Sanırım aramızdan hiç kimse yoksul olmak istemiyordur diye tahmin ediyorum. Yani en azından bilinçli bir tercih olmadığını söyleyebiliriz. Hatta şunu da ekleyebiliriz: bilinçli bir şekilde, yanıltıcı tercihlerle yönlendirilip sonunda genellikle yoksulluğa ulaştığımızı bile düşünebiliriz. Peki neden yoksuluz? Ya da toplumun büyük bir kesimi aynı bir veba salgınına benzeyen ve çoğalarak yayılan bu hastalığa karşı neden kendini koruyamıyor veya önlemler alamıyor? gibi sorular da sorabiliriz. Pek farkında değiliz ama yüksek ihtimalle, bu yayını dinleyenler ve ben de dahil olmak üzere; birçok katmanı olan yoksulluk tanımlarından birinin içindeyiz, hepimiz.
Bölüme tam olarak geçmeden önce iki farklı makale vereceğim destek amaçlı. Tabi ki web sitesinde vereceğim bunları, orada yazı içeriğinde tam buralarda bir yere o iki makaleyi yerleştiririm, bence bir bakılmasında fayda var. Ek olarak bir de bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Daha önce de adını geçirmiştik ve hala başlayamadım. Sesli kitap olarak da olmadığından dolayı okumakta biraz zorlanıyorum, birkaç kez kapağını açıp bazı sayfalarına baktım sadece ve aslında bu bölümü o kitaptan sonra yapmayı da isterdim ama önceki emeklilik bölümünün üstüne bu konuya gelmemiz gerekiyordu. O kitabı mutlaka umarım uzak olmayan bir gelecekte gözlerimi biraz yorarak okuyacağım ve burada da bir podcast bölümü olarak ekstra şeklinde vermeyi düşünüyorum, planım bu şekilde şu anda. Bahsettiğim kitap Gregory Clark’ın Fukaralığa Veda kitabı. Dünyanın kısa bir iktisadi tarihini ve ekonomilerimizdeki dönüşümleri, kırılımları anlatıyor. Makalelerle biraz farklılık gösteriyor gibi gördüm kitabı, fakat henüz bir yorum yapmam mümkün değil, biraz farklı bir açıdan bakıyor. 4-5 aydır da kitaplığımda tozlanmaya devam ediyor, henüz başlayamadım. Ama şunu da atlamamamız lazım, farklı bakış açılarını bir sentez yaptıktan sonra bir konuda fikir yürütmek gerektiğini düşünüyorum, o yüzden o vereceğim iki makale ve kitap farklı olsa da; zaten bu yüzden bize çok daha iyi katkı sunabilirler.
İlk makale; Dünyada ve Türkiye’de Yoksulluğun Analizi, Özge Arpacıoğlu ve Metin Yıldırım yazmış.
İkinci makale; Toplumsal Bir Olgu Olarak Yoksulluk, bunu da Muammer Ak yazmış.
Tanımadığım kişiler bunlar. Fakat anlaşılır ve açık bir dille yazdıkları için, rahat bir şekilde okunabildiği için bu yazıları veriyorum. Ayrıca okumak ve araştırmak bence insan zihninin gıdası ve eğer yeterince beslenmezsek, ağırlıklı olarak düşük kalorili sosyal medya içeriklerini tüketirsek; bence sağlıklı bir yapıda kalmamız mümkün değil. Vücudumuzun birçok hammadde ihtiyacı var, beslenme yoluyla aldıklarımız bunların en başında geliyor. Ve artık neredeyse çözülmüş bir matematiği var, sağlıklı beslenme konusunun. Hepimiz uygulamasak da çok iyi biliyoruz ki; protein ağırlıklı, kaliteli karbonhidrat destekli bir besin programımız olması gerekiyor. Üç beyazdan uzak durmamız gerekiyor. Ve işte bana göre, aynı şekilde zihinsel gıdamız olan bilgi ve problem çözme besinlerini alırken de; yine bu sefer üç maviden uzak durmamız gerekiyor. Facebook, Twitter ve Instagram bunlar. Gerçi sonuncusunun simgesi mavi değil ama içinde bazı tonlarını barındırıyor ve bu uygulamaların zaten mavi olmasının özellikle bir sebebi var, sanırım birçoğumuzun bildiği gibi.
Fakat konuyu çok dağıtmayalım, fukaralıktan bir kurtuluş yolu üzerine konuşmak istiyorum bugün biraz ve sosyal medya bunun bir tarafı değil. Yani aslında ciddi bir etkeni diyebiliriz ve hepimiz farkındayız zaten, noktaları birleştirebiliyoruz sanırım. Fakat ben o başlık altında konuşmak istemiyorum bugün için. Bu arada konuyu nasıl, nerden bağladım bilmiyorum farkında mısınız; yoksulluktan girdik, birkaç kaynağa değindik ve bilginin, okumanın, sentez yapmanın öneminden, bunların zihnimizin bir besini olduğunu söyleyip; zararlı besinlerle karıştırmamız gerektiğini anlatırken bir anda sosyal medyayı bu açtığımız zihinsel haritada döndürdük konunun en başına ve yoksulluğa, fukaralığa bağladık. Böyle karmaşık işler yapmayı seviyorum biraz ama konudan çok sapmamamız lazım zaten o yüzden sosyal medya ve fukaralık ilişkisini dışarıda bırakmak istiyorum. Ve o kozu kullanmak ayrıca çok basit bir tercih olur, biz daha geniş bir pencereden bakalım yoksulluğa ve fukaralığa. Ayrıca konuyu da çok dağıtmayalım. Geçtiğimiz bölümde hızlı bir giriş yapıp bir anda ne olduğunu anlamadan dan dun konunun sonuna kadar gitmiştik ve bu yöntem aslında dinleme tekniği açısından çok daha etkileyici bir seçim ve belki siz farkında olmadan bile “ne oluyor ya” diyerek dinliyor olabilirsiniz o tarz bölümleri ama dinleme tecrübesi yazıya döküldüğü zaman, o karmaşıklık biraz daha göze batıyor ve dinlemedeki tecrübeyi hafif bir baltalıyor bence. O yüzden zaten bölümleri dinlemenizi tavsiye ediyorum, sadece ek bir kaynak olarak ve yazılı bir şekilde insanlar oradan bazı paragrafları veya konuları kopyala-yapıştır yapabilsinler diye veya her an anlık olarak daha basit bir şekilde bir konuya ulaşabilsinler diye web sitesini destekleyici bir eleman olarak düşündüm. Neyse bunları bırakalım bir kenara. Konumuzun zaten kendisi de karmaşık ve fazla zaman çalmayalım.
Ben finansal bağımsızlık kavramının öyle çok basite indirgenerek sadece borsa özelinde değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum ve bana göre bu konunun altında yatan birçok alt başlık var. Bazı gelen maillerde bunun karşılığını da görebiliyorum ve çok farklı düşünen insanlarla karşılaşıyorum o mailleri okurken. Bu sebeple basite indirgeyerek şu hisseyi alın, bu hisseyi satın basitliğinde bir şeyler yapmak istemiyorum veya odak noktamız şirket analizleri de değil. Alt metinleri vermeye çalışıyorum ben daha çok burada. Ve birçok konudan bahsettik bugüne kadar, ama belki de en önemlilerinden biri -yine Howard Marks’ın o hatasına düşüp her şeye en önemlisi bu demek istemiyorum ama- gerçekten de çok önemli bir detay olarak, yoksulluğu anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Hiç birimizin istemediği bir son ve üzülerek söylemek zorundayım ki bir çoğumuzun elde ettiği bir sonuç, yoksulluk. Bir tanım yaparak başlayalım isterseniz. Direkt o makalelerin birinden veriyorum, şöyle diyor: “Yapılan çalışmalar incelendiğinde yoksulluğun on bir tane anlam kümesini içerdiği görülmektedir. Bunlar ihtiyaç, yaşam standardı, kaynak yetersizliği, temel güvenlik eksikliği, yetki eksikliği, çoklu yoksunluk, yoksun bırakma, eşitsizlik, sınıf, bağlılık ve kabul edilmeyen ekonomik güçlüktür (Gordon ve Spicker, 1999:150-157). Bu anlamlandırmaların her birinin yoksulluğa bakışta farklı yaklaşımlara gönderme yapmakta olduğu görülmektedir” diyor. Bugün bu anlamların arasında bizi daha çok ilgilendiren kısımları; maddi ve manevi yoksulluklar üzerine. Bu tanımlarla birlikte farklı anlamlar üzerinden aslında insanların bambaşka yoksulluklar içinde olabileceğini de göstermek istedim başlangıçta sadece. Ve belki de şöyle düşünebiliriz; temel yoksulluklar yani maddi olmayanlar, maddi olanların ön koşulunu hazırlıyor gibi görünüyor bana kalırsa. Eğer eşitsizlik, güvenlik yoksulluğu, yetki yoksulluğu gibi kavramlar geçerliyse; bunlara bağlı olarak ihtiyaçlar ve yaşam standardı anlamında yoksulluklar doğuyor olabilir. Üstünde biraz daha kafa yorulması gereken bir konu. Finansçıların bahsettiği yapısal reformlar temelinde ekonomik bir kalkınma hareketi de aslında buradan doğuyor gibi ve o da yine bir başka başlık oluyor. Yani kısaca, aslında sandığımızdan çok daha derin bir konu, yoksulluk ve fukaralık meselesi. Ve ben fukaralık tanımını biraz daha fazla seviyorum. Daha net anlatıyor her şeyi. Tam bu noktada, bir ön tez olarak yoksulluğun ve fukaralığın hiçbir zaman için yok edilemeyeceğini düşündüğümü söylemem gerekiyor. Ve bu da üstünde düşünülmesi, anlaşılması önemli konulardan biri. Şöyle düşünebiliriz; ne yazık ki, bana göre özellikle para sistemimizden kaynaklı olarak sıfır toplamlı ve zaman zaman farklı başlıklar altında hatta negatif toplamlı oyunlar içinde olduğumuz için; yoksulluğu ortadan kaldırmanın hiçbir yolu yok. Sadece bireysel olarak belki korunabiliriz. O da eğer sürüden ayrılıp herkesin yaptığı şeyleri yapmazsak geçerli yine benim düşünceme göre. Hayatta başarılı olmuş insanlara baktığımız zaman, ya da yoksulluktan çıkmış, kurtulmuş insanlara baktığımızda bir şeyleri farklı yaptıklarını çok rahatlıkla görebiliyoruz, anlatıyorlar da zaten nasıl yaptıklarını ve yeterince kulak vermiyoruz o anlatılanlara. Burada özellikle kişileri incelediğimiz podcast bölümlerinde dikkat çekmek istediğim bir detay da incelediğimiz hemen hemen herkeste neredeyse sıfırdan bir yere gelme hikayesi var. Buna özellikle dikkat çekmeye çalışıyorum, belki pek fark edilmemiş olabilir ama; ve bugünlerde artık birçoğumuzun farkında olduğu bu başarı pornosu olarak gördüğüm kişisel gelişim zırvalıklarından biraz dışarıda kalmaya çalışarak, sıfırdan bazı hayat hikayeleri paylaşmaya çalışıyorum ve öyle olmayanları da genellikle vermemeye dikkat ediyorum. Mesela Peter Lynch bildiğiniz gibi bir golf kulübünde kedilik yaparak kariyerine başlıyor bir noktada. Orta sınıf veya hatta alt sınıf bir ailenin çocuğu diyebiliriz onun için. Druckenmiller yine hemen hemen aynı şekilde. O da orta sınıf. Kayınbabası sayesinde bankacılık kariyerine başlayabiliyor, ondan önce inşaatlarda da çalışmış, hatırlarsanız. Belki Warren Buffett’ı burada biraz dışarıda tutabiliriz çünkü babası zaten önemli birisi. Ama onun da yine hikayesine baktığımızda, elbette babasının çevresinden yararlandığını görebiliyoruz ama neredeyse sıfırdan yaratıyor her şeyi tekrardan. Ray Dalio yine benzer bir şekilde. Fonu ilk kurduktan sonra neredeyse batma noktasına geliyor, arabasını satmak zorunda kalıyor, hatta babasından kirasını ödeyebilmek için borç para istemek zorunda kalıyor. İşte o hikayelerin içinde bu detayları da özellikle hep vermek istedim, pek dikkat çekmemiş olsa da. Tabi bu şu demek değil; herkes sıfırdan en tepe noktalara kadar çıkabilir veya yoksulluktan istediğiniz anda kurtulabilirsiniz gibi bir düşünceye de kapılmamak gerekiyor. Biz sadece onların bunu nasıl yaptığını anlamaya çalışmıştık ve işte zaten bugün de biraz daha kişiler özelinden çıkıp, biraz farklı bir geniş pencereden bakarak nasıl olabilir onu öğrenmeye çalışacağız.
Benim modern kölelik haricinde özellikle kullanmayı sevdiğim bir başka tanım daha var: bence her şeyi çok daha net açıklıyor, borç köleliği tanımı ilk farkında olmamız gereken şeylerden biri. Satoshi radio’da bu konu özelinde bir bölüm de yapmıştık eğer daha detaylı dinlemek isteyenler olursa oraya da yönlendirmiş olayım. Çünkü parasal sistemimizle ilgili büyük bir problem var; ve bu bize sisteme zorunlu bir şekilde bağımlı kalmaya zorlayarak, sürekli birbiri ardına eklenen zincirlerle bizi kendi içine hapsedebiliyor. Krediler, anlamsız harcamalar, gereksiz lüks tüketimi, kredi kartlarının savurgan bir şekilde kullanılması; hepsi ardı arkasına eklenen zincirlerin bir parçası aslında. Ve borçlanmadan bir şey de yapamıyoruz doğru düzgün. Çünkü sahip olmak istediğimiz neredeyse her şey; sadece kısa vadeli birikimlerle elde edilebilecek düzeyde değiller. Bugün bir araç sahibi olmak isteyen sıradan bir vatandaş sanıyorum aylık maaşının tamamımın yaklaşık 40 ila 50 katını ödemek zorunda. Bir ev sahibi olabilmek için bu katsayıları tekrardan 3 veya 4 ile çarpmamız gerekiyor. Kimse böyle büyük harcamalar için birikim yapmaya başlamak istemiyor çünkü bir an önce ihtiyaçlarımızı gidermemiz gerek. Ve bu büyükten küçüğe her ihtiyaç için geçerli. Hepsi de üst üste biniyor zaten. Fakat burada şöyle bir problem var, iktisatla ilgili öğrenmemiz gereken bence çok önemli bir detay var: istediğimiz hemen her şeye sahip olabiliriz; ama istediğimiz her şeye, hemen sahip olamayız. Bu kuralı öğrenmek ve anlamını kavramak bence kişisel finans için başlangıç noktalarından biri olabilir. Bu arada eşime de bu kuralı aşılamaya çalışıyorum fakat henüz tam anlamıyla kabul ettirebilmiş durumda değilim, diyebilirim.
Borç köleliği ile ilgili bir detaya daha girmek istiyorum. Tüm dünya genelinde daha geniş bir pencereden baktığımızda, borcun bitmesi veya kapanması söz konusu bile değil. Çünkü para; borç karşılığında yaratılıyor. Biz para arzının artması ve hesaplarımızdaki nominal değerlerin yüksek görünmesini istediğimizden dolayı her zaman için; ayrıca bunun iyi bir şey olduğunu düşünmemizden kaynaklı olarak para arzı sürekli yükselmek zorunda. Tüm dünyanın üretim gücünü bir düşünelim. Yıllık ortalama büyümesini %5 altında alabiliriz sanırım, detaylı bakmadım fakat GDP ortalaması bundan çok daha düşük olması lazım. Ayrıca GDP verilerinin gerçek büyüme verilerini yanıltıcı bir şekilde yansıttığını da söyleyebilirim fakat normal şartlar altında sürtünmesiz bir ortamda 1 atmosfer basıncı altında olduğumuzu varsayalım şimdilik. Toplam para arzımız, toplam büyümeden daha hızlı bir şekilde artıyor ve böyle olmak da zorunda. Suni bir şekilde hormonlu ve gerçeği yansıtmayan GDP ölçümlerinin büyüme göstergesi yaratabilmesi için böyle oluyor. Bu aynı sürekli dönen bir teker gibi; yokuş aşağı mı veya yokuş yukarı mı gittiğiyle pek ilgilenmiyoruz ve sadece tekerin dönmeye devam etmesi gerekiyor. Eğer, tekere çomak sokulursa, sıkılaşma yapılıp araç yavaşlatılırsa; bu göreceli olarak durmakla eşdeğer bir şey oluyor ve buhranlara sebebiyet veriyor. O yüzden tekerin dönmek zorunda olduğunu hissediyoruz. Bir adım daha ileri gidelim, bu tekerin üstünde giden aracı bir lokomotif olarak hayal edelim. Hatta bunun filmi ve dizisi de yapıldı: Snowpiercer. İzlemeyenler için de önermiş olayım bu arada o filmi veya diziyi. Ütopik bir gelecekte dünyada hayatta kalan son bir grup insan bir lokomotifle dünyayı dönüyordu, eğer tren durursa; eksi derecelerdeki hava şartlarında bir daha çalışması mümkün değil ve tren çalışmazsa; trendeki hiçbir şey çalışmaz. Mutlak bir ölüm olur sonu. Bu trende kompartmanlara ayrılmış bölümlerde toplumun her sınıfından insan yer alıyordu. En arka vagonlarda en fakir olanlar, yoksul sıradan halk. Sonra orta sınıf ve sonra üst tabaka. Yoksullar bu arada trene kaçak yollardan biniyor ve en arka kademeye hapsediliyorlar. Ayrıca onların beslenmesi ve ihtiyaçlarının da karşılanması gerekiyor, yani burada aynı zamanda insani ve ekonomik bir soru var. Bu insanlar trende tutulmalı mı yoksa atılmalı mı? Filmde veya dizide, keşfettikleri şey şuydu; trenin bu insanlara ihtiyacı var. Onların çocukları emek işçiliğinde kullanılıyor, yetişkinler yine başka işlerde kullanılıyor. O yüzden bu insanların çalışması ve tüm trene katkıda bulunması bekleniyor. Karşılığında yaşama hakları var ve trenin durmaksızın devam edebilmesi için; aslında bu insanlara ihtiyaçları var. İşte içinde bulunduğumuz sistemin böyle ütopik bir trendeki hikâyeden pek bir farkı yok aslında. Yoksulluğun o yüzden tamamen ortadan kaldırılması mümkün değil bu sistemin içinde. Bize çözüm gibi sunulan bazı paketler var evet, fakat bunlar genellikle işleri hep çok daha kötü noktalara götürüyor uzun vadede baktığımızda.
Dünya Bankası’na bakalım mesela. Çok güzel bir örneği bu konunun. IMF ve Dünya Bankasının araştırmalarına ve raporlarına göre günlük 2$ altında kazanç açlık olarak kabul ediliyor ve $4,5 dolar altı kazanç yoksulluk olarak görülüyor. Ve özellikle bu iki kuruluş, sefaletin ve yoksulluğun önüne geçmek amacıyla ortalama gelirlerin bu düzeyde olduğu ülkelerde projeler geliştiriyor. Bunlar hepimizin bildiği gibi Orta Asya, Afrika ve bazı Güney Amerika ülkeleri. Doğal kaynaklar açısından zengin, iş gücü bakımından kalabalık ve ölçeklenebilir toplumlar ve milli gelir/kişi başı kazanç/saatlik ücret açısından geride kalmış ülkeler. Biz de bunun sınırlarında bir yerlerdeyiz, ülke olarak. O iki kuruluş bu ülkelerde projeler geliştiriyor, yardım paketleri sunuyor, ekonomik stabilite sağlamaya çalışıyor. Ya da öyle yaptıklarını söylüyorlar. Borç Köleliği bölümünde Pakistanlı kil ocağı kölelerinden bahsetmiştik daha önce, Bangladeşli karides kölelerinden yine bahsetmiştik. Afrika’da yine benzer bir durum var. Dünya Bankasının bu ülkelere aktardığı fonlardaki amaç refahı artırmak yönünde değil, birincil öncelikleri kendi ortaklıklarının yatırımlarının değerlenmesini gözetmek, para kazanmak yani. Bunu sağlamanın yolu da fukaralıktan ve sefaletten, borç köleliğinden geçiyor. Pakistanlı kil ocağı işçilerinin birçoğu patronlarına borçlanarak çalışıyor örneğin, para kazanmak için değil. Hiç bitmeyen ve sürekli katlanan bir borcu kapatmaya çalışıyorlar. Bunun daha önce bir belgesel videosunu paylaşmıştım belki hatırlayanlar olacaktır. Bangladeşli karides köleleri, kendilerine ait verimli pirinç tarlalarını ekonomik bir dönüşümle karides tarlalarına çevirdiler, daha fazla kazanmak için; fakat günün sonunda elde ettikleri tek şey birçoğu için tarlalarını şirketlere kaptırmak oldu ve bu şirketlere borçlanmaya başladılar. Temel yaşam standartlarını sürdürebilmeleri için gerekli gıdaya bile ulaşamaz duruma gelmiş bir haldeler. Sri Lanka’da yine benzer bir hikâye var son zamanlarda. Yani bizler sürekli tekerleri dönmek zorunda olan bu lokomotifin en arka vagonlarında trene kaçak atlamış yolcularız sadece ve bu kaçak biletlerin cezasını işgücü ile ödeyen borç köleleriyiz. En ön vagonda seyahat edenlerin amacı yoksulluğu ortadan kaldırmak değil; tam aksine kalıcı ve sürekliliği olan ve genlerle aktarılan bir yoksulluk zinciri kurmak ve kırılması ancak nadir olarak mümkün olan bu zinciri nesiller boyunca aktarmak, ana hedef.
Bu dönüşüm Sanayi Devrimi ile başlayan bir süreç aslında, eğer bir başlangıç noktası aramak istersek, hikâye belki çok daha eski olabilir ama son dönüşümünü sanayi ile tamamladı diyebiliriz. Bugünlerde artık bu dönüşümün yeni bir dönüm noktasındayız ve henüz pek farkında olunan bir şey değil bu. Artık bambaşka seçenekler çıkmaya başladı önümüze, daha kontrol dışı bir bağımsızlığı yakalamak için önümüzde birçok fırsat var. Ve içinde bulunduğumuz oyunun kurallarını gerçekten iyi anlayabilirsek, aynı Davut ve Golyat’ın hikayesinde olduğu gibi elimizde sapanla koca bir devi yıkma şansımız olduğuna inanıyorum. Aslında inanmakla da kalmıyorum, bunu yapmış biri olduğumu düşünüyorum. Anlaşılması gereken en önemli şey; hayatımızdaki en önemli kaynağımız olan iş gücümüzün, aslında en ucuz fiyatlanan kozumuz olduğunun farkına varmak. İş gücü ile elde edebileceğimiz tek şey, borç köleliğinin belki bir üst kademesi olarak görebileceğimiz modern kölelikten başka bir şey değil. Çünkü ölçeklenebilir bir şey değil zamanımız, oldukça kısıtlı ve çok değerli olması gerekiyor. Tabi eğer biz değerini anlayabilirsek. Aksi durumda çok ucuza gidebiliriz yaptığımız her ne olursa olsun ve bir önceki bölümde konuştuğumuz o yozlaşmış emeklilik sisteminden başka talep edebileceğimiz hiçbir şey olmaz. Fakat bu sarmalın içinden kurtuluş reçetesini isterseniz en sonda yazmaya çalışalım, genel durumumuz ve içinde olduğumuz umutsuzluk çukurunun başka katmanlarına bakalım önce.
Yoksulluğun birçok katmanı var diyoruz. Adam Smith’ in tanımına göre; temel ihtiyaçlarını mutlak olarak karşılayabilen ancak kişisel kaynakların yetersizliği yüzünden toplumun genel refah düzeyinin altında kalan ve topluma sosyal açıdan katılımları engellenmiş olanlar da göreli yoksullar oluyor, diyor.
Sanırım birçoğumuzun içine girdiği katman da bu işte. Bugün Türkiye’de asgari ücret, açlık sınırının altında. Temmuz 2023 itibariyle yoksulluk sınırı 38 bin lira civarında ve memur maaşları 22 bin liradan başlıyor. Evli bir çifti düşündüğümüzde eğer eşlerden ikisini de memur olarak varsayarsak biraz da ortalama düşünürsek aşağı yukarı 50 bin lira gibi bir para giriyor evlerine. Yoksulluk sınırının bir tık üstündeler. Üstelik bu şu an için geçerli ve ancak yılda iki kez düzenlenebilen maaş düzeltmeleri yüzünden yılın bir kısmını yoksulluk sınırına çok yakın veya biraz altında geçiriyorlar.
Ayrıca eşlerden birinin asgari ücret düzeyinde kazandığı bir senaryoda yoksulluk sınırının üstüne çıkma ihtimalleri de çok düşük. Bu insanların büyük bir kısmı, sadece temel ihtiyaçlarını giderebilecek düzeydeler. Topluma sosyal açıdan tamamen entegre olup, genel refah düzeyine ulaşmaları engellenmiş durumda ve göreli olarak yoksul statüsündeler. Ayrıca fukaralığa veda edemiyorlar çünkü finansal olarak bu sarmalın içinden çıkabilmelerinin çok fazla bir yolu yok ve ancak insanca yaşama sınırlarına yaklaşarak hayatlarını tamamlamaya çalışıyorlar. Birçoğunun olan bitenle ilgili pek bir fikrinin olmadığını düşünüyorum veya tam olarak neden böyle olduğunu anlamlandıramıyorlar da olabilir. Zaten bu yüzden hızlı zengin olma yöntemleri ve ponzi şemaları her zaman için bizim ülkemizde iş yapıyor. Sosyal güvenlik illüzyonu ve ponzisi bunlardan en çok inanılanı. Göreli yoksullar ayrıca kendilerini bir kıyasa sokabildiklerinden dolayı yani en azından kıstas olarak alabilecekleri çok daha kötü durumdaki bir katman olduğundan dolayı ortalama bir noktada oldukları gibi bir hataya düşebiliyorlar zaman zaman. Kıyaslarımız genellikle hep en kötüsü, evet bugün belki bu yayını dinleyen sanırım hiç kimse sokakta yatmıyor, en kötü ihtimalde çıkar telefonunu sorusuna maruz kalabilecek bir cihazdan dinliyor büyük ihtimalle bu yayınları. Ya da okuyor. Fakat bu sorunun saçmalığının ne kadar farkında olsak da, kendimizi bu sorunun sahibiyle kıyaslamayı bırakmamız gerekiyor. Büyük bir kısmımız, iyi durumda falan değil. Sadece göreceli yoksullarız. Türkiye şartlarında finansal bağımsızlık sahibi olma sınırı yoksulluk gelirinin civarında bir varlığın %4 kuralıyla kullanılarak bir portföye dönüşmesiyle sağlanmaya çalışılıyor. Bu kısmen anlaşılabilir bir şey, fakat nihai hedefin bu noktada tutulmaması gerektiğini düşünüyorum, çünkü bu bizi sadece suyun üstünde yüzebilecek bir pozisyonda tutabilir. Yani kısaca, bana göre bu tarz minimal bir hedef, sadece göreli bir yoksulluk sınırı denilebilir, bireysel bağımsızlık yolcusu için.
Fakat daha da kötüsü; henüz tam anlamıyla konuşmadığımız mutlak yoksulluk olabilir. Ben bunu birkaç başlık altına ayırıyorum, maddi yoksulluğun yanında bahsetmemiz gereken daha temel noktaları da var. Maddi kısmının zaten hepimiz farkındayız, yine bölümün başında konuştuğumuz bir konuydu, bir çıkmaza sürüklenildiğinde, yoksulluk ve borçlanma da birleşince insan için bir ölüm sarmalına dönüşüyor bu durum. Daha biz ne olduğunu anlayamadan istediğimiz hiçbir ihtiyaca ulaşamaz duruma düşebiliyoruz. Sebebini de birçok alt başlığa ayırabiliriz; parayı tanımamak, oyunu anlamamış olmak ya da küçük çıkarların peşinde koşmak bizi yüksek ihtimalle mutlak yoksulluğa doğru sürükleyebilir. Türkiye’de de çok fazla gördüğümüz bir şey ve toplumun büyük bir kesiminin içinde bulunduğu en önemli problemlerden biri. Sadece makarna ve pirinç desteğiyle eğer ülkenin kaderini belirleyecek kararların altına imzanızı atıyorsanız, bunun tek sebebi; mutlak bir yoksulluk içinde olmak olabilir. Çünkü başka bir çıkış yolu yok. Başka bir çıkış yolu olmadığı düşünüldüğünden dolayı zaten sadece açlıkla terbiye edilen toplumlar; bundan daha ilerisini düşünemezler ve bu hepimizin hayatlarını etkiliyor. Bu etkiyi azaltmak için, mümkün olduğunca kendini hastalıklı bir topluma eklemlememiş olman gerekiyor.
Krishnamurti’nin o çok sevdiğim sözünü tekrar hatırlatmak istiyorum burada: “Derinlemesine hastalıklı bir topluma önemli ölçüde eklemlenmiş olmak; sağlıklı olmanın bir göstergesi değildir” diyor. Yani aslında herkes kendi çıkarlarını gözetmek istiyor ve günün sonunda kimisinin çıkarları sadece açlık sınırıyla ölçüldüğü için; bundan daha fazlasını isteyen ama daha azınlıktaki verimi ve anlamlı yaşamı kovalayanlar mecburi bir şekilde açlıkla mücadele ettiğini düşünen çıkarcı kalabalığa eklemlenmek zorunda olduğunu görüyor. Daha doğrusu, bu problemlerle belki iyi niyetli olarak ilgileniyor olabilir, belki bu sadece elitist bir duygu mastürbasyonu olabilir ama fark edilmeyen şey şu; bu hastalıklı düşünce ilerledikçe, virüs herkese yayılıyor ve etkiliyor. Eğer kendini soyutlamazsan veya kendi çıkarlarını gözetip kendi çözüm yollarını uygulamazsan, bireysel olarak bir kurtuluşun reçetesi yok.
Mutlak yoksulluk ve göreli yoksulluk arasında bir geçiş tüneli olarak görebileceğimiz ve bir bakıma ikisinin de alt kümesi olan temel yoksulluklar var bir de. Düşünmemek, sorgulamamak, bilgiye ulaşmaya istekli olmamak, kaliteyi ve doğruyu umursamamak gibi birçok maddeye ayırabiliriz temel yoksulluklarımızı. Ve hem mutlak hem göreli olarak ele aldığımız yoksulluk kavramının temelinde yatan sebepler bunlar. Öyle tehlikeli bir zamandayız ki, artık insanlar her konuda fikir sahibi. Üstelik bunu büyük bir bilmişlik taslayarak yapıyorlar, herhangi bir olaya baktığınızda her zaman için geçerli bir şey bu. Herkes belki kulaktan dolma bir yarım yamalak bilgiyle veya sadece baktığı, belki bir yerde karşısına çıkan küçük bir bilgi kırıntısıyla, ya da tek taraflı okuduğu bir bakış açısıyla bütün resmi çözdüğünü düşünmeye başlıyor. Bugünlerdeki yapay zekanın resim çözümleme işlemlerine çok benzeyen bir şey var burada. Artık yapay zekaya bir fotoğraf ya da resim verdiğinizde bu tabloyu biraz daha büyüt dediğinizde, yani bu görüntünün dışında kalan alanlarda neler olabilir büyüterek uygun bir şekilde çıkar dediğinizde; size gerçekten de olması gerektiği gibi görünen sonuçları çok başarılı bir şekilde çıkarabiliyor. Fakat aynı yapay zekaya; sadece puzzle’ın bir parçasını verip bütün puzzle’ı çöz derseniz, bunu yapması mümkün değil. Hiçbir zaman için de mümkün olmayacak, eğer kopya çekmezse bir yerlerden. Biz önümüzdeki şeylerin aynı o yapay zekaya verilen bir resim olduğunu düşünüyoruz ama aslında sadece puzzle’ın küçük bir parçası, fotoğrafı sadece buna bakarak tamamlayamayız, hatta şunu da iddia edebiliriz, eğer bir test olarak bizi yapay zekâ ile bir odaya alsalar, iki tarafa da böyle bir puzzle parçası verip tüm resmi çıkartmasını isteseler, sanırım yapay zekâ bizden çok daha iyi bir iş çıkartacaktır. Bunun sebebi bilgisizlikten veya düşünme eksikliğinden kaynaklanmıyor ama, bilgisizlik ve düşünme eksikliğimizin olmadığını düşünmekten kaynaklanıyor. Biraz karışık bir cümle gibi görünebilir; fakat sanırım ne demek istediğimi net bir şekilde anlatabildiğimi düşünüyorum.
İşte bunlar bizim en temel problemlerimiz ve öncelikli olarak mutlak yoksulluğa sürüklenmemizi, ya da eğer zaten hayata o noktada başlamıyorsak biraz daha şanslı bir azınlıktaysak; sorgulama yeteneğimizin biraz gelişmiş olduğunu düşünüyorsak, o zaman da göreli yoksulluğa düşmemizi sağlıyor bu eksiklikler. Yabancıların bir sözü var bu konuyla biraz bağlantılı, old money diyorlar. Eski para olarak düşünüldüğünde pek anlamını çıkartamıyoruz ama paradan gelmek diye bir tanım yapıyorlar. Bugünlerde gerçi old money ve new money olarak kullanılan iki kavram içinden eski para olarak tabir edilen kısmı biraz farklı anlamlara kaymış durumda. Sanayi devriminin sonuçlarını ve boomer jenerasyonu kötülemek üzere kullanılabilen bir tanıma dönüştü eski para tabiri. Fakat paradan gelmek konusu anlaşılması gereken çok önemli kavramlardan biri. Bizde de bunun tersi olarak sonradan görme kalıbını kullanabiliyoruz ve böyle kişileri çevremizde veya sosyal yaşamın içinde hemen anında tespit edebiliyoruz çünkü o yoksulluğu üstünden atabilmiş değiller. Yoksulluk öyle sadece banka hesabındaki para miktarıyla aşılan bir eşik değil ve anlamadığımız tarafı bu zaten. Hatta buradaki problemin bir de tam tersi yönünde bir örneği daha var, yine hepimizin gördüğü veya duyduğu, ayakkabısının topuğuna basıp, yerlere tükürerek yürüyen, belki bağrı yarı açık ve konuşmasını bile bilmeyen bir insan tasvir edelim ve arkasından şöyle söyleniyor, bu adamın şu kadar serveti var ve şu haline bir bak denilebiliyor. İşte o insanla, biraz önce konuştuğumuz yine sosyal yaşamın içinde daha çok karşılaştığımız eski paradan gelmeyen diğer grup; hemen hemen aynı yoksulluğun içindeler. Şimdi böyle düşününce sanırım sizin için de taşlar biraz daha yerine oturmuştur ve aslında aralarındaki benzerliği fark edebiliyorsunuzdur. Öyleyse, burada başka bir problem var, eğer hiçbir zaman için yoksul olmama gibi bir ihtimaliniz yoksa, yani zaten çok büyük bir servetin içinde büyüdüyseniz ve yoksulluğu hiç anlamıyor da olabilirsiniz, işte böyle bir pozisyondaysanız tüm bunları dert etmenize pek gerek yok. Fakat eğer bu şanslı azınlık içinde değilseniz, yoksulluğun parayla çözülen bir şey olduğu gibi bir formül üzerinden ilerlemek çok büyük bir hata olacaktır. Öncesinde, temelde çözülmesi gereken çok daha büyük bir problem var ve bu da bizi ilk etapta mutlak yoksulluktan; yani açlıktan, arkasından göreli yoksulluktan, sonrasında sınıfsal yoksulluktan ve en sonunda yoksun bırakılmaktan kurtaracak tek bir çözüm yolu var. O da bireysel olarak bilgisel ve kültürel yoksullukları çözmekten geçiyor. Temelde yatan problem bu ve maalesef bana göre; bölümün başında da konuştuğumuz gibi toplumsal olarak tamamen maddi yoksullukları yok etmemizin mümkün olmadığını anlatırken, yani bunun içinde bulunduğumuz oyunun bir parçası olduğundan bahsederken ve yoksulluğa ihtiyacımız olduğunu söylerken aslında biraz da buraya atıf yapmaya çalışıyordum. Tüm toplumun temel anlamda yani kültürel ve bilgisel olarak yoksulluktan kurtulmasını bekleyemeyiz ve belki de hiçbir zaman için mümkün olmayacak bir şey bu. Ve zaten işte bu yüzden; maddi yoksulluk katmanlarına itiliyorlar, bu sarmaldan çıkamayanlar. Piyangoyu tutturanlar veya şanslı bir bahisle maddi tarafı çözebilenler içinse problem aslında ortadan kaybolmuyor sadece bir yanılsama içine giriyorlar onlar da. O yüzden herkesin zengin olup, yoksulluğun hiç olmadığı bir senaryo; ütopik bilim kurgu filmlerinden çok daha ileriye gidemez hiçbir zaman için.
Bizim sormamız gereken soru, bir insana ne kadar para yeter sorusu değil, hatalı bir soru bu sanırım bu noktaya geldiğimizde artık anladığınız gibi. Bana göre doğru soru, insan ne ile yaşar? sorusu olmalı. Kaç dönüm yeter bir insan için, banka hesabında kaç milyon yeterli olur, kaç tane ev sahibi olmalı, ne kadardan kiraya vermeli bunları, temettü geliri yıllık ne kadar olmalı, portföyünü yıllık hangi oranda katlamalı ya da pazartesi günü açılışta hangi hisse tavan yapar… gibi sorular insanın ne ile yaşadığının cevabı olabilecek sorular değil. Fakat bunlar hemen hemen her gün sorduğumuz sorular ve tavan olacak hisseyi aramakla; kaç dönüm toprağın yeteceğini sormak arasında, eğer bir sadeleştirme yapıp bu soruların kaynağına doğru inmeye çalışırsak aslında ikisinde de aynı problem geçerli ve aynı kaynaktan çıkıyorlar. Ve belki de kaderin bir cilvesi olarak, bu yanlış kaynaklardan doğan ve büyüyen, çeşitlenen soruları sormaya devam ettikçe bu soruların cevaplarına ulaşma ihtimalimiz de bir o kadar azalıyor. Aynı kuantum fiziği gibi de düşünebiliriz belki bunları. Ciddi bir paradoks var çünkü.
Sanırım bu yayını dinleyenlerin büyük bir kesimi, ben de dahil, açlığa veda etmiş insanlar. Bunu birçok farklı anlamda kullanıyorum aslında. Açlığa veda hem maddi anlamda hem de düşünsel anlamda geçerli. Ve ikisi için de, veda edebilmeniz için önce aç olduğunuzu bilmeniz gerekiyor. Aynı şey fukaralık ve yoksulluk için de geçerli. Ve ben de zaten daha çok o kısımları anlatmaya çalışıyorum, kendi düşüncelerimle. Genellikle ve çoğunlukla bir varlık kalesi inşasından bahsediyorum. Bu kalenin içinde sürekli söylemeye çalıştığım gibi sadece maddi durağan varlıklar yok aslında. Hatta o kısmı bence en küçük bölümü ve belki de puzzle’ın son parçası. Önümüze yığılan puzzle parçalarının arasında arayacağımız son kısım o ama biz genellikle resmi tamamlayabilmek için önce bu parçayı bulmaya çalışıyoruz diğer hiçbir parçayla ilgilenmeden. Bu hem çok büyük bir zaman kaybı hem de aynı zamanda ciddi bir enerji kaybı. Yani maddi olmayan varlıklar bence temel başlangıç noktası olarak alınmalı ve kendi bilançomuzu hazırlarken, ilk yazmamız gereken ve üstüne bir varlık kalesi inşa etmemiz gereken temel yapıtaşları olmalı. Aksi durumda kavramsal olarak değerlendirdiğimizde, yoksulluktan kurtulmamızın hiçbir yolu yok.