/
36 mins read

Büyük Evler, Hızlı Arabalar ve Parlak Şeyler

Küçük bir notla başlayalım önce. Yakın bir zamanda podcastin ekşi sözlük başlığında uzun bir eleştiri girilmiş. Çok hoşuma gitti, aslında eleştirilen şey yayınlarda geçen fikirlerden birisi ve böyle şeyler üzerine konuşmayı da çok sevdiğim için o fikir üzerine bir giriş yapmak istedim. Dinleyici, Bitcoin ile ilgili söylediğim bir söze takılmış, sınıf farklılıklarını ortadan kaldıracağını düşündüğüm bir konuşma üzerine uzun bir eleştiri yazmış ve bence çok haklı, yalnızca bazı noktalar kişisel olarak eksik ve doğru temellere oturmayan, birbiriyle anlam kargaşasına girmiş kavramların zemin olarak birbirine bağlanmayan bir düzlemi üzerinde biraz havada kalmış ama eline sağlık, ne demek istediğini çok iyi anladım. Sanırım ya ben tam anlatamadım ya da yanlış bir cümle kurmuş olabilirim veya dinleyici bir ihtimal yanlış anlamış olabilir konuşmayı bağlamında değerlendirmeden, hangisi olduğunu pek bilmiyorum ama daha detaylı bir şekilde başlangıçta bu fikri biraz açmak istedim.

Sınıf farklılıklarıyla ilgili söylediklerine katılıyorum ve ben de aslında aynı şeyi söylüyorum genel olarak. Fakat şöyle ince bir nokta var Bitcoin ile ilgili. Sınıf derken kastlardan daha çok bahsetmek istiyorum aslında ve efendi-köle ilişkisi üzerinden bir çözüm önerisi sunmaya çalışıyorum. Daha da doğrusu anlatmaya çalışıyorum çünkü bu çözüm önerisini sunan ben değilim, Satoshi Nakamoto. Sınıfsal eşitliğin değil; alım gücünün herkes için eşitlenmesi gerektiğine inanıyorum çünkü doğrusu bu şekilde olabilir. Şu anda neredeyse bir kast sistemi içindeyiz ve sınıflara bu piramit şemasının içinde çok da adil olmayan bir şekilde ayrılmış durumdayız. Tüm bunların merkezinde de para sisteminin yer aldığını düşünüyorum çünkü bu farklılıkları oluşturan, herkesin eşit değil ama adil şartlarda olmamasını sağlayan şey; kâğıt paralar.

Para bir piramit şemasıyla el değiştiriyor

Önce, paranın değerinden en çok ona en yakın olanlar faydalanıyor ve bu değersiz kâğıt parçalarıyla varlıklar alıyorlar, iş gücü satın alıyorlar. Zaman ve enerji satın alıyorlar. Emek satın alıyorlar. Bize kağıtları veriyorlar ve kendileri makinenin başında oturuyorlar veya orada oturanlara yakın duruyorlar. Biz de bu kağıtların karşılığında kendi benliğimizi onlara teslim ediyoruz. Burada bana göre çok çok büyük bir problem var. Eğer elimizdeki kağıtlardan biraz kenara ayırabilirsek, buna fırsatımız olursa -ki enflasyon sebebiyle çoğunlukla bu fırsatı da yaratamıyoruz fakat diyelim ki; bu kast sistemi içinde en alt sınıfta değiliz ve bu yayınları dinleyenlerin birçoğunun da en altta yer almadığını düşünüyorum çünkü buraya ulaşmak için sanırım belirli bir sınırı geçmiş olmak gerekiyor. Tabi ki herkes için geçerli olmayan bir şey olabilir bu ama istatistiksel açıdan bakarsak en azından yüksek ihtimalle %95 için durumun böyle olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. %5’lik taraf da bu arada yanlış anlamasın beni, sadece bu resmi bir önümüze dökmemiz gerekiyordu. Şimdi buradan bakınca, tekrar elimizdeki kağıtlara geri dönersek; yapabileceğimiz en iyi şeyin bir araba, bir ev ve belki pahalı oyuncaklar alabilme yeteneğine sahip olduğumuzu görüyoruz. Bu da zaten bugünkü konumuzun temelini oluşturuyor yani aslında o entry’i yazan arkadaşa konuyu biraz açmak isterken, aynı zamanda bölüm için de bir alt metin oluşturmaya çalışıyorum ve bir taşla iki kuş vurmuş olacağız böylece.

Hepimiz için son zamanlarda konuşulan “universal basic income” diye tabir edilen ve birçok kişinin böyle bir gelirin temel bir ihtiyaç olduğunu söylemeye başladığı bir dönemde; yani herkesin fakirlikten kurtarılmak istendiği bir zaman diliminde, böyle söylemlerin fazla romantik ve biraz da fantezi dünyasına ait olduğunu söylemem gerekiyor. Bana göre paranın bir akış şeması var -ya da olmalı en azından-

Para, kendinin güvende ellerde olduğunu hissettiği zaman orada kalmak istiyor ve eğer kullanışsız bir şekilde elinde tutmak isteyenlerin cebine, yastık altına girerse; hızlı bir şekilde orayı terk etmek istiyor. Bu anlamda becerikli insanlar daha fazla kazanabilmeli diğerlerine göre veya anlamlı bir enerji tüketenler, kolektiviteye katkıda bulunanlar, bizi bir adım daha ileriye taşımaya çalışanların para için güvenilir kişiler olduğunu söyleyebiliriz eğer parayla nasıl ilişki kurmaları gerektiğini anlarlarsa. Fakat biz genellikle şununla karşılaşıyoruz; otorite, parayı istediği gibi dağıtabiliyor. İstediği kişinin istediği mal varlığına müdahale edebiliyor ve yine canının istediği gibi etik ve adil olmayan bir şekilde birilerinden alıp, diğerlerine verebiliyor, parayı. Çünkü tüm kontrol onun elinde. Biz bu kâğıt parçalarına istek duymaya devam ettikçe -ki yapabileceğimiz başka hiçbir şey de yoktu- Bitcoin gelene kadar, bu akış şeması aynı şekilde devam edecek. Benim itirazda bulunduğum eşitsizlik, kast sistemine dönüşmüş sınıfsal ayrışma ve etik olmayan bir paylaşım biçimi sonucunda para sisteminin bizim kanserli hücrelerimize dönüşmüş olması kısmı. Yani kısaca herkesin eşit olacağı bir dünya hayali kurmuyorum fakat herkesin adil olabileceği bir dünyayı istiyorum. İkisi arasında da çok büyük bir fark olduğunu düşünüyorum. Bölüme tam olarak giriş yapmadan önce bu uzun girişin ardından BtcTürk Hisse uygulamasından biraz söz edelim önce. 

Artık pay piyasaları özelinde BtcTürk Grup’un Sermaye Piyasası Kurulundan geniş yetkili aracı kurum lisansı alarak Eliptik Yatırım Menkul Değerler A.Ş. adı altında yeni nesil bir yatırım hizmeti platformu var. Self servis olarak hizmet veriyor ve tamamen dijital bir platform. 7/24 canlı destek hizmeti ve para transferi anlayışı bulunuyor. Basitçe tarif etmek gerekirse kripto tarafında sorunsuz ve kesintisiz bir şekilde oldukça stabil çalışan uygulamanın hisse tarafı yapılmış durumda. Para çekme ve yatırma konusunda haftanın her günü işlem yapılabiliyor. Ve bunun üstüne, belki de en önemlisi alım satımla ilgili pay işlemlerinde T+2 takas süresi için Hemen Kullan adında getirilen yeni bir özellik var. Yani talepte bulunmanız durumunda, takasta yer alan satış bedellerinizi cüzi bir komisyon karşılığında T+0 süresinde, aynı gün içinde yatırım hesabınıza aktarabiliyorsunuz. Takas süresi piyasalar için belki gerekli bir durum ama takasta bekleyen paranızı hemen kullanabiliyor olmak, çok iyi bir fikir piyasalarda özellikle alım-satım işlemlerini sıklıkla yapanlar için veya paraya anında ihtiyacı olanlar için. Kullanım için 100TL’lik bir alt limit var ve bu limit çok makul bir seviyede görünüyor.

Bunun haricinde yine bence önemli bir özellik nemalandırma seçeneği. Bankaların serbest hesaplarında olan günlük faiz işletimine benzer şekilde hisse uygulamasında, yani portföyünüzün nakit olarak bekleyen kısmında nemalandırma seçeneği var, yine 100TL limitle -ki benim kullandığım banka uygulamasında yanlış hatırlamıyorsam 2.500 – 3.000 TL gibi bir sınırda başlıyordu günlük faiz işletmesi. Herhangi bir kredi kartı borcu veya ona benzer son tarihli ödeyeceğim bir şeyde burada parayı bekleterek ekstra bir avantaj yaratmak mümkün olabiliyor ve benim sık kullandığım bir şeydi. Eliptik Yatırım da yine aynı şekilde bakiyenizi 100TL üstünde olması durumunda nemalandırmak isterseniz gecelik faizle değerlendirmenize fırsat sağlıyor ve ekstra bir avantaj yaratabiliyorsunuz. Hesaptan anlık para transferleri de 7/24 gerçekleştirilebildiğini düşünürsek, neredeyse bir günlük getiri yaratılabilen, aynı zamanda hızlı ve efektif bir şekilde yatırım yapılabilen bir banka hesabına dönüşüyor uygulama. Şu anda Borsa İstanbul tarafı var fakat çok uzak olmayan bir gelecekte Amerikan borsaları da yer alacak, onu da eklemek lazım. O yüzden uygulamaya mutlaka bir bakmanızı tavsiye ederim.

Konuya tekrar dönersek, giriş kısmında sınıfsal eşitlik ve adalet konusuna kısa bir bakış attık ama onu şimdilik rafa kaldıralım; ileride tekrar dönmek istiyorum. Çünkü başka bir noktadan başlamak istiyorum aslında. Modern zamanlarda yaşıyoruz diyoruz, -hatta metamodern- diyebiliriz ama çözümleyemediğimiz birçok problem duruyor önümüzde. İşler karmaşıklaşmaya devam ettikçe bir noktada ipin ucunu da kaçırıyoruz ve problemin ne olduğunu bile unutuyor gibiyiz. Hepimiz hayatta kendimize bir yer edinmeye çalışıyoruz ama bu edinim savaşı; daha çok materyaller üzerinden besleniyor. Ne kadar çok materyal sahibi olursak, o kadar fazla yer kapladığımızı düşünüyoruz. Hacmimizi büyümüş gibi görüyoruz, kendimizi olduğundan büyük göstermeye çalışıyoruz. Hafta sonlarını AVM’lerde, IKEA mağazalarında gezinerek harcıyoruz ve bir sonraki alışverişimizin, alışveriş listemizdeki onay işareti koyacağımız kutucuklarda bekleyen o nesnelerin ediniminin, problemlerimizi hafifleterek azaltacağını düşünüyoruz. Aslında modern zamanlarda falan değiliz, sadece kendimizi tatmin etmenin çok kolay yollarını bulabileceğimiz anti-modern bir dönemin içindeyiz. Hızlı tüketim, hızlı alışveriş, hızlı yemek, hızlandırılmış videolar, ses dosyaları ve geri kalan her şeyin yine hemen olacağı, olması gerektiği fikriyle kendi zamanımızın kontrolünü elimizde tutabildiğimizi sanıyoruz. Yüksek ihtimalle birçoğunuz şu anda bu yayını 1,5x civarında bir hızla dinliyor bile olabilir ve bunun size zaman kazandıracağını hesap ediyor olabilirsiniz fakat ben bundan pek emin değilim. Hepimizin sadece 24 saati var evet, ancak herkesin 24 saatini eşit olarak kabul edemeyiz. Zamanın göreliliğini bir kenara bıraksak bile; dışarıdan bir gözlemcinin göreli zaman anlayışını sıfırlasak bile; uzaktan bakıldığında aslında hiçbirimiz, hiç kimsenin umurunda değiliz. Sadece biz böyle olmasını bekliyoruz ve bunu sağlayabilmek için tüketerek var olmaya çalışıyoruz ve zamanımızın değerini anlamsız eşyalarda saklayarak göstermeyi seviyoruz. Büyük evler, hızlı arabalar ve parlak nesneler bizim için ulaşılması gereken ilk hedeflerin başında geliyor. Çünkü bunlarla kendimizi tanımlayabiliyoruz ve var olduğumuzu kanıtlamış oluyoruz. Burada da bir paradoks var aslında. Bu kanıtı sunabilmek için; bir yarış halindeyiz. Daha iyiye, daha büyüğe, daha hızlıya, daha parlak olana ulaşma yarışı. Hiçbir zaman için sonu gelmeyecek bir fare yarışı. Ulaşmak istediğimiz nokta aslında mutluluk olarak görünüyor; kimisi için belki yanında güç olabilir. Otorite sahibi olmak olabilir. Ya da para sahibi olmak olabilir. Kendimizi bunlarla tanımlıyoruz ve bu hedeflerimize ulaşabilmek için ise; tüketebildiğimiz kadar tüketmemiz gerektiğine inanıyoruz çünkü birikimin ne anlama geldiğini tam olarak kavramış değiliz.

Ben tekrardan temele dönmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yaptığımız şeyler, temel anlamda bakıldığında bir var olma savaşı ve mutluluk arayışı ama beklentilerimiz tam olarak bu arayışları yansıtamıyor gibi. Tabi işin kişisel gelişim kısmı ve kendini gerçekleştirme tarafı belki başka bir konu; biz daha çok işin finansal tarafıyla ilgileniyoruz burada, onu da belirtmek gerekiyor. Hatta bir dipnot olarak şunu da eklemem lazım; kendini gerçekleştirme fikri ve kişisel gelişimi özellikle de bugünkü haliyle zihinsel bir mastürbasyon şeklinde görüyorum. Sağladığı çok az faydanın yanında anlık olarak kısa bir tatminin ardından uzun vadede yetersizliklerle ve tatminsizliklerle bırakıyor insanı. Bunun en büyük sebebini ve buradaki durumu Morgan Housel’in bahsettiği bir olguyla açıklayabiliriz. Ferrari paradoksu olarak adlandırmak istiyorum ben bunu. Kendisi arabadaki adam paradoksu diyor. Şöyle ki; çok lüks bir araç gördüğümüzde baktığımız ilk şey elbette arabanın kendisi öncelikle. Aracı uzaktan şöyle bir inceleyerek bir noktada hayaller kurmaya başlıyoruz; böyle bir aracın sahibi olmanın vereceği hissi hayal etmeye çalışıyoruz. Bu sırada farkında olmasak da aracın içinde bir sürücü de var; yani araç, tek başına aslında bir yerden bir yere gidemez sonuçta. Bir kullanıcısı var -tabii şimdilik diyebiliriz belki- teknoloji ve geleceğin bize neler sunabileceğini tahmin edemeyiz. Yolda böyle bir araçla karşılaştığımızda biz içindekiyle ilgilenmiyoruz, bütün odak noktamız aracın kendisinde oluyor. Buradaki paradoks şurada; şimdi aracın içindeki adamı veya kadını; dışarıdan aracı izleyen bir gözlemci olarak düşünürsek; aynı bizim gibi o da aynı şekilde bu araçla ilgili bazı hayaller kuruyordu. Çünkü böyle bir aracın zenginlik ve varlıkla çok alakalı olduğunu düşünüyordu. Eşya edinimlerimizle gösteriyoruz varlıkları dedik, daha önce konuştuğumuz gibi. Yani; aracın içindeki sürücüyle kimse ilgilenmiyor. Fakat bizim gibi dışarıdan izleyen bir gözlemci yerine koyduğumuz o sürücünün amacı; o aracı sürmek ve sahibi olmak. Çünkü dışarıdan bakanların aracına bakacağını ve kendisiyle bir bağlantı kuracağını düşünüyor. Sonuçta aracın sahibi o. Biz de aynı şekilde yaklaşıyoruz buradaki duruma. Eşyaların bizim tamamlayıcı unsurlarımız olduğunu düşünüyoruz. Ve paradoks şurada başlıyor; biz, bu araca sahip olma amacımızı varlık gösterimi olarak belirlediğimizde ve diyelim ki bir noktada araca ulaştığımızda, edindiğimizde; bu kez dışarıdan bakan bize gözlemciler yine aynı şekilde bizi hiçe sayıp tamamen araçla ilgilenecekler. Ve onlar da böyle bir şeye ulaşırlarsa yine aynen paradoks devam edecek. Onları da dışarıdan izleyenler araçla ilgilenecek, direksiyonda kendilerini hayal edecekler. Yani kısaca; aslında buradaki amaç, hayal, direksiyona oturmakken ve direksiyonda kendinin olduğunu göstermekken; dışarıdan bakıldığında kimse aracı kimin kullandığıyla pek ilgilenmiyor çünkü herkes kendisini düşünüyor. Ayrıca herhangi bir başka eşya veya varlıkla ilgili de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Hepimizin ortak hayallerinden biri yine çok büyük bir ev olabilir. Hatta yüksek ihtimalle bahçeli, dublex veya villa tarzında bir ev olabilir bu. Aynı şey burada da geçerli. Ya da benzer bir şekilde çok daha küçük nesneler için telefon, bilgisayar, tablet gibi oyuncaklar için bile geçerli aynı şeyler.

Kullandığımız ve sahibi olduğumuz eşyalar, bir noktada bizim sahibimiz olmaya başlıyorlar. Böyle hayaller kurmakla ilgili çok ciddi bir tehlike olduğunu düşünüyorum çünkü bu hayalleri yüksek ihtimalle içsel sebeplerle birlikte oluşturmadık. Herkes böyle şeylere değer verdiği için biz de böyle hayallerin peşinden koşuyoruz. Bana kalırsa, gerçek özgürlük, aynı Seneca’nın dediği gibi şöyle olabilir:

“Özgürlük, insanların arzularının yerine getirilmesiyle değil; arzunun ortadan kaldırılmasıyla sağlanır.”

Kendini sadece eşya edinimleri üzerinden tanımlayan hiç kimsenin gerçek anlamda özgür kalabileceğini düşünmüyorum. Hatta sınırı “sadece eşya edinimleri” noktasında çizmek bile hatalı olabilir; o noktaya yakın bir arzu olması bile kişinin bağımsızlığını elinden alan en tehlikeli durumlardan birisi. Minimalist bir yaklaşımın hem finansal bağımsızlık açısından hem de bireysel özgürlüklerimiz açısından çok daha doğru bir tarz olduğunu düşünüyorum ve bazen bahsettiğim detaylar var bunlarla ilgili. Bir portföy kurarken bile; minimalist olmak, sadeleştirme yapmak ve basite indirgeyerek hareket etmek bugün birçok büyük yatırımcının önerdiği yollardan birisi. Ben de bunun sadece bu aşamada kalmayıp bir hayat felsefesi olması gerektiğine inanıyorum. Daha fazlaya olan açlığımızın bir antidotu minimalizm. Ancak şöyle bir yanlış anlaşılma olabiliyor gördüğüm kadarıyla; gerçek minimalizm daha az eşyaya sahip olmak ya da her şeyden ancak belirli ve sınırlı sayıda edinim yapmakla açıklanabilecek kadar basit bir yaklaşım değil. Minimalizmin alt fikrinin şöyle olması gerekiyor: daha fazlasını edinmek istemekten kendini soyutlamak ve bağımsız bırakmak. Burada yine açgözlülüğümüze de bir vurgu yapabiliriz. Hep daha fazlasını istiyoruz çünkü ve başımızı belaya sokan şeylerden birisi bu da. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama Pascal’ın ya da onun gibi birinin söylediği bir söz vardı: dozaj, zehri belirler gibi bir şey söylüyordu. Bu söz, çok uzun zamandır kafamda yankılanan ve içselleştirdiğim bir yaklaşım. Çünkü sanıyorum çok iyi biliyoruz ki; bugün hemen her şeyin bir kullanım limiti var. Daha da doğrusu bizim bir kapasitemiz var. Kapasitemizin ve kaldırabileceğimizin üzerinde tüketeceğimiz, tüketmek istediğimiz her şey; bizim yüksek doz demek ve bu da zehir demek.

Şöyle bir sonuç çıkarmamız gerekiyor sanırım tüm bunlardan; doğal bir sadelik ve basitlik, içselleştirerek benimsenmeli ve hayatın her alanında uygulamaya konulmalı. Çoğunlukla özgürlük kavramının çok kolay bir şekilde sahip olunabilecek bir kavram olmadığını söylüyorum ve bağımsızlık kelimesini daha fazla kullanıyorum ve bugün işte biraz bu başlığı aslında açmış oluyoruz ve sanıyorum görebildiğiniz gibi; gerçekten de özgür olmak; eğer bir piramit şeması içerisinde olduğumuzu varsayarsak hiyerarşide en tepeye koymamız gereken kavram ve ancak geri kalan birçok şeyden vazgeçebildiğimizde elde edilebildiğini düşünüyorum. Maslow’un Piramidine de bu açıdan çok benziyor ve ben ikisini yan yana değerlendiriyorum. O piramitte hatırlarsanız basamaklar sırasıyla kendini gerçekleştirmeye doğru gidiyordu. Önce fizyolojik ihtiyaçlarımız geliyor, sonrasında güvenlik ihtiyaçlarımız var ve arkasından aile-arkadaşlık gibi kavramlar var. Sonrasında saygınlık kazanma ve en sonunda da kendini tamamlama, kendini gerçekleştirmeye ulaşma kısmı yer alıyor. Bugün konuştuğumuz konu da yine aynı şekilde bir piramit şemasını takip ediyor. En altta tüketim ihtiyaçlarımız yer alıyor bu şemada. Bunlar büyük evler, hızlı arabalar ve parlak şeylerden oluşuyor genellikle. Aslında temel yaşam ihtiyaçlarından çok daha farklı bir şema var burada Maslow’un şemasına göre. Çünkü en alt kademede onun da işaret ettiği temel ihtiyaçlar noktasını biz; zenginlik ve varlıklı olmakla ilişkilendirdiğimizde benzer bir şemayla; en alta arzularımızı koymamız gerekiyor. Bu arzuları da hepimiz çok rahatlıkla kendimiz adına söyleyebiliriz; eğer siz hızlı arabalardan hoşlanmıyorsanız belki onun yerine sürat teknelerini koyabilirsiniz veya büyük evler yerine lüks otelleri ekleyebilirsiniz ama değişen pek bir şey olmayacaktır. Varlık anlamında, insanların büyük bir bölümü sadece bu birinci basamakta yaşıyorlar ve oradan çok memnun gibi de görünüyorlar, dışarıdan bakıldığında. Burada gözlenme paradoksu şeklinde belki değiştirmemiz gerekiyor o arabanın içindeki adamı. Bu basamakta edinimlere ulaşan insanlar dışarıdan gözledikleri insanları taklit ediyorlar ve aynı şeylerin peşinde koşup, aynı şeylere sahip olmaya çalışıyorlar. Sahiplik duygusunu elde ettiklerinde de aradıkları şeyin aslında o olmadığını fark ediyorlar ve bir başka edinimin peşinde koşmaya başlıyorlar fakat bunlar genellikle fiziksel aktiviteler ve zaten o yüzden bana kalırsa büyük bir hata yapıyorlar. Bu paradoksun içinden çıkmalarının pek bir ihtimali yok çünkü içinde bulundukları paradoksun yüksek ihtimalle farkında değiller.

Bu kadar çok insanın bu ilk basamakta yoğunlaşması, sınıfsal piramitlerle de çok ilgili bir konu ve bölümün başında biraz oraya giriş yapmıştık. Tekrar döneceğiz demiştik sınıfsal ayrışmalara. Şimdi yeniden sınıfsal ayrışmaları düşünürsek, ekonomik odaklı olarak; önümüzdeki problemle ilgili aslında yüksek oranda edinimler ve mülkiyetler merkezinde bir tartışma konusu dönüyor. Bu bana çok sağlıklı gelen bir yaklaşım değil fakat ne yazık ki işler bu şekilde yürüyor ve kendimizi tanımlarken işte tüm bunları bir çapa olarak kullanıyoruz. Toplumdaki yerimizi, mevkiimizi ve saygınlığımızı sınıfımızla yansıtabiliyoruz ve o sınıf ayrımında istediğimiz noktada bulunabilmek için de çözümün fiziksel olduğunu düşünüyoruz. Ben buna hiç katılmıyorum. Daha doğrusu katılmak istemiyorum diyebilirim, önümüzde ciddi bir problem var çünkü çözüme kavuşmayan. Parasal sistemin yarattığı bir ayrıcalıkla konum kazanmak üzerine girdiğimiz ayrışma oyununda eğer yeterince başarılı olamazsak; bu konuştuğumuz ilk o alt kademenin bile altında, daha basamaklara adımını atmamış bir konumda bile kalabiliriz. Zaten biraz yukarı çıkabilenler önlerindeki engellerlerle karşılaşıyorlar ve o noktada isyan etmeye başlıyorlar ama yine bana kalırsa problemin ana kaynağı kendi bakış açılarından kaynaklanıyor ve sistemin zaten adil olmamasından kaynaklanıyor. Sadece bir aşamaya kadar çıkabilirler, aynı şeyleri yapmaya devam ederlerse ve o yüzden zaten ilk basamaktan da ileriye gidemiyorlar. Ellerindekilerle yetinmesini bilenler, daha da doğrusu sürekli olarak kendini eşyalar bakımından güncelleyebilenler çok fazla sesini çıkartmıyor. Sadece belirli bir azınlık itiraz ediyor ve onlar da yine kısıtlı yapabilecekleri değişimlerle hiçbir şeyi değiştiremeden bir noktada oldukları yere hapsoluyorlar. Bunu görmek ve anlamak; buradaki kalabalıktan ayrışarak farklı bir yola girmeye başlamanın ilk aydınlanmalarından biri. Ve dediğim gibi problemin ana kaynağının da otorite-güç ilişkisinde ve otorite-para ilişkisinde saklı olduğunu düşünüyorum ve yanlış bir oyunun içinde olduğumuzu söylüyorum kısaca.

Bu anlamda baktığımızda, kendimi hiç olmadığım kadar özgür hissediyorum ve bunun banka hesaplarıyla veya mülklerle, parlak şeylerle ya da diğer oyuncaklarla hiçbir ilgisi yok. Mutluluğu ve kendini gerçekleştirme arayışını market kataloglarından ya da indirimli ürün bildirimlerinden elde edemezsiniz.

IKEA’dan bütün problemlerinizi çözeceğinizi düşündüğünüz o köşe takımını almak sizi sadece geçici süreliğine uyuşturacak bir fazlalık. Tekrar minimalizm kavramına geri dönmüş oluyoruz burada ve gerçek özgürlüğü elde etmenin yolunun tüketim arzusundan kurtulmakla başlayacağının sağlamasını almış oluyoruz bir bakıma. Para sistemini daha önce bir uyuşturucuya benzetmiştim, daha da doğrusu bir salgın hastalığa benzetmiştim ve tüketim arzuları için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Konu tekrar birikime bağlanmış oluyor böylece de. Ürettiğinizden daha azını tükettiğinizde çok basit bir matematik olarak uzaklaşmış oluyorsunuz bu uyuşturucu hissinden. Yaşamın yine en temel kurallarından birisi aslında bu. Eğer yine şöyle dönüp türümüze tekrar bir bakarsak; diğer hayvanlara göre bizim yine en önemli farklarımızdan birisi; sadece biz, üretebileceğimizden ya da katkımızdan daha fazlasını tüketebilmenin formülü bulduk ve hesap ödeme zamanını sürekli olarak bir sonraki nesillere bırakarak devam ediyoruz. Keynes’in dediği gibi çok uzun vadede hepimiz ölüyüz ve bırakacağımız hesabı kimin ödeyeceği pek de umurumuzda değil açıkçası, o yüzden. İşte bu denklemi kurduktan sonra kendimize sağlayabileceğimiz en büyük avantajları sağlamaya çalıştık ve piramidin basamaklarından yukarıya tırmanmanın tek yolunun da herklesin yaptığı gibi yaparak, yani taklit ederek yükselebileceğimizi düşündük. Fakat bu bir illüzyon ve kimsenin yükseldiği ya da sınıf atladığı falan yok; tabi kritik bir noktayı takip ederseniz, yani ürettiğinizden daha fazlasını tüketmek isterseniz. Bu size sadece bir illüzyon yaratabilir ve çok da kötü görünmeyebilir ama gerçek olmadığını kabul ettikçe. Yine kritik bir detay. Biz çok rahatlıkla hayal kurabiliyoruz, çok daha tehlikeli olansa kurduğumuz hayallerin gerçek olduğuna dair kendimizi inandırıyoruz. Arabanın koltuğunda biz oturmak istiyoruz ve onun hayalini kuruyoruz. Bunların hiçbirinin gerçek özgürlükle bir alakası yok hatta tam tersine kişinin ne kadar bağımlı olduğunu gösteren edinimler olabilir, tüm bunlar.

Amaç şu olmalı; evet yeterince uzun vadede herkesin hayatta kalma ihtimali sıfıra yakınsıyor fakat; kendi varlığını eşyalarla tamamlamak, onlara tutunmaya çalışmak belki de hiç yaşamıyor olmak demek bile olabilir. Bu daha da kötü bir sonuç olacaktır; uzun vadede hepimizin ölü olma ihtimalinden.

Şimdi basamakta bir kademe daha yukarı çıkalım isterseniz. Finansal güvenlik olarak tanımlamayı seviyorum ben bu kademeyi ve biraz bunun üzerine de konuşmamız gerekiyor. Zaten üst üste katmanlar şeklinde değerlendirdiğimizde hepsi iç içe konular aslında ve tüketmekten çok üretmek kavramıyla birleşen bir konu. “Margin of safety” kavramını birçoğumuz Benjamin Graham’in fiyat-değer analizine göre biliyoruz ancak güvenlik marjı bence hayatımızda çok daha fazla yer kaplamalı. Özellikle de mühendis kökenli biri olarak güvenlik marjı benim gibiler için çok fazla şey ifade ediyor ve finansal güvenlik kavramını da bu açıdan değerlendirmeliyiz. Yapmamız gereken şey aslında çok basit; ürettiğimizden, daha azını harcamak. Bu denklem basit ama kolay değil. Ve sadece bu fikrin üzerine kurulan birçok sektör var kolay olmadığı için. Beslenme ve diyetik alanını yine aynı şekilde bu denklem üzerine kurulan bir dal olarak düşünebiliriz, temel bir açıdan bakarsak. Bildiğimiz gibi obez biri için ya da fazla kilolu biri için uygulanması gereken ilk şeylerden biri; harcadığı enerjiden daha fazlasını yememek olarak basite indirgeyebiliriz durumu. Herkes biliyor bu sonuca nasıl ulaşacağını; fakat kimse konfor alanından pek uzaklaşmak istemiyor ve çaba harcamak, bileşik bir şekilde olacak bir katkının ilk adımlarını yavaş yavaş atıp, uzun bir süre boyunca sonuç görmeden istikrarlı ve kararlı bir şekilde hatta inatçı davranarak sonuca ulaşmak için devam etmiyor kimse. Bir noktada sonuçları göremeyince tekrardan en başa dönüyorlar. Hatta sonuçları görseler bile; bu sadece bir süreliğine uygulanacak bir metot olmadığı için, yani bundan sonraki hayatının tamamında temel bir denklem olarak sürekli uygulaması gereken bir şey olduğundan dolayı, yine bir noktada vazgeçilebiliyor. Spor yapmak da çok benzer bir konu. Spor salonlarının iş modeli; genellikle spora gelmeyenler üzerinden sağladıkları aylık ve yıllık aidatlar üzerine kurulu. Hayatımızın birçok alanında aynı şeyi takip ediyoruz ve bunun üzerine kurulmuş olan birçok sektör var. Spor salonlarının ve beslenme alanının haricinde tüketim sektörü de neredeyse tamamen bunun üzerine kurulmuş durumda. Bizim güvenlik marjımız birçok kişi için günün sonunda bir risk marjına dönüşüyor.

Nasıl bir şey peki bu risk marjı? Hepimizin belli başlı limitleri var, belki bazılarımız kendi limitlerinin farkında olabilir ama sanıyorum yine büyük bir çoğunluk bu limitlerin de farkında olmadığı için problem daha da büyüyor. Güvenlik marjı yerine risk marjını şu şekilde kullanıyoruz genellikle: ortalama boyda birisi için kendine belirlediği aşağı yukarı sınır çektiği bir kilo limiti vardır. Diyor ki; ben 1.80 boyunda biri olarak, kendime sınır şeklinde 100 kiloyu belirliyorum. Eğer bu kiloya ulaşırsam biraz çabalamam gerekiyor ve formumu koruyabilmek için tekrar kilo vermek için çalışmam gerekiyor. Ya da spor salonuna giden birisi, haftanın 3 günü için yaptığı programı önce yavaş yavaş riskli bir noktaya çekmeye başlıyor. Her gün antrenmanlardan bazılarını programdan çıkartabiliyor. Yerine belki daha kolay programlar ekliyor veya harcaması gereken zamanı daha da efektif bir hale getirdiğini düşünerek bazı verim problemlerini çözdüğünü sanıyor. Sonra yavaş yavaş programdaki günleri azaltıyor ve yine bir noktada kendine bir risk limiti belirliyor. Eğer vücudu toparlamazsa, hatta belki bir miktar bozulursa, yeniden en baştan o ilk başlangıç noktasındaki arzu ve isteğe geri dönmeye çalışıyor. Bu arzu ve istek içselleştirilen bir motivasyon kaynağı olmadığı için zaten en başında problemler var ve o yüzden bu kısır döngünün içinde kalarak pek ilerleyemiyor ama çoğunlukla bunun da farkında değil. Kişisel gelişim zımbırtıları zihinsel bir mastürbasyondur derken de aslında bunu kastetmeye çalışıyordum. Çünkü, kısa bir süreliğine seni tamamlaman gereken bütün adımları tamamladığına ve zirveye çok yaklaştığına, problemlerini ve kendini geliştirmek için yapman gerekleri anladığına ikna ediyor. Kendini piramidin zirvesine çıkmış gibi hissediyorsun, fakat bir süreliğine. O yüzden ancak geçici bir zevk ve arzu karşılama metodu olarak düşünebiliriz tüm bunları.

Konumuzla ne ilgisi var tüm bunların diye soran yoktur sanıyorum ama; tekrardan finansal kısma geri dönersek, işte hayatımızdaki neredeyse her alanda olan risk marjı, kişisel finansımız için de geçerli. Yapmamız gerekenin tam tersini uyguluyoruz bu alanda da. Bir güvenlik marjı gözetmek yerine, risk marjı belirliyoruz. Kredi kartı limitlerimiz ve tüketici kredilerimiz aslında bu marjı bizim yerimize belirliyor, yani arkasında bir finans kurumu var, marjı belirleyen. Diyor ki, sen ancak bu kadar borçlanabilirsin ve daha fazlasını kaldıramazsın, senin limitin bu diyorlar. Ve hatta böyle olduğunda yani başka birinin bizim adımıza bu limiti belirlemesini çok fazla dikkate almadığımızda, kendi limitlerimizin de farkına varamıyoruz. Bize sunulan risk marjını bir risk olarak görmemeye başlıyoruz ve bunun bir güvenlik marjı olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Bu çok büyük bir problem ve büyük bir çoğunluğun farkında olmadığı, aynı noktaya sürekli geri dönmesine ve ileriye doğru adım atamamasına sebep olan en kritik detaylardan birisi.

Bunun arkasındaki ekonomik teori aslında sınıfsal ayrışmayı belirli bir sınırlarda tutması için yaratıldı. Eğer sen dürüst ve çalışkan biriysen, eğer bir değer üretiyorsan ve bu değeri üretmeye devam edeceksen; şu anda kazandıklarından daha fazlasını harcamana izin verebiliriz denildi. Bir noktaya da kadar da çalıştı ve elbette kredi kullanmanın bazı avantajları da var. Eğer karşılığını verebilecekseniz tabii ki. Fakat çoğunlukla durum bundan çok daha ileriye gidiyor.

Ekonomi teorisi zaten tamamıyla kredi teorisi üzerine kurulu ve devletlerin kendilerine kısa yol olarak belirlediği kestirme bir değer illüzyonu yaratma yöntemine dönüştü. Aynı şey bireyseller için de geçerli. Herkesin ya da en azından uzun bir vadede değer üreteceğine güvenilen dürüst üreticiler için uygun bir araç olarak görülen kredi, sınıfsal bazı eksiklikleri kapatıyor ve sizi daha üst bir noktayla eşitleyebiliyor, ama bir süreliğine. Türkiye için konuşursak aylık kredi kartı kullanımı; bakın kredi kullanımı değil, sadece kredi kartıyla işlem hacmi yaklaşık olarak 500 milyon TL’nin üzerinde. Bu rakamın içinde çok enteresan bir veri daha var. Kredi kartı kullanma biçimi iki şekilde ayrılıyor ve bu da bizim son zamanlarda keşfettiğimiz yöntemlerden birisi. Sizi sınıfsal olarak bir noktaya kadar eşitleyen bu kartlar; aynı zamanda nakit para kartlarına dönüşmüş durumda, ikinci bir işlev olarak. Nakit avans ve kredi kartı tüketim harcaması oranlarına baktığımızda son birkaç yıldır %10 civarında nakit avans şeklinde kullanılan kartlar özellikle reel negatif borçlanma faiziyle birlikte artarak %30’lara kadar geldi. Birkaç yıl içinde. Sonrasında da negatif faiz – enflasyon ilişkisinde ufak düzeltmeler yapılmasıyla birlikte bu oran tekrardan %20 civarlarına düşmüş durumda ve bu bize bazı şeyler anlatıyor. Biz, ürettiğimizden daha fazlasını dürüst bir şekilde harcama sınırını çoktan geçtik. Fırsatını bulduğumuz anda bu enstrümanları kendimize bir avantaj yaratmak üzere kullanıyoruz. Kimisi için bu avantajlar finansal şekilde oluyor; kimisi için ise tüketim odaklı şekilde oluyor. Parlak nesnelere ve ışıltılı şeylere karşı olan ilgimizden dolayı, harcamanın büyük bir kısmı da genel toplama baktığımızda tüketim odaklı oluyor ve sadece küçük bir azınlık buradaki finansal avantajı kullanabiliyor.
 

Aslında tüm toplama baktığımızda ulaşmaya çalıştığımız şey çok basit. Kendimizi bir Mısır Kralı gibi hissetmek istiyoruz. Şöyle ki; piramit inşa ettiren bir Kral düşünelim. Döneminin ve hala günümüzün de en ilgi çekici yapıları bunlar. Çünkü arkasında inanılmaz bir iş gücü var. Bu bir güç göstergesi, temel anlamda değerlendirdiğimizde. Çünkü piramide bakan birisi bunu yaptıran kişinin o bizim bölümün başından beri konuştuğumuz kavramsal piramidin zirvesinde olduğunu hemen anlıyor. Çünkü bir kanıt var ortada. Biz böyle bir objeye baktığımızda hemen bir neden-sonuç ilişkisiyle açık bir şekilde bağlantıyı kurarak konuyu bu anlamda düşünmesek bile; bilinç altımız bu şekilde işliyoruz. Aslında imrendiğimiz ve bizi etkileyen kısım; böyle şeylerin arkasında yatan o iş kanıtı. Belki binlerce kişi ve milyonlarca saat harcanan bir iş. Bugünlerde biz buna adam x saat metriği diyoruz ve günümüzdeki birçok yapının inşasında hesaplanan bir metrik bu. Daha fazla adam x saat harcamak, size garanti bir şekilde imrenilecek bir nesne sunmayabilir ama çoğunlukla da bir değer önerisinde bulunacaktır daha fazla adam x saat harcanması. Ve biz bu iş gücünü, iş kanıtını bir başka araçla daha değerlendiriyoruz o da elbette para birimleri. Kuvvet = ivme x kütle dersek; o halde para = adam x saat olarak denklemi değiştirebiliriz ve yeniden kurabiliriz. Zaten böyle bakıyoruz bu kavrama. Bir Ferrari üretiminde belki üretim bandı çok kısıtlı olduğu için ve çoğu şeyi hala elle kontrol ederek, manuel olarak yaptıkları için ciddi bir işgücü harcanıyor denilebilir ve belki sıradan bir araçtan 50 tane üretilirken ancak 1 tane Ferrari üretim bandından çıkıyor olabilir ama bizim dikkatimizi çeken kısım arkasındaki ekonomik modelden ya da değerden çok; fiyatla ilgili. Çünkü fiyata bakarak; otomatik olarak arka planda bir adam x saat hesabı yapıyoruz ve elde edeceğimiz nesnenin bize bir iş kanıtı sunacağını düşünüyoruz. Örneğin büyük bir villa hayali kuruyoruz çünkü bu bir iş kanıtı; arkasında yatan ciddi bir adam x saat harcaması var. Böyle bir şeye sahip olduğumuzda dışarıdan bakanların bizi piramidin mimarı, yaptırıcısı ve piramidin tepesindeki kişi olarak gördüklerini düşünüyoruz. Fakat tüm bunların; en azından büyük bir çoğunluğu bugünlerde iş gücü ve iş kanıtı üzerinden değil; finansal bir kaldıraç kullanılarak elde edilen nesneler bunlar. Yani aradaki bağlantı aslında çok uzun bir süredir koptu ve biz bunun hala pek farkında değiliz. Yine de hala günümüzde piramitler yaptırmamız mümkün olmadığından ya da böyle bir güce sahip olmadığımızdan dolayı ikinci en iyi seçeneğe yöneliyoruz. Harcanmış olan milyonlarca adam x saate sahip olmak için nesneleri finansal bir illüzyon aracı kullanarak elde etmeye çalışıyoruz.

Limitlerimizi çok iyi bilmediğimizden dolayı bizim için bir sarmala dönüşüyor ve güvenlik marjından uzaklaşarak finansal durumumuzla ilgili bir risk marjı yönetmeye başlıyoruz. Risk, onu iyi anlayamayanlar için yönetilebilecek en zor kavramlardan birisi. Zaten bu yüzden de sarmalın içinden çıkamıyoruz ve benim finansal güvenlik olarak tanımlamayı sevdiğim bu piramit şemasının ikinci aşamasına çoğunlukla geçemiyoruz bile.

Kişisel olarak Maslow’un piramidinde veya burada kurduğumuz o ikinci finansal piramitte hangi noktalarda olduğumdan emin değilim ben ama; en azından böyle bir yapının farkında olmak, size piyasalarda veya hayatın içinde diğer katılımcılara göre bazı avantajlar sağlıyor. Bugün işte o finansal bağımsızlığa giden yolda aslında bunun bir yol gibi olmadığını ama basamak şeklinde ilerlenen bir piramit şeması olduğunu açıklamaya çalıştım. Finansal bağımsızlık demek yerine daha da doğrusu belki bireysel özgürlük demek olabilir.

Sovereign Individual deniyor bu kavrama ve yine aynı isimle yazılmış çok güzel bir kitap da var. Egemen Birey olarak belki çeviri yapabiliriz ama ben özgür birey ya da bireysel özgür demeyi daha çok seviyorum.

Anlamamız gereken sanırım en önemli şeylerden birisi şu: yaptığımız iş değiliz, banka hesabımızdaki para değiliz, bindiğimiz araba değiliz, kredi kartı limitimiz değiliz. Tüm bunların bizi finansal besin zincirinin en tepe noktasına ulaştıracağını düşündüğümüz araçlar olduğuna inanıyoruz ama öyle değil. Hiçbirimiz Mısır Kralı gibi hissetmiyoruz ve bunun sebebi; iş kanıtı olmadan, kestirme yollardan taklitler yaratarak kendimizi bir illüzyonlar dünyasında hapsetmemiz.

Önceki Bölüm

Rasyonel Optimizm

Sonraki Bölüm

Öğrendiğim Birkaç Şey

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint