/
34 mins read

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım anda hiç bilmiyorum. Bazen sadece kafamda bir başlık belirleniyor; mesela diyorum ki; uzun vadeli oyunlarla ilgili bir şeyler hazırlamalıyım. İçinde ne olacağını bilmiyorum, başladığım anda. Hangi kritik noktaları ön plana çıkartacağımı yine bilmiyorum ve ilerleme yaparken her şey şekillenmeye başlıyor. Sanırım böyle bir düşünce akışı yaratmamın dinleyenler açısından da katkısı oluyor ve en beğenilen tarafın bu olduğunu düşünüyorum kişisel olarak. Kimse böyle bir tarif yapmasa da çoğunlukla bir sohbet ediyormuşçasına dinlediklerini söylüyor insanlar genellikle. Karşılıklı bir konuşma varmış gibi bir his oluşuyor sanırım. Bölümleri bir başıma yapmamın aslında benim açımdan da çok katkısı var, ikinci bir kişi olduğunda eğer yeterince bir samimiyet kurabilirsem; söyleyeceği her şeye karşı çıkabilirim çünkü. Biraz sinir bozucu görünebilir bu da. O yüzden böyle bir formatta olmanın sanırım her iki taraf açısından da oldukça faydası var.

Geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili bir teori de geliştirdim. Belki de kendimi haklı çıkartmak için zorlama bir yaklaşım gibi görünebilir ama; neredeyse hiçbir şeyi doğru bilmediğimizi düşünüyorum. Birkaç farklı noktayı birleştirerek bu sonuca ulaştım. Arkasında benim için sağlam temelleri olan bir fikir var yani, sizin için öyle olmasa da ve bugünkü konumuzla da ufaktan bir uzak alaka da olsa, kısmen ilgisi var. O yüzden böyle bir giriş yapıyorum. Bildiğimizi sandığımız hemen hemen her şey yanlış ve uzun vadeli oyunlarla, yatırımla, hem bireysel hem portföy bakımından birikimle nasıl bir alakası var birazdan geçiş yapmış olacağız tüm bunlara.

Geçtiğimiz günlerde Sokrates’in o ünlü sözü üzerine düşünürken, kendimce fark ettiğim bir nokta oldu.

“Bildiğim tek şey; hiçbir şey bilmediğimdir.” Diyordu. Biz bunu kendimize uyarlamaya çalışırken, bilgimizin kısıtlılığından ve her şeye hâkim olamayacağımız yönünde algılıyoruz. Mütevazilik bir miktar ön plana çıkıyor. Peki, gerçekten de kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey bilmiyorsak? Yanlışlanamayacak hiçbir şey olmadığını düşünüyorum ben hayatta ve her şeyin kuşkulu olduğunu söylemeye çalışıyorum aslında . Ama her şeyin. Tarihsel sürecimize baktığımızda defalarca kez şahit olduğumuz bir şey var. İnsanlar, özellikle de büyük kalabalıklar halinde ve topluluk halinde bir doğruya inanıyor. Doğrunun kökenine inmeyelim şimdilik, mutlak bir doğru konusunda da pek emin değilim çünkü. Ve belki böyle bir arayış içinde olmanın da çok sıkıntılı olabileceğini söyleyebilirim. Şöyle bir durum var; düz dünyaya inanılan bir dönemde yaşadığımızı varsayalım. Toplumun büyük bir kesimi, kuşkusuz bir şekilde bu düşüncenin gerçek olduğunu düşünüyordu. Neredeyse hiçbir şüphe yoktu, birileri şüphelerini yüksek sesle dile getirmeye başlayana kadar. Hatta birileri değil, belirli bir azınlık ses yapmaya başladığında böyle şeyler karşısında kısmen düşünmeye başlıyoruz. Sadece 1 kişinin doğruyu işaret etmesi yeterli değil ve genellikle ilk işaret edeni zaten linç kültürüyle devre dışı bırakıyoruz.
Galile ve Newton zamanlarına gelene kadar, gerçi Newton tam doğduğu sırada Galile ölmüştü. Bu döneme kadar, dünyanın her şeyin merkezinde olduğu ve güneşin bizim etrafımızda döndüğüne inanılıyordu. Mutlak bir gerçekti bu, aksi düşünülemezdi bile. Ta ki gerçek olmadığı kanıtlanana kadar -ki şimdilik diye bir şerh düşüyorum bu noktaya. Newton bir basamak daha yukarı çıktı ve gezegenlerin hareketlerini hesapladı.
Kütle çekim yasasını geliştirdi. Mutlak bir gerçekti yaptığı çalışmalar, bir noktaya kadar aksi iddia edilse de; gerçek olduğu kanıtlanıncaya kadar zorlu bir süreç olmuş olsa da kabul edildi bir noktada -şimdiye kadar demek isterdim, fakat Einstein; Newton’un kütle çekim yasasıyla ilgili problemi düzeltti ve onun sayesinde artık Merkür ’ün de yörüngesini doğru bir şekilde hesaplayabiliyoruz.
Şimdilik.
Yine bir şerh düşüyorum. Çok çılgınca görünüyor olabilir söyleyeceğim şeyler fakat zamanın ötesinden bir gözle bakmak istersek; tüm bunların çok küçük bilgi kırıntısı bile olamayacak kadar önemsiz detaylar olduğunu belki görebiliriz. Ve doğru olduğundan asla emin olamayız bu açıdan baktığımızda çünkü belki bundan 300 yıl sonra başka biri çıkacak ve zamanın göreliğinin, ışık hızı sabitliğinin şu anda tahmin edemeyeceğim bir şekilde yanlışlığından bahsedecek ve belki bir kanıt da sunacak. Şu anda bildiğimizi sandığımız neredeyse her şeyi yanlışlayacak. Birisinin bunu yapma ihtimali; şu anda bizim inandığımız şeylerin gerçek olma ihtimalinden çok çok daha yüksek. Eğer rasyonel bir şekilde düşünürsek, çünkü tarih boyunca hep böyle oldu. Hep kendimizden çok emindik ve ta ki gerçeklerimiz gözlerimizin önünde yıkılıp, tuzla buz edilene kadar sıkı sıkıya bağlandık inançlarımıza. Bir gün belki, Big Bang’in aslında başlangıç olmadığını ve ondan da öncesinin var olduğunu söyleyecek birileri. Bütün gerçekliğimizi yıkacak bir bilgi bu -ki şu anda böyle şeyler söylemeye başlayan çılgın bilim insanları görünmeye başlandı bile aslında. Özellikle de James Webb teleskobunun da katkısıyla daha önce göremediğimiz şeyleri görmeye başladık.

Kısaca şunu anlatmaya çalışıyorum, saf bir gerçek olarak kabul ettiğimiz her şey; bir gün yanlışlanabilir ve hatta bir adım daha ileri götürelim bu önermeyi; bir gün mutlaka yanlışlanacaktır. Matematik ve fizik gibi çok emin bir şekilde bildiğimiz doğa kanunlarında bile dramatik değişimler ve gelişimler olabilir ve olacaktır da. Kısacası bana kalırsa Sokrates; “hiçbir şey bilmiyorum” derken aslında tam olarak bu bahsetmeye çalıştığım, zamanın ötesinde her şeyin yanlışlanabileceği ilkesini anlatmaya çalışıyordu.

Eğer bu noktadan bir başlangıç kurarsak; şöyle bir çıkarım yapabiliyoruz, eğer bildiğimizi sandığımız her şey, bugün gerçek gibi görünüyorsa ve öyle hissediliyorsa, fakat bundan belki 100 yıl sonra ya da 1000 yıl sonra yanlışlanacak olması, onun şu anki hissettirdiği gerçeklik algısını değiştirmeli mi, sorusunu sorabiliriz değil mi?. Bana kalırsa evet, değiştirmeli. Ve bu bizi bir başka noktaya daha götürüyor. Biz insanlar olarak bir şey bilmek konusunda çok başarılı bir tür değiliz. Belki bildiğimiz türler arasındaki en başarılı grubuz ama bu yeterli görünmüyor. Yani, tahmin yürütmekte, bir yargıya varmakta, doğru olanı aramakta; hiç bitmeyecek bir yanılgının içindeyiz. Bu bir paradoks aynı zamanda. Çünkü doğruya ulaştığımızı emin olarak hissettiğimiz o an; aslında gerçekten uzaklaştığımız en uzun mesafe. Şimdi diyebilirsiniz ki; e o zaman senin bu saçma sapan fikir yürütmen üzerine kurduğun teori de yanlış, o zaman diğer her şey geçerli olur tekrar, diye içinizden geçiriyor olabilirsiniz. Evet, doğru bildiniz, benim kurduğum teori de yanlış. Hmm e bu da yanlışsa ne demek oluyor bu? Her şey yanlışlanabilir demek oluyor ve her şey yanlışlanacaktır demek oluyor. Mutlak bir doğruya ulaşmamızın hiçbir yolu yok; çünkü bu yolculuğu aynı o matematik problemini çözer gibi düşünebiliriz ve her seferinde geriye kalan yolun yarısını ilerlediğimiz bir yolculuk şeklinde hayal edebiliriz problemi. Eğer aynı şekilde yürümeye devam edersek; o halde yolu hiçbir zaman tamamlayanayacağız demektir ve mutlak doğru ile aramızdaki mesafeyi hangi oranda kapatırsak kapatalım, bu aramızdaki bitmeyecek ama kısalan yol, sürekli oransal yaklaşmaktan dolayı bir noktada sonsuz uzunluğa dönüşecek demektir.

Biraz beyin yakmış olabilirim ama dikkatli dinleyin ve lütfen gerekli dikkati verin söylediklerime, tek isteyeceğim bu olabilir ve şimdi ayaklarımızı tekrardan bir yere basalım. Sokrates belki de bunu anlatmak istedi ve hiçbir şeyi bilemeyeceğimizi, hiçbir şeyden emin olamayacağımızı ben en azından böyle yorumlamayı seviyorum. Konumuzla da çok ilgili aslında o yüzden biraz daha daraltalım artık başlığı. Eğer bir şey bildiğimiz yoksa, uzun vadede doğru kararları nasıl alabiliriz? Biraz önceki o saçma sapan teori üzerine konuşurken eğer zaman dilimimizi, uzun vadeli düşünmek isterken sonsuza doğru yakınlaştırırsak hiçbir kararımızın ya da fikrimizin doğru olamayacağını söylemeye çalışmıştım aslında. Bu kadar uzatmaya da belki gerek yoktu ama biraz hep birlikte tüm bunlar üzerine düşünelim de istiyorum. Öyleyse ben, ancak belirli bir zaman aralığında haklı olmayı bekleyebilirim. İşte tüm problem de burada başlıyor.

Eğer doğru bir oyun planı kurmazsak ve uzun vadede olmak istediğimiz noktayı hedeflemezsek; kısa vadeli ve önemsiz oyunların içinde kayboluyoruz. Bunlar genellikle görünürde bir katkısı varmış gibi hissedilen, doğru yapıyormuş gibi görünen, anlamsız oyunlar. Çok basit örnekler verebiliriz bu noktada: finans üzerine genellikle konuştuğumuz için o alandan örnekler verelim. Yakın bir zamana kadar kredi kartı faiz oranları oldukça cezbedici bir noktaydı. Herkesin iştahını kabarttı ve belki reel piyasadaki akışın temel kaynaklarından biriydi. Geçtiğimiz bölümlerin birinde yine aylık toplam kart harcamamızdan bahsetmiştim ve yanılmıyorsam 600 milyar TL (Ekim’23 Alışveriş) gibi bir rakamda olması lazım. Bu sadece kredi kartı kısmı bu arada. Banka kartlarını da devreye soktuğumuzda, toplamda 800 milyarın üzerine çıkıyor rakam. Konumuzla bağlantısına tam olarak girmeden önce burada çok ilginç bazı durumları da işaret etmek istiyorum. Geçtiğimiz yıla göre bu harcamalar %100’ün üzerinde artmış durumda. Piyasalarda genellikle haber anlamında böyle bilgiler geldiğinde insanların harcamalara daha fazla yöneldiğini, enflasyon sebebiyle herkesin ihtiyaçlarını önden karşıladığını, öne çekilmiş talep etkisinin ekstradan enflasyonu tekrardan körüklediğini ve bunun içinden çıkılmaz bir sarmala dönüştüğünü dile getiriyorlar.

YERLİ KREDİ KARTLARININ YURT İÇİ KULLANIMI

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım anda hiç bilmiyorum. Bazen sadece kafamda bir başlık belirleniyor; mesela diyorum ki; uzun vadeli oyunlarla ilgili bir şeyler hazırlamalıyım. İçinde ne olacağını bilmiyorum, başladığım anda. Hangi kritik noktaları ön plana çıkartacağımı yine bilmiyorum ve ilerleme yaparken her şey şekillenmeye başlıyor. Sanırım böyle bir düşünce akışı yaratmamın dinleyenler açısından da katkısı oluyor ve en beğenilen tarafın bu olduğunu düşünüyorum kişisel olarak. Kimse böyle bir tarif yapmasa da çoğunlukla bir sohbet ediyormuşçasına dinlediklerini söylüyor insanlar genellikle. Karşılıklı bir konuşma varmış gibi bir his oluşuyor sanırım. Bölümleri bir başıma yapmamın aslında benim açımdan da çok katkısı var, ikinci bir kişi olduğunda eğer yeterince bir samimiyet kurabilirsem; söyleyeceği her şeye karşı çıkabilirim çünkü. Biraz sinir bozucu görünebilir bu da. O yüzden böyle bir formatta olmanın sanırım her iki taraf açısından da oldukça faydası var.

Geçtiğimiz günlerde bu konuyla ilgili bir teori de geliştirdim. Belki de kendimi haklı çıkartmak için zorlama bir yaklaşım gibi görünebilir ama; neredeyse hiçbir şeyi doğru bilmediğimizi düşünüyorum. Birkaç farklı noktayı birleştirerek bu sonuca ulaştım. Arkasında benim için sağlam temelleri olan bir fikir var yani, sizin için öyle olmasa da ve bugünkü konumuzla da ufaktan bir uzak alaka da olsa, kısmen ilgisi var. O yüzden böyle bir giriş yapıyorum. Bildiğimizi sandığımız hemen hemen her şey yanlış ve uzun vadeli oyunlarla, yatırımla, hem bireysel hem portföy bakımından birikimle nasıl bir alakası var birazdan geçiş yapmış olacağız tüm bunlara.

Kısmen katılmıyorum. Çünkü kimse para arzının artışından dolayı veya o noktayı işaret ederek, bu rakamların büyüdüğünden bahsetmiyor. Enflasyonu paranın kendisi hariç her türlü sebebe bağlayabiliyoruz ve bu bana sanki bir devekuşunun kafasını kuma gömüp, başka bir organından tahminler ve yorumlar yapmasına benziyor. Çok ilginç geliyor bana. Evet, kart harcamalarında %100 üzerinde bir artış var yıllık olarak. Fakat bunun sebebi paranın face value dediğimiz, yani üzerinde yazan rakamın değerinin kaybolmasından kaynaklı. Kart harcamalarının %100 büyümesi demek; en az %100 enflasyon var demek aslında. Yani şunu söylemeye çalışıyorum, tersinden yorumlanan bir Keynesyen ekonomik kavram karmaşası var burada. Bir düzeltme girmek istiyorum o yüzden. Kart harcamaları %100 arttığı için enflasyon %100 artmıyor; fiyatlar ve kaynağı olarak para arzı en az %100 arttığı için kart harcamaları %100 artıyor.

Ve bu iki farklı cümle arasında, tamamen zıt bir yaklaşım var. Şöyle düşünebiliriz: geçtiğimiz yıl X birim kazanıyordunuz. Yüksek ihtimalle eğer yatırım yapmıyorsanız, aynı şekilde X birim harcıyordunuz. Veya borçlanarak biraz daha fazlasını. Fakat eğer bu yıl 2X kazanmıyorsanız, şu anda 2X harcama ihtimaliniz var mı? Peki bu yıl, geçen yıla oranla, reel olarak gerçekten 2X kazanabiliyor musunuz? Yani burada sormak istediğim soru aslında değer anlamında 2X kazanç yok ortada, face value olarak var. Rakamsal olarak var, değersel olarak değil. Eğer herhangi birisi, her yıl bir önceki yıl kazandığından 2X daha fazla kazanırsa, değer anlamında; onu inanılmaz bir kariyer yolculuğu bekliyor demektir hatta o kariyer yolunda ilerlemeye başlamış demektir. Fakat böyle bir şey de mümkün değil, en azından uzun vadede. O yüzden basitçe bu kart istatistiklerine bakıp; insanlar harcamalarını %100 büyüttü demek yerine, problemin ana kaynağına bakmamızda fayda olduğunu düşünüyorum. Çünkü problemi çözmemiz ancak böyle mümkün olabilir. Bu arada genel problemden bahsetmiyorum ve toplumsal olarak, bir bütün olarak bu problemin diğer birçok önümüzdeki problem gibi aynı şekilde içinden çıkılamaz bir durumda olduğunu söyleyebilirim. Kişisel anlamda en azından böyle düşünüyorum diyebilirim. Ancak bireysel olarak çözümler üretebiliriz buna. Uzun vadeli planlar işte bu noktada devreye giriyor aslında bir miktar.

Her zaman için doğruya en yakın noktaya ulaşmak için bir çaba içinde olmalıyız ve göreceğimiz şey şu ki; bu çaba bizi, daha uzun vadeli düşünmeye itecek. Enflasyon konusu da bunlardan sadece bir tanesi aslında. Ve şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz enflasyonla ilgili; %100 harcama büyümesinin büyük bir kısmının öne çekilen taleplerden kaynaklandığını düşündüğümüzde, toplu bir şekilde buna inandığımıza ona uygun davranmaya başlıyoruz ve böylece biz de kısa vadeli oyunların içine girmiş oluyoruz. Neden hiçbir şey bilmediğimiz üzerinden bölüme başladığım sanırım bu noktalarda biraz daha yerine oturuyordur. Çoğunluk olarak hiçbir şey hakkında doğru bir fikrimiz yok ve gerçeğe en uzak noktada, duruyor çoğunluk genellikle. Sorgulamak, o yüzden çok önemli. Kısaca, herkesin öne çekilmiş talepleri yok, yalnızca herkes bu yanlış düşüncenin içinde olduğundan dolayı zaman zaman hepimiz bazı taleplerini öne çekmeye çalışıyor ve bunu yaparken yüksek ihtimalle borçlanarak yapıyor. Kredi kartları limitlerini tavana zorlayacak şekilde yapıyor. Kullanabileceği kredi limitini doldurarak piyasaya ayak uydurmaya çalışıyor. Bence bir noktada şunu fark etmeliyiz, elbette kısmi borçlanmalar ve uygun faizle olmayan bir parayı harcamak, özellikle böylesine çürümüş bir sistemin içinde, sistemin kendi silahını kendine karşı kullanmak gibi bir şeye eş değer oluyor. Elbette bu fırsat değerlendirilmeli, hatta biz de bazen bahsettiğim gibi, bu yıl hemen seçim öncesinde 300 bin gibi bir kredi kullanmıştık. Bahsettiğim şeyi yapmıştık aslında. Yine o dönem bankaların böyle krediler için çok kısa vadeli vermediğini ve 100 bin üstü ihtiyaç kredilerinin kapandığını söyleyenler de olmuştu. Kısmen haklılardı. Çünkü eğer halihazırda borçluysanız ve kredilerinizi, kredi kartlarınızı tavana yaklaştırdıysanız, limitlerinizi doldurduysanız zaten ödemeye devam ettiğiniz birçok taksitiniz ve diğer kredilerinizle birlikte devam ediyorsanız banka elbette size böyle rakamları tek kalemde vermeyecektir. Bugün de hala vermemeye devam ediyorlar. Bir kredi sıkılaşması var. Fakat şahıstan şahsa değişiyor bu durum.

Aslında şu noktaya gelmek istiyorum, borçlanma yeteneğini efektif kullanmaktan bahsetmeye çalışıyorum. Böyle yapabilmek için de hayatın birçok alanında olduğu gibi herkesin yaptığı gibi yapmamak gerekiyor. Kendi adına düşünmek ve kendi adına karar vermek önemli olan kısım. Benim gördüğüm kadarıyla, insanlar kredi kartı limitlerini ve ihtiyaç kredisi limitlerini kısa vadeli hesaplar içinde olarak, onlara uzun vadede pek bir kazanç getirmeyecek şekilde değerlendirdiler ve bugün artık çok daha fazla borçlanamıyorlar, limite yaklaştıklarından dolayı. İnsanlar kredi kartı limitlerini inanılmaz rakamlara yükselttiler fakat, ancak kısıtlı ürünlerde taksit seçeneğini değerlendirebiliyorlar ve kalan limitler boş bir şekilde bekliyor. Belki sadece kendimizi iyi hissettiriyor. Böyle nitelik yerine niceliksel büyümenin yarattığı problemlerden bir başkası da kısmen ihtiyacımız olduğunu düşündüğümüz şeylere sahip olma isteğimizi, belli bir ölçüde gerçekleştirebiliyoruz kredi vasıtasıyla. Ve işte tüm bunların totali, oldukça zararlı bir kısa vadeli oyun döngüsü. Enflasyonu dalgalı bir deniz olarak düşünürsek, kredi harcamaları, bu dalgaların üzerinde sörf yapmaya benziyor. Enflasyon bir döngü şeklinde paranın zaman maliyetiyle oynayarak, zaman zaman bize avantajlar yaratıyor ve yine zaman zaman bizi dezavantajlı durumda bırakıyor, ayarlanan faiz oranlarıyla birlikte. Biz de aynı bu faiz dalgalarını yakalamaya çalışan sörfçülere benziyoruz. Burada şöyle bir problem var; enflasyonu kendimize bir kaldıraç şeklinde, zaman maliyeti olarak avantajlı şekilde kullanmaya çalışırken, eğer bunu tüketim odaklı yapıyorsak, üzerinde bulunduğumuz sörf tahtasının yüzey alanını çok dar seçtiğimizi söyleyebiliriz. Ve çok tehlikeli bir dalga anında böyle bir tahtanın üzerinde kalabilmek oldukça zor olacaktır. Böyle tahtalar üzerinde hareket eden sörfçüler, dalgayı tam anlamıyla süremeden tahtadan düşecek ve tuzlu su yutacaktır. İkinci bir seçenek, kendimize büyük ve daha aerodinamik bir tahta seçebiliriz ve bu benzetmedeki tahta da enflasyon kaldıracını tüketim yerine, krediyi yatırım odaklı kullanmakla eşleştirebiliriz. Böyle bir tahtanın üzerinde de elbette düşme riskleri var. Ancak diğer hareket alanı dar ve çürümüş tahtaya göre çok daha iyi bir pozisyondasınız demektir ve yüksek ihtimalle dalgaların birçoğuna eşlik edebileceksiniz demektir. Yatırım yapıyor olmak da, yatırımcı kimliği kazanarak fırsatları kendine bir kapital çıkarı olarak kullanmak demek de, uzun vadeli oyunlara giriş demek bir bakıma. Yatırımcı için.

Sanırım daha basit açıklayamazdım buradaki problemi. Fakat yanlış anlaşılmasını istemem, kredi oyununa girmek oldukça tehlikeli ve birçok riski barındıran problemli bir oyun alanı. Doğru şekilde kullanamadığımızdan dolayı aslında tehlikeli bir hale dönüşüyor zaten. Sadece bireysel olarak değil; daha genel anlamda kredi teorisi üzerine düşünürsek bambaşka bir hal alıyor problem. Söylemeye çalıştığım şey, şu anda bir kredili para sistemi içindeyiz; credit money deniyor buna ve bu tabire uzak olanlar bu anahtar kelimeleri kullanarak daha detaylı bir şekilde konuya bakabilirler. Problem şuna dönüşüyor; paranın zaman maliyeti krediler vasıtasıyla ve aslında var olmayan, kolayca yaratılabilen bir para çeşidi üzerinden bir araca dönüştürülerek, yapay maliyetler oluşturulduğunda, bu tehlike demek. 

Çünkü bizi kısa vadeli bir düşünceye doğru itiyor. 10 yıl sonrasını düşünmek yerine; birkaç yıl sonrasını düşünmeye itiliyoruz, eğer o da hala aklımız başındaysa. Çoğunlukla birkaç ay sonrasını ancak hesaplayabiliyoruz. İnsanların banka hesaplarında hatta; birkaç ay boyunca yetecek bir birikim bile bulunmuyor. Herkes aydan aya, maaştan maaşa bir hesaplama ve vade içinde. Bunun neden böyle olduğu üzerine çok kafa yormuyoruz. Evet, herkes durumdan şikayetçi, herkes ay sonunu zor getirdiğini ifade ediyor ama sebepleriyle yakından ilgilenmiyoruz. Para sistemini anlamaya çalışmak, paranın ne olduğu sorusunu sormak ve makul bir cevap aramak; çok kafa yorduğumuz bir şey değil. Ve daha biz farkına bile varamadan; aynı o karikatürdeki gibi; önüne havuç konulup koşturulan eşeklere benziyoruz. Bu kadar dar bir bakış açısı içindeyiz. Parayla ilgili bildiğimizi sandığımız neredeyse her şey yanlış, yine bölümün başına atıfta bulunmak gerekirse bu yanlışlığı hangi temellere dayandırmaya çalıştığım sanırım daha iyi anlaşılabilir.

Ne yaptığımızın farkında olmayışımız, ne yapacağımızın önündeki kritik çıkmaz sokak ayrımlarından biri. Zaman ufkumuz, farkındalığımızla ancak genişleyebilir ve çok daha uzak ufuklara ancak böyle bakış atabiliriz. Yoksa dünyanın düz olduğunu savunan demode bir kafa yapısından asla kurtulamayız. Böyle bir dar açıyla hayata bakmak, insanları geleceğe yönelik rasyonel ve doğruya yakın tahminler yapmaktan alıkoyan en gizli zehirlerden biri, insan aklı için.

Bence şöyle bir şey yapılmalı; ayrıca bu söyleyeceğimi uygulayan devletlerden tutun da; şirketlere, bir çok yatırım fonlarına kadar nadiren de olsa benimsenen bazı prensipler var. Bir şey hakkında, olamaz varsayımını yapmadan önce, neden olmasın sorusunu sormakla başlayabiliriz. Yatırım için de çok geçerli yöntemlerden biri ve sizi yeni fırsatlara karşı tetikte tutacak temel prensiplerden biri. Tabii rasyonel bir şekilde çıkarım yapmaya devam edilirse.

Fidelity yatırım fonunu sanırım duymayan çok az kişi vardır. Yine de kısaca bir arka plan vermek gerekirse, belki bazılarının daha kolay hatırlaması için Peter Lynch’in yönetmiş olduğu Macellan Fonunun sahibi diyebiliriz Fidelity için. Hatta borsa sihirbazları konsept başlığında Peter Lynch üzerine konuşurken biraz bahsetmiştik Fidelity’den. Uzun zamandır da borsa sihirbazları alt serisinin yeni bir bölümünü yapmadık bu arada. Yine ara ara önemli yatırımcıların biyografileri üzerine bu seriye devam etmek istiyorum. Dipnot olarak araya eklemiş olayım bunu da. Şimdi Fidelity’e geri dönersek, geçtiğimiz günlerde yöneticilerinden birinin katıldığı bir programı izliyordum. Kendi içlerinde bir yaratıcılık merkezi kurduklarından bahsediyordu Fidelity’nin. Çok ilginç bir fikir, bir yatırım şirketi için en azından. Yaptıkları şey, yönettikleri fonlardan bağımsız bir ekip oluşturmuşlar ve bu ekip sadece yeni şeylerle ilgileniyor. Çok uç teknolojik veya başka bir alanda gerçekleşmekte olan henüz daha hiç kimsenin dönüp bakmadığı ilginç ve ufuk açıcı konuları gündemlerine alıyorlar ve kendi içlerinde bir çıkarım yapmaya çalışıyorlar. Bir para falan yönettikleri yok bu arada. Yani yatırım şirketlerinin altında kurulmuş bir fon olarak çalışmıyorlar. Sadece her gün ofise gelip bazı hayaller kuruyorlarmış. Sadece bunun için ayrılan özel bir ekip. Bir an kendimi bu ekibin içinde düşündüm, ofiste boş boş gezen ve etrafa kâğıt uçaklar fırlatan insan tiplemesi kafamda canlanıyor benim ve çok hoşuma da gitti bu fikir. Diğer çalışanların da böyle bir ekibe dışarıdan nasıl bakacağını düşünmek oldukça eğlenceli bir fikir.

Fakat isterseniz bir de sonuçlarına bakalım. Yöneticileri diyor ki; bu ekip genellikle saçma şeylerle uğraşırken, çok nadir olarak bazen iyi fikirlere rastlıyorlar. Mesela Bitcoin de bunlardan biri olmuş onlar için. 2010 yılında radarlarına girmiş, ofislerinde Bitcoin madenciliği de yapmışlar, nasıl çalıştığını anlayabilmek için. Araştırabilecekleri ve yaklaşabilecekleri her açıdan bakmaya çalışmışlar önlerindeki teknolojiye ve problemler oluşturarak, rasyonel bir zeminde yapıyorlar böyle düşünce deneylerini. Bir noktada hatta ofislerinin bulunduğu muhitte çevrelerindeki kafelere, restoranlara Bitcoin kabul ettirmek için veya kazdıkları, satın aldıkları Bitcoin’i bir para birimi olarak gerçekten kullanabilir miyiz diye saha araştırmalarına kadar girmişler. 2015’lerde falan bunlarla ilgileniyorlarmış. Fidelity’nin çok uzun yıllardır Bitcoin ile ilgili olduğunun farkındaydım ben de ama arkasında böyle bir hikâye olduğuyla ilgili hiçbir fikrim yoktu ve çok enteresan bir hikâye var bence burada. Şu anda yine belki birçoğunun farkında olabileceği gibi Fidelity spot Bitcoin ETF’i başvurusunda bulunan kuruluşlardan bir tanesi. Ve buradaki ana nesne aslında Bitcoin ya da başka bir şey değil. Bir şirkette veya kişisel olarak beynimizde ikincil bir katman oluşturmalıyız. Her şeyi sorgulayan, her taşın altına bakan ve belki biraz da hayalperest, makul çizginin dışında fikirler üreten ikinci bir beyin lazım. Ya da böyle bir şeye yer açmak lazım. Çok uzun bir süre önce fark ettiğim bir şey olmuştu bu aslında. Ve eğer önümüzde bir yol ayrımı varsa; bu yollardan daha ilginç görünene girmek, uzun vadede -tabi kesin olmamakla birlikte- çok daha iyi sonuçlar çıkartıyor gibi görünüyor. Daha önce sanırım verdiğim bir örnekti ama tekrardan vermek istiyorum bu noktada. Üniversitede, hiç kimsenin tez hocası olarak almak istemediği bir hocayı seçmiştim, bilinçli olarak. Ve bu seçim, beni adeta bir domino etkisiyle Van Depreminde, depremin sıfır noktasında çalışmaya kadar götürdü. Buna benzer birçok örnek verebiliriz ve birçok kişi belki böyle seçimlerin ilginç sonuçlarının farkındadır zaten.

Ayrıca burada devreye bir başka konu daha giriyor; genel anlamda normalde, az yaptığın şeyleri daha fazla yapmaya ve fazla yaptığın şeyleri daha az yapmaya başladığın noktada; ilginç bir eşikten geçiliyor. Bu cümle bence çok önemli ve üstünde çok derin düşünülmesi gereken bir şey. Yaptığımız şeyler çünkü bize ezberletilen, artık bir motor-kas hafızasına emanet ettiğimiz ve neredeyse robotlaşarak takip ettiğimiz eylemler bütünü. Kendi adımıza düşünmekten o kadar uzağız ki; sıkışık bir düşünce balonu içinde konfor alanımızdan asla ayrılamıyoruz. Neden ve nasıl olduğunu sorgulamadığımız sosyal kurallar bütününü takip etmek, bize çok daha kolay ve uğraşsız bir yol olarak görünüyor. Sıkıcı bir yol bu aynı zamanda. Yolun çok ilerisine de bakmıyoruz ve zaten işte tüm bunların toplamı, bugün belki birbirinden çok dağınık gibi görünen konuştuğumuz her şey; bizi uzun vadeli düşünmekten ve uzun vadeli oyunlar oynamaktan alıkoyan defolu özelliklerimiz.

Bu yüzden, finansal problemlerinin içinden çıkılamaz bir hale gelene kadar, ortada bir problem olmadığını düşünüyoruz ve normal olanın, herkesin yaptığı gibi yapmak olduğu konusunda kendimizi bir ikna terapisine sokuyor. Varlık sahibi olmak fikri, ancak çok uzak bir ihtimal haline geldiğinde pişmanlıkla fark ediliyor ve dar ufuk çizgimizde bir hedef olarak göremediğimiz hayali bir düşünceye dönüşüyor. Ufuk çizgisiyle ilgili benzeştirmeyi özellikle üstüne basarak kullanmaya çalışıyorum. Çünkü eğer siz dünyanın düz olduğuna inanırsanız; ufukta görünenin ardına bakmaya ne cesaretiniz olur ne de inancınız. Zaten tüm bunlar yüzünden; insanlar uzun vadeli hedefler belirlemekten ve uzun vadeli tahminler, düşünceler oluşturmaktan çok uzaktalar. Böyle bir şey yapmaya kalkıştıklarındaysa, bulundukları rijit kurallar bütününün yarattığı simülasyonun içinden çıkamadıklarından dolayı; doğruya ya da gerçeğe yakın, olasılık dahilinde olabilecek hedefler, beklentiler, ihtimaller akıllarının ucundan bile geçmiyor.

Gerçekten varlık sahibi olmakla, zengin gibi görünmek arasındaki fark da işte bu simülasyonun en büyük ayrımların birisi. Bu yanılsamayı yaratmak için taklit yeteneklerimizi kullanıyoruz ve bunu hatta bir miktar abartı katarak, üstümüze oturmayan bir gömleği giymeye çalışarak, cahilce yapıyoruz.
 
Şöyle ki; sanıyorum aynı Naval’ın dediği gibi: “Hayattaki olunabilecek en iyi yer; varlıklı olmak ve mütevazi, anonim kalmaktır. En kötü durum ve yer ise; ünlü, meşhur, popüler veya dikkat çekici ama aynı zamanda çulsuz olmaktır.”

Bunun çok fazla örneğiyle karşılaşıyoruz. Bana kalırsa da tercih edilmesi gereken ilk seçenek, Naval’ın tanımında. Ve tartışmaya açık bir konu olmadığını düşünüyorum. Düştüğümüz en büyük hatalardan birisi yine bu aslında. Sosyal medyanın etkisiyle zenginlik algımızda oynamalar yaşanıyor ve gerçek dışı, rasyonellikten uzak hayallerin peşine dalıp gidebiliyoruz. Gözümüze sokuluyor hatta bu zenginlik çeşidi. Son günlerde yine gündemimizdeki en dikkat çeken konulardan birisi oldu bu durum. Sosyal medyanın en dikkat çeken isimlerinin tek tek yapay zenginliklerinin yok olduğuna şahit olmaya başladık. Kumdan kaleler bir bir yıkılmaya başladı. Burada kendi içinde bir yanlışlık sarmalı da var. Bahsettiğimiz o dar bakışla uzak ufukları görememe durumunun yanında, böyle öğrenilmiş davranışlarımızın etkisi altında gerçek dışı durumlara kaptırıyoruz kendimizi. İnanılmaz bir tezatlık var burada. Sanırım sorgulama yeteneklerimizin yeterince gelişmemiş olmasından kaynaklanıyor ama; bir an için kendimizi bu kısa vadeli oyunların içinde buluveriyoruz, hiç farkında olmadan. Bu takip ettiğimiz medyatik insanlar; varlıklı insanlar değillerdi, sadece iflas öncesi bir andalardı. Küçük bir dokunuş, bütün kumdan kalelerini dağıtabilir ve genellikle de öyle oluyor bir noktada. Hak edilmiş veya kazanılmış şeyler değildi ve bu ikisi arasında pek fark edilmese de çok ciddi bir ayrım bulunuyor. Daha önce bir başka bölümde yine tüm bu gelişmeler patlak vermeden önce de bahsetmiştim yanlış hatırlamıyorsam; varlık sahibi olabilmekle, varlıklı kalabilmek arasında bazı farklar bulunuyor ve bizim genellikle rol model olarak aldığımız ünlü ama varlık anlamında çulsuz kişiler; aslında sadece iflas öncesi bir pozisyondalar. Bu tanımın gerçekleştiğini görmek benim açımdan mutluluk verici ve kısmen de olsa sanırım insanların varlığı anlama biçiminde olumlu değişimlere sebep olabilecek haber çeşitleri bunlar.

Kestirme yollar zaman kaybettirir. Tekrar hatırlatmak istedim bu noktada.

Daha masum örneklerini, sanatçılar ve spor dünyasına baktığımızda da görebiliyoruz ve yıllarca şahit olduğumuz şeylerdi bunlar. Çünkü bu insanlar bir anda çok ciddi kazançlara ulaştıklarında parayı nasıl kullanmaları gerektiğinden pek bir haberleri olmadığı için, kısa vadeli düşünce biçimleriyle hareket etmeye devam ediyorlar ve bu da onların servetlerinin sonunu getiren kritik detaylardan birisi. Uzun vadeli düşünmedikçe; varlıklı kalabilmek mümkün değil ve birçok örneğini görüyoruz bunun. Şirketler için de aynı şey geçerli aslında. Nokia’nın kaybolmasını ve piyasadan önce yavaş yavaş, sonra aniden silinmesini yine aynı çıkarımla açıklayabiliriz. Motorola da yine aynı duruma düştü. Türkiye’den örnek vermek gerekirse; Zeki Triko, Sevenhill, Ulusoy, BoraJet, Atlas Jet ve daha birçok örnek yine aynı şekilde kendi sonunu getirdi.

Bu o kadar ilginç bir detay ki; yine hep kullandığımız bir kalıp olarak, önce yavaş yavaş sonra aniden gerçekleşiyor böyle şeyler ya da biz öyle algılıyoruz desek sanırım daha doğru olacaktır. Bu ismi geçen şirketlerin sektörleri, bugün baktığımızda öyle çok kötü sektörler de değil. Tekstil, ulaşım, havacılık her zaman için en gözde sektörlerden olmuştur ve ismi geçen firmalar kendi olay ufuklarını çok dar bir noktada tutarken, aynı sektörlerde inanılmaz değerlemelere ulaşan başka hikayelere de tanıklık ettik bir yandan, bunlar gerçekleşirken. Öyleyse burada dikkat edilmesi gereken çok ilginç bir nokta var. Ve kök sebebi çok göz ardı ediliyor bunların. Yeterince dikkatli bir şekilde incelenip gereken derslerin çıkartılmadığını düşünüyorum o yüzden.

Şimdi şirketlere ve geniş açıdan tüm bu olay kurgusuna bakarken, aslında aynı şekilde dönüp kendi hayatlarımızın da bir faaliyet raporunu çıkartsak sanırım hiç fena olmaz. Çünkü eğer böyle yaparsak ve dışarıdan bir gözle içinde olduğumuz durumun rasyonel bir tablosuna bakarsak, yüksek ihtimalle karşımıza pek de hoşumuza gitmeyecek bir faaliyet raporu çıkacak ve ancak o zaman gerçekçi bir şekilde yanılgılarımızla savaşabiliriz. Sanırım başlangıç noktası da yaptığımız her şeyi sorgulayarak başlamaktan geçiyor. Uzun vadeli hedefleri gerçekleştiren şeyler, öncesinde gerçekten uzun vadeli hedefler belirlemekten geçiyor ve bunun yolu da kısa zaman aralıklarında bir gerçeklik testi yapmaktan geçiyor. Eğer rotayı, kabul edilebilir güvenlik marjı sınırlarının dışına taşırırsak; coşku ve rehavet içinde gerçeklikten, rasyonaliteden uzaklaşırsak hedefi vurmamız mümkün değil ve o yüzden pusulaya, dümene ve ufuk çizgisine pür dikkat bir şekilde bakmak gerekiyor.

Bir kâğıt toplayıcısından neredeyse farkımız yok şu noktada. En azından kişisel olarak ben böyle hissediyordum, kağıtları toplamaya ve bunun karşılığında bir değer takasına girmeye çalışırken. Gerçek kağıtçılara göre yanlış yaptığımız önemli bir detayı fark ettim; sokaklarda gece gündüz kâğıt toplayanlar, bunu geri dönüşüm merkezine götürdüklerinde, ellerindeki malın nesnel bir ölçümü karşılığı, ağırlığınca değer geri alıyor. Zamanını ve enerjisini, nesnel bir ölçüt karşılığında takas ediyorlar. Fakat biz, ya da diğer türlü kağıtların peşinde koşanlar da benzer bir sonuca ulaşmak üzere hemen hemen aynı şeyi yapıyor.

Ancak çok kritik bir farkla; bizim takas ettiğimiz şey, yani zaman ve enerji karşılığında beklediğimiz şey; o kağıtçının topladığı kağıtlardan daha değersiz bir nesne ve nesnel değil. İrrasyonel bir ölçüm birimi. Neyi ne için takas ettiğimizi, hangi vadede bir oyun içinde olduğumuzu fark etmek belki de bu yüzden varabileceğimiz en önemli farkındalık noktası.

Önceki Bölüm

Birinci Kural: Para Kaybetme

Sonraki Bölüm

Köklü Değişimler Üzerine Ek Düşünceler

Latest from Blog

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint