesi mümkün değildi. Eğer hükümet aynı şekilde borçlanmaya ve çılgın projeler yapmaya devam ederse tüm ülkenin parçalanacağını tahmin ettiler. Ve 2015’lere gelindiğinde, muhalefet bu iddialarının arkasına halkın desteğini de almayı başardı ve seçimi kazandılar. Rajapaksa’ların bıraktığı bu devasa borç yığınını tekrar yapılandırmak için yabancı ülkelerle ve İMF ile görüşmelere başladılar. Ödemeler dengesi sağlayabilmek için de tabi ki yeni borçlar almaya devam ettiler. Ve sadece bir dönemlik bu değişimden sonra aslında gidişat anlamında çok da bir şey değişmeyince bu muhalefetin hükümeti de yıkıldı ve 2019 yılında Rajapaksa’lar gücü tekrar eline aldılar. Bu sefer Mahinda’nın küçük kardeşi eski savunma bakanı Gotabaya Rajapaksa Devlet Başkanı görevine getirildi. Ve tabi ki abisini de hemen Başbakan olarak atayarak tekrar dümeni ellerine aldılar. Ve yine tabi ki kaldıkları yerden devam ettiler. Daha da fazla borç almaya başladılar ve problemi iyice çözülemez bir hale soktular. Yine de tüm bu sürdürülemez gibi görünen ekonomi modeli en azından turizm sayesinde bir şekilde sıcak parayla birlikte nakit üretebiliyordu. Sistem bir şekilde ağır aksak da olsa çalışıyordu. Ta ki covid krizine kadar. Özellikle Çin’den, İngiltere’den, Rusya’dan her zamanki bekledikleri turistler artık gelemiyordu. Zaten herkes ülkelerini kapatmıştı tabi Sri Lanka’da farklı değil, onlar da tamamen kapanma uyguladılar. Dünyanın her yerinde bu tam kapanmalar ekonomilerin tamamen durmasına neden oldu ama Sri Lanka’nın durumu için bunun çok daha özel bir olay olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü tüm kasayı bastıkları tek bahisleri turizm üzerine bir ekonomik modeldi onların. En azından bir süre bu şekilde idare ettikten sonra, artık yavaş yavaş tam kapanmalar kalktı ve yasaklar gevşetilmeye başladıkça insanlar da tekrar evlerinden çıkmaya başladı. Fakat bıraktıklarından daha farklı bir Sri Lanka ile karşılaştılar. Çoğu zaman benzinliklerde yeterli yakıt bulamıyorlardı ya da marketlerde raflar sürekli dolu değildi ve bazı ürünlere ulaşamamaya başladılar. Ufak bir kıtlık problemi vardı ve bu durum yine de çok doğaldı çünkü tüm dünya durmuştu ve tekrar çalışmaya başlamak, makinenin çarklarının tekrar aynı hızda dönmesini sağlamak öyle hemen gerçekleşecek bir durum değil. Kontağı kapatıp sonra yeniden marşa basıp aracı tekrar çalıştırmaya benzemiyor bu iş. 2021 sonlarına kadar durum böyle devam ederken ve belki biraz da ümit varken, sonrasında 2022 başlarında Rusya-Ukrayna savaşı patladı. Bu savaş zaten tükettiği her şeyi dışa bağımlı bir şekilde alan Sri Lanka için felaketin başlangıcı oldu diyebiliriz. Mal ve hizmet fiyatları çok hızlı bir şekilde artışa geçti. 1-2 ay içinde para birimleri dolara karşı %50 civarında değer kaybetti. Enflasyon hızlı bir şekilde %30 üzerine fırladı. Dışarıdan dolar girişi kesilince, cari açık tavan yaptı ve ülke artık borçlarının faizini bile ödeyemeyecek bir noktaya geldi. Okullar tatil edildi, çünkü okullara verilecek elektrik bile yoktu. Benzin istasyonlarında günün sadece belirli saatlerinde yakıt vardı ve inanılmaz kuyruklar oluştu binlerce araçlık. Bir süre sonra petrolleri tamamen bitti.
İnsanlar yiyecek gıda, hastalıkların tedavisi için ilaç bile bulamamaya başladı. Ve bu da sonun başlangıcı oldu bir bakıma. Tam bu dönemlerde protestolar görülmeye başlandı. Bu küçük gruplarla başlayan protestolar, çok beklenmedik bir şekilde kısa bir sürede yüzbinlerce destekçi buldu ve girişte konuştuğumuz olaylar sonucunda hükümet devrildi. Aristoteles’in dediği gibi “Yoksulluk, devrimin ve suçun kaynağıdır.” ya da bizim anlayacağımız dilden Müslüm Baba’nın dediği gibi “Yakarsa dünyayı garipler yakar.”
Fakat şu günlerde tekrardan yeni bir hükümet kurulma aşamasında ve tekrardan İMF, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle yeni yardım ve borç paketleri üzerine görüşmelere başlandığı haberlerini almaya başladık. Halk bir rollercoaster’da gibi belki de 2005’ten sonra eriştikleri refah seviyelerini tamamen kaybetmekle kalmayıp, ekonomik olarak daha da geriye gitti gibi görünüyor. Fakat hiçbir şey olmamış gibi yeni borçlar alınacak ve bu borçlar imtiyazlı gruplara aktarılıp nüfuzlu insanların tekrar kalkınmasını sağlayacak, halkın geri kalanı için durum daha da kötüye gitse bile. Sizi bilmem ama bu hikâye bana oldukça tanıdık geliyor ve belki de bu yüzden genel tarzın dışına çıkıp böyle bir bölüm yapma ihtiyacı hissettim.