34 mins read

Sessiz İstifa Hareketi

Son dönemlerde gerçekten çok değişik zamanlardan geçiyoruz. Belki de endüstriyel devrimle başlayan ve bir stres topuna dönen bir balonun 100 yıllık yolculuğundan sonra neredeyse patlamak üzere olduğu bir seviyeye geldik. Tarih boyunca her zaman bu şekilde hissetmişiz ama bana kalırsa bu sefer durum farklı. Bu da çok söylenen bir söz, belki de hep kendi tecrübelerimizi yüceltme arayışındayız. Ya tarih tekerrürden ibaret ya da bir ritimle ilerliyor da olabilir. Binlerce yıl önce Sokrates bile benzer şeyleri söylüyor. “Günümüz çocukları lüksü seviyor. Kötü davranışları var, otoriteye baş kaldırıyorlar, yaşlılara saygıları yok, çalışmak yerine lak lak etmeyi seviyorlar. Çocuklar artık evlerinin hizmetçisi değil, tiranı. Anne babaları odaya girince ayağa kalkmıyorlar. Onlara itiraz ediyorlar, destek olmak yerine laklak yapıyorlar, yemeği şapır şupur yiyorlar, bacak bacak üstüne atıyorlar, öğretmenlerine zulmediyorlar” diyor. Sanırım 2000 yıldır değişen pek bir şey yok. Ya da en azından biz öyle hissediyoruz. Z kuşağını, Y kuşağını sebat etmemekle ve laçka olmakla suçluyoruz çoğu zaman. Geçenlerde Büyük İstifa Dalgası üzerine konuşmuştuk. Henüz daha bu hareketin bir isim kazanması üzerinden birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen bugün çok daha farklı bir kavram tekrar karşımıza çıkıyor. “Sessiz İstifa” diye yeni bir şeyle karşı karşıyayız ve bu tam olarak Büyük İstifa Dalgasına benzemiyor. Sadece borsa ve yatırım konuları yanında bunları da konuşmayı seviyorum, çünkü finansal özgürlüğün temelleri tam olarak böyle kavramlarla filizleniyor. Y kuşağı ve özellikle Z kuşağı yeni çalışanları çok ciddi bir şekilde eleştiriyoruz bu istifa dalgaları yüzünden. Şirketler, çalışanlarını uzun vadede elinde tutamadığından çok yakınıyor.

Bu konuyla ilgili yaptığımız bir önceki bölümde Büyük İstifa Dalgası üzerine konuşurken, biraz temel giriş yapıp bu hareketlerin sebeplerinden ve kaynaklarından bahsetmiştik. Özellikle endüstriyel devrimin üzerinden 100 yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen, kişisel ihtiyaçların ve isteklerimizin değiştiği bu süre boyunca iş hayatında ciddi bir gelişme olmadığını anlatmıştım. O bölümden sonra ulaşan bir dinleyici benim 30 dakikada anlattığımı 3 dakikada özetleyen bir video atmıştı, yine oradan bir temel oluşturup bu yeni Sessiz İstifa Dalgasına geçmekte fayda var.

Sanırım bir konferans sonrası konuşmacıya soru soran bir işveren var videoda. Şirketinde gençleri uzun süre tutamadığından ve birkaç senelik yetiştirme ve tecrübe verdikten sonra kaçtıklarını ve bunu nasıl engelleyeceğini soruyor. Konuşmacı çok basit bir şekilde endüstriyel devrimden başlayıp günümüze kadar gelen süreci özetleyip hiçbir şekilde bu gençleri ve özellikle Z kuşağını zincir altında tutamayacağını anlatıyor ve gerçekten de öyle. Ben o bölümü hazırlarken bu istifa dalgalarının iş hayatının tarihsel süreciyle ve kuşaklarla direkt bağlantısını sağlayan bir kaynak görememiştim ve bunu sadece ben düşünüyor olamam ama diye de düşünmüştüm. Tabi ki öyle değilmiş.

Rajiv Taljera isimli Hintli bir iş koçu çok güzel açıklıyor bu durumu. İlk klasik iş hayatına atılan kuşak bunu yapmak zorundaydı çünkü başka seçenekleri yoktu. Hayatta kalabilmek için, bir yaşam kurabilmek için çalışmak zorundaydılar. Patronlarına karşı gelme ihtimalleri yoktu ve tüm şartlara uymak zorundaydılar. Çünkü işten çıkartılırlarsa hayatlarını sürdürebilme üzerine korkuları vardı. Onların çocukları, ikinci kuşak iş insanları bir yaşam standardı oturtmak için çalıştı. Çünkü babaları zaten ailenin hayatta kalabilmesi için bazı güvenceler sağlayabilmişti onlara. Bu ikinci kuşağın çocukları bizler yani Y kuşağı veya Z kuşağındakiler, bambaşka bir dünyaya geldi. Dedeleri ve babaları onlar için en önemli problemleri çözmüşlerdi aslında. Tabi genel olarak konuşmak gerek ve ülke bazında değerlendirmek gerekiyor bunu ama; en azından gelişmiş ülkelerde ya da gelişmekte olan ülkelerde bu ilk kuşakların çözdüğü sorunların artık var olmadığını söyleyebiliriz. Biz bambaşka şeyler arıyoruz artık iş hayatında. Bazen bu konuda düşündüğümde neden bu istifa dalgaları daha çok gelişmiş ülkelerde görünüyor diye düşünürken kendimce bir cevap bulamıyordum, rahat batıyor bunlara diyordum fakat sanırım bu açıklama yerli yerine oturtuyor her şeyi. Hatta bu durumu çok güzel açıklayan şöyle kalıplaşmış bir söz var: “Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır. Güçlü insanlar güzel zamanları yaratır. Güzel zamanlar zayıf insanlar yaratır ve zayıf insanlar da zor zamanlara sebep olur” diye. Durum neredeyse tam olarak böyle sanırım. Böyle bir döngünün içinde gibiyiz ve şu anda bana kalırsa Baby Boomer’ların henüz yaratmak üzere olduğu zor zamanlara giriyoruz gibi. Bütün suçu da boomer kuşağına bok atarak üstümüzden temizliyorum gibi görünüyor böyle söyleyince ama en azından kurduğumuz analojiye göre bu çok net bir çıkarım. Ya da kendimizden önceki nesillere suç atmak, kendimizden sonraki gelen nesillere kızmak toplumsal olarak yapabildiğimiz en basit çözüm de olabilir. Geçenlerde oduncularla ilgili bir belgesele denk geldim YouTube’da. İşin kalitesine hayran kaldım. Linkini açıklamalar kısmına bırakırım mutlaka izlenmesi gerekiyor bence, iş hayatına bir de ormancı oduncu gözünden bakın isterim. Orada Sefa diye bir kardeşimiz var, bakın nasıl özetliyor durumu:

Zamanı olanlar için tamamını izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Video altında da gözüme bir yorum çarptı: “Sanki zaman bükülmesi olmuş; Darwin, Sokrates, Konfüçyüs, Aristoteles bir araya gelmiş ormanda ağaç kesiyor…” yazmış biri.

Neyse, konuyu biraz dağıttık.

Sessiz istifalara dönelim biz. Bu hareket ismini birkaç ay önce tiktok’ta bir kullanıcının başlattığı akımla aldı. İş yerinden gelen mesai dışındaki mail veya telefonlara bakmayacağını ve asgari düzeyde sadece görev tanımıyla ilgili konularla ilgileneceğini anlattığı bir video paylaştı ve viral oldu. Fakat bu aslında yeni keşfedilen bir kavram değil. Biz bu grubu çok yakından tanıyoruz bence. Ya da en azından bir alt kümesi olan gizli işsizler kavramı çok uzun bir süredir çalışma hayatında zaten. Bu hareketi kısaca özetlemek gerekirse, minimum düzeyde iş yapmak veya yapıyor gibi görünmek oluyor sessiz istifa. Bugün biraz bunun sebepleri üzerine konuşalım.

Yeni bir işe başladığımız zaman hepimiz çok heyecanlı oluyoruz genelde ve elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışırız. Bu biraz kendini kanıtlama kaygısından da kaynaklanıyor. Ve tabi ki sevilmek istiyoruz. Fakat genellikle zamanla, ilk iş anlaşmamız üzerine çok daha farklı iş yükleri binmeye başlıyor süreç içinde. Bu pazarlık yapamadığımız bir durum genelde. Çünkü tek pazarlık kozumuz olan maaş meselesini sadece bir defa işe girişlerde kullanıyoruz veya çoğu zaman işverenin sunduğu rakamı bile kabul etmek zorunda kalabiliyoruz. Ama en azından ilk başlangıç noktasındaki tek pazarlık kozumuzu sadece bir kere kullandıktan sonra; artık işverenin kozları devreye giriyor. İş tanımımız zaman içinde değişebiliyor, boşalan bir pozisyonun boşluğunu doldurmak için görev kaydırmalarıyla iş yükleri artabiliyor ya da iş başlangıcında bahsedilen destek elemanlarından yeterince yardım alamayıp yine iş tanımının dışına itiliyoruz. Genellikle zaten kimse işin kendisini yapmak istemiyor ve özellikle kurumsal şirketlerde ve karmaşık organizasyon şemalarında bu iş atlatmalarıyla gizlenebiliyor insanlar. Ve genel geçer bir kural var bu konuda, bir şirkette ya da bir organizasyonda, işlerin %50’sinden fazlasını çalışanların %10’unun yaptığını gösteren bir çalışma var. Geri kalan %90’lık kısım, kalan %50’lik yapılması gereken işi paylaşıyor ve büyük bir dengesizlik oluşuyor. Her ne kadar her çalışma ortamında herkes bireysel olarak en fazla işi kendisinin yaptığını düşünse de bu durum çok da doğru değil. Ve bir şirkette kimin iş yapmadığını, kimin elini taşın altına koyduğunu genellikle patron hariç herkes görür.

Bana kalırsa, sessiz istifa dalgasına katılan kesim işte bu %10’luk çalışan grubu yani işlerin çoğunluğunu yapan kesim. Fakat sessiz istifa belki de bu harekete katılan çoğu çalışan için; Büyük İstifa Dalgasına kapılıp birer istatistik olmadan önceki son durak olabilir. Eninde sonunda ya iş bırakmak zorundalar ya da mevcut şartlarını iyileştirmek zorundalar. Ve ayrıca bu gruptakiler, direkt istifa hareketine katılanlar haricinde yüksek ihtimalle kendini daha az güvenli hissettiğinden dolayı sivil itaatsizliğe benzer bir yaklaşım göstermeye çalışıyorlar. Ayrıca maaş almak da tabi ki bir çoğumuza çok tatlı geliyor. Özellikle minimum düzeyde çalışıp garanti maaş elde etmek pastanın üstündeki çilek gibi. Fakat çok yakında bunun iyi veya kötü sonuçlarıyla karşılaşacaklarını düşünüyorum. En azından iş şartlarının iyileşmediğini hissettiklerinde onları istifa süreci bekleyecek ve ben de aramıza hoş geldiniz diyeceğim onlara. Bir kısmı da istediklerini elde edip işverene verdikleri bazı kozları geri alabilecek, onları da ayrıca tebrik etmek gerek. Fakat çoğu bölümde bahsettiğimiz fare yarışından çıkamayıp, finansal özgürlük kazanma fikirlerinden uzaklaşacaklarını da belirtmek lazım.

Şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz sanırım. Bu tip konularda bazı problemler hissedenler olarak en büyük uyanışımızı yaptığımız fazla mesailer üzerinden fark ediyoruz. Tabi bazı meslekler için geçerli olmasa da bu durum çalışan kesimin yine de büyük bir çoğunluğunu kapsıyor. Fazla mesai bulunmayan mesleklere ve işlere de gıptayla bakıyoruz. Bazı durumlarda ne kadar fazla mesai yaptığımızın farkında bile olamayabiliyoruz ayrıca. Tabi ki günlük ve kısa vadeli durumların farkındayız ama kendimden örnek vereyim ben. Geçtiğimiz yıl tam bu zamanlarda Eylül-Ekim ayı gibi şirkete işi bırakacağımı iletmiştim ve sonunda tamamen ayrılışım yılbaşına kadar sürdü. O dönem artık bu kopuş resmiyete binmese bile ciddi bir durum olarak süreç başladığında, yapmış olduğum fazla mesaileri çıkartmak istedim. Bunu yapmam da çok basitti sadece birkaç excel dosyasını birleştirip sadeleştirip günlük ve aylık bazda toplamda ne kadar fazla çalıştığımı çıkartacaktım yani sadece basit bir iş yüküydü. Ama bunu hazırlarken o kadar dibe battım ki, çünkü yavaş yavaş kaynayan bir kazandaki kurbağa olduğumu tam olarak fark ettim. 8 aylık süre içindeki haftalık 45 saatlik çalışma süreci içinde ben toplamda 12 aylık süreye denk gelecek kadar fazla çalışmışım. Yani aslında o yıl çalışmam gereken süreyi zaten tamamlamışım. Daha henüz yılın tamamlanmasına 4 ay kala. Bunu şöyle hesaplıyorum toplamda haftalık çalışma süresinin üstüne kabul edilebilir mesai süresini ekliyorum. Bu da yıllık olarak sanırım 270 saatti. Ben sadece 8 ay içinde 600 saate yakın fazla mesai yapmışım. Diğer bir deyişle 2 yıllık fazla mesai süremi sadece 8 ayda doldurmuşum. Bunu fark ettiğinizde içinizde bir yerlerde bir ağaç kökünden kesiliyor sanki. Sanırım istifa kararımdan geri dönmememi sağlayan en geçerli dayanağım da bu yüzüme tokat gibi çarpan gerçek oldu. Hayatı ıskaladığınızı fark ediyoruz sonrasında. Son 5 senemde sadece birkaç günlük mazeret izni hariç, hiçbir yıllık iznimi kullanmamış olduğumu fark ettim daha sonra. Zaten son 7-8 yıldır hiçbir tatile çıkmış olduğum da söylenemez. Sadece çalışmışım, ev-iş-ev üçgeninde kalmışım ve hayatımın belki de kayıp yılları olarak bir daha geri döndürülemeyecek en değerli zamanımı harcamışım. Ve bence sadece çalışmakla da kalmamışım, 1 yılda ortalama 1,5 yıllık bir iş gücü süresi kadar çalışmışım sürekli. Son 5 yılda 7,5 yıl çalışmışım. Tüm bunları fark etmek çok acı verici. Fazla mesai yaptığımızı evet hepimiz biliyoruz, bir noktaya kadar da farkındayız bunun. Fakat geniş pencereden bakıldığında çok daha başka bir şey fark ediyoruz. Ve burada fazla mesai ücreti alıp almamak da değil mesele. Normal bir çalışma hayatındaki birinden 1,5 kat fazla süre çalışmak durumunda olduğunuzu düşünün. Bu hesaplamalara iş yeri dışındayken veya mesai dışındayken, tatildeyken gelen maillere veya telefonlara verilen cevapları, harcanan zamanları katmıyorum üstelik. Sadece iş yerinde geçirdiğiniz sürenin normal bir insandan 1,5 kat fazla olduğunu düşünün. Hiçbir şeye vaktinizin kalması mümkün değil. Bazı şanslı meslekler ya da daha farklı bir yöntemle sınırlar dahilinde çalışan azınlık kesim haricinde bugün Türkiye’de büyük bir kalabalık sanırım en azından 60 saat civarlarında haftalık iş gücü sunuyordur. Ve bu rakam bana göre kabul edilebilir değil, büyük istifa dalgasına katılan, sessiz istifa hareketiyle tanışan öfkeli kalabalık için de kabul edilebilir olmadığı için bugün bu iş hayatındaki zemin kaymaları gündeme gelmeye başlıyor.

Sessiz istifa işte tam olarak bu noktada başladı. İş dışında ve iş tanımı dışında katkıda bulunmayı reddediyorlar. Hatırlıyorum çalışma arkadaşlarımdan biri masasında görev tanımının çıktısıyla çalışıyordu. Son 3-4 yıldır biri bir şey istediği zaman hemen önündeki kâğıdı gösteriyordu. Sessiz istifayı belki de o icat etmiş bile olabilir aslında. O zamanlar şaşkınlıkla izliyordum onu. Doğru yolun o olmadığını ve bunun için insanın bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordum ki hala pek fikrimin değiştiği söylenemez. Finansal özgürlükle tanışmadan önce de bu düşüncelerim vardı üstelik. Ayrıca bu finansal özgürlük konsepti bir anda bir yerde karşınıza da çıkmıyor genellikle. İnsanlar iş hayatında ve yaşamlarında bir şeylerin doğru gitmediğini, bu oynadıkları oyunun kurallarını beğenmeyip farklı bir şeyler arayışına girdikten sonra finansal özgürlük karşılarına çıkıyor. Arayan buluyor yani. Bu fare yarışından çıkmak için ve yaşamımın kaderini kendi elime almak için neler yapabilirim gibi bir soruyla başlıyor bu arayış. Bu istifa hareketlerine katılan insanların da benzer sorular sorduğunu düşünüyorum. Ve gereğinden fazla çalışma süreleri bunun ilk maddi kanıtını sunuyor birçoğuna.

Yine ufaktan değinmemiz gereken bir diğer hareket de anti-work movement. Yani çalışma karşıtı hareket. İlk bakışta nasıl yani hiç mi çalışma olmasın gibi bir soruyla bunun cevabının çok saçma olacağını düşünüyoruz fakat bana kalırsa durum tam olarak öyle değil. Altında çok daha düşünsel bir temel yatıyor bana göre ve mutlaka üzerinde konuşulması gereken bir konu. Ayrıca ben tüm bunları artık geniş bir isim olarak, büyük istifa dalgasının altında görüyorum genellikle. Yine de sessiz istifa ve çalışma karşıtı alt başlıklarının kendi içinde farklı temelleri olduğunu söylemek lazım. O yüzden zaten bugün bunlardan biri üstüne konuşuyoruz ve anladığım kadarıyla ya da kendi hissettiğim kadarıyla sizin için bir zemine oturtmaya çalışıyorum bu hareketleri. Çalışma karşıtı grup biraz daha değişik belki ileride bu konu hakkında da bir bölüm yapabiliriz üzerinde biraz daha düşünmek lazım. Reddit’te bu konu başlığının şu anda 2.2 milyon üyesi var. Yani bu hareketi destekleyen ciddi bir kalabalık da var aslında. Bu grup çalışma hayatının hiç var olmamasını istiyor. Yine de şimdilik konudan çok sapmadan asıl başlığa geri dönelim.

Bahsetmemiz gereken bir şey daha var. Sessiz istifanın içinde sessiz kovulma dediğimiz bir şey daha var. Bir kısım çok çalışmaktan, fazla yükümlülük altına girmekten şikâyet etse de bir başka tarafta da görev tanımı daraltılan ve yetenekleri göz ardı edilen bir kesim daha var. Ve belki bu gruptakiler hepimizden daha haklılar. Şirketler çoğunlukla gözden çıkardığı çalışanları yok sayma yoluna gitmeyi tercih edebiliyor. Yani ben kovup bir de tazminatla falan uğraşmayayım kendisi ayrılsın gibi bir taktik kullanabiliyorlar. Bu her şeyin dışında rencide edici de bir yol. Eminim bir kısmın başına gelmiştir. Becerilerinizin göz ardı edilmesi, yetkin olduğunuz bir konuda fikrinizin alınmaması, bazı toplantılara dahil edilmemek, şirketin sağladığı bazı yan faydaların dışında bırakılmak, pozisyonunuzun içinin boşaltılması ve daha onlarcasını sayabilirim bu yöntemlerin. Bunların büyük bir kısmını bugün mobbing kavramı altında değerlendiriyoruz. Buna kendi ismini sessiz kovulma olarak verebiliriz sanırım. İki taraflı bir soğuk savaşın başlangıç noktası bu sessizlik aslında. Bir noktada ya şirket sizi sessiz bir şekilde fikren kovuyor, ya da siz sessizce şirketi gözden çıkartıyorsunuz. Hatta bazı durumlarda ikisi aynı anda oluyor ve soğuk savaş başlıyor.

Şirket tarafından kullanılan bu yöntemlerin sebeplerine girebiliriz, fakat konumuz o taraf olmadığından biz daha çok çalışanlar tarafına odaklanalım yine. Genel olarak bu denklemdeki problemi biraz basite indirgeyerek sevdiğim bir sözle tarif ediyorum ben: “Şirketler çalışanlara işi bırakmamalarını sağlayacak kadar maaş öder, çalışanlar da yalnızca kovulmalarını engelleyecek kadar çalışırlar.” Bu söz birçok şeyi basit bir şekilde açıklıyor aslında. İşsizlik konusundaki genel problemin iş imkanlarının kısıtlılığından çok; ücret politikasından kaynakladığını düşünüyorum ayrıca. Eğer şirketler çalışanlara serbest piyasanın istediği ücretleri, yani en azından belirli bir seviyede daha yüksek ücretleri teklif etmeye başlarsa, büyük bir işsiz kesim tekrar sistemin çarklarına hızlı bir şekilde dönebilir. Fakat şirketlerin bunu yapmasını engelleyen çok daha büyük bir problem var ve genel olarak çoğu bölümde bunlar üzerinde duruyoruz zaman zaman. Tabi bu kurduğum denklemin, bir kısım işsiz grubunu iş hayatına döndürmeyeceğini de söylemek gerek. Anti-work grubu reddit topluluğunun 2.2 milyon üyeye ulaştığından bahsetmiştik daha önce. Maaş konusuna dönersek tekrardan; özellikle son 50 yıllık periyoda baktığımızda iş verimliliği ve maaşların aynı oranda artmadığını görüyoruz. Bunu gösteren çok net veriler var. Ben bunlarla ilk defa bitcoin üzerine araştırma yaparken karşılaştım. Bazı bölümlerde yeri geldiğinde bahsettiğimiz Amerika’nın altın standardından çıkışı global ekonomi ve onun yansımaları açısından çok değişik sonuçlar doğurdu. 1971 yılında dolar altın standardından çıktı ve en azından küresel bir balon olmasını engelleyen en önemli çapadan kurtulmuş oldu. Bu özel tarihten sonra GDP büyümelerine ve kişilerin gelir büyümelerine baktığımızda çok ilginç sonuçlarla karşılaşıyoruz. Özellikle bu 50 yıllık süreçte Amerika özelinde kişi başına GDP neredeyse 4 katına çıkmışken maaşlar 2 kat yükselmiş. Bu basit cümle bile aslında birçok şeyi çok net açıklıyor. Kişi başına gelir 4 kat artarken, çalışanların maaşı nasıl sadece 2 kat yükselebilir? Hem de iş yapış biçimindeki yükselen verimliliğimiz karşısında bu nasıl gerçekleşebilir? Bu soruların cevabı işte bu sistemde biriken stresin dışavurumu olarak bugün tanımlamaya çalıştığımız istifa dalgalarını karşımıza çıkarıyor. Bu 50 yıllık periyotta nelerin nasıl değiştiğiyle ilgili 1971’de ne oldu isminde çok güzel bir web sitesi var açıklamalar kısmına linkini koyarım. Mutlaka bir bakmanızı öneririm. Sorun aslında çok daha derinde, makroekonomik para teorilerimizin bir sonucu olma ihtimali çok yüksek. O yüzden sanırım her iki lafımdan biri bitcoin oluyor.

Çok net görünen makroekonomik teorilerin ciddi hatalarının yanında, bu problemlerimizin onarımı çok daha zor kısımları da var. Bunlar daha çok işin kendisiyle ve şirketlerin yapılarıyla ilgili problemlerimizden kaynaklanıyor gibi görünüyor. Özellikle oldukça geleneksel ve çok ciddi bir dikey organizasyon şemasıyla hareket eden şirketlerde çalışmak istemiyor insanlar. Alt üst ilişkisini bir noktaya kadar mentorluk ve koçluk anlamında kabul etsek de üst pozisyonlardaki yöneticilerin daha ulaşılabilir olmasını istiyor çalışanlar. Bir mail gönderirken bile bu alt üst ilişkisini ya da dikey organizasyonu çok net görebiliyorsunuz. Gönderilen kişilerin maildeki sırası, cc’ye koyulan yöneticilerin sıralaması… o kadar kuralcı ve gazı kaçmış bir sisteme adapte olmanız isteniyor ki, bir noktadan sonra bu katı kuralların çoğunu saçma bulmaya başlayabiliyorsunuz. Sözlü olarak çok rahat 5 dakikada eyleme geçilerek çözülebilecek bir konu için günlerce sürebilecek bir mail trafiğine girmeniz istenebiliyor. Talepler, izahatlar, onay süreçleri, genel müdüre düşen bir onay için beklemek zorunda kalmak, ya da çok üst düzey bir pozisyondan talep yaparken mutlaka istenen, 23 Nisan şenlikleri okumaları gibi girişler. Sayın Müdürüm ve Değerli Yöneticilerim; o oldu bu oldu şöyle oldu falan filan derken şu talebi değerli ve uygun görüşlerinize sunarım. O yapmacık tavırlar. Ve tüm bu dikey organizasyonun içinde sürekli yukarıya doğru tırmanmaya çalışmak bir süre sonra çok yorucu ve gereksiz bir çaba gibi gelmeye başlayabiliyor. Genellikle şirketlerde hep oyunu kurallarına göre oynayan kişiler gösteriliyor ve bu adam ya da kadın 10-15 yıl önce basit bir görevle başlamışken bakın şu anda üst düzey yönetici hatta genel müdür gibi örnekler konuluyor önünüze. Siz de aynı yoldan giderseniz, söylenenleri yapıp sebat ederseniz, çok çalışırsanız ve sürekli üstün performans gösterirseniz siz de bir gün üst yöneticiler arasına katılabilirsiniz deniyor. Bu başarı hikayeleri ve şirket içi örnek kişiler her yerde mutlaka vardır. En alttan başlayıp en tepeye tırmanma hikayeleri ayrıca hepimizi cezbeder. Ayrıca bir şirket kültüründen de bahsedilir genelde. Yapılan işi ilahlaştıran, çok büyük bir resim çizilir. Bunu yaparken ayrıca şirket geleneklerinden ve katı kurallarından hiçbir şekilde taviz verilmeyeceği de söylenir. Ve genellikle bunlar bize oldukça havalı gelir. Belirli bir kıyafet yönetmeliğine uymak, belirli bir düzende çalışmak ve kariyer oyununa katılmak konusunda heyecan duyarız. Bu yanılgılar yeni iş modelleri ve teknoloji firmalarının farklı yaklaşımlarıyla bir noktada değişti diyebiliriz fakat oralarda da başka problemler var onlara da geleceğiz ileride. İnsanlar Amerika şartlarında bile iyi sayılacak yıllık 150–200 bin dolar maaşlı teknoloji şirketlerinden ayrılıyor ve kendi hayalleri peşinde koşmaya çalışıyor. Kimi direkt iş bırakıyor kimi de sessiz bir şekilde şirkete minimum düzeyde iş gücü sağlamaya başlıyor. Önümüzdeki 20 yıl içinde iş dünyasını tamamen değiştirecek bir değişimin henüz ilk adımlarında olduğumuzu düşünüyorum. İş dünyasıyla ilgili konulmuş geleneksel kuralların üzerinden 100 yıl geçmiş olmasına rağmen aynı sistematikle yönetilmeye çalışmak hala çoğu iş modelleri için kullanılan yöntem. Tabi bir de eşit işe eşit şans, eşit koşul sağlandığı algısına sahip oluyoruz. Fakat durum genellikle böyle olmaz. Çoğu çalışanın kariyer yolu bir şekilde bir noktada çıkmaz sokağa girer. Büyük istifa dalgasında da bahsettiğimiz bu yolun sonuna gelenler ya iş değiştiriyor ya istifa ediyor ya da şimdi anlamaya başladığımız gibi sessiz bir istifa hareketine katılıyor. Bu hareket sivil itaatsizliğe de benziyor bir bakıma. Belki de kurumsal itaatsizlik diyebilir buna aynı zamanda.

Bu yönteme başvurmamızın nedenlerinden en önemlisi belki de kendimizi yaptığımız işle, çalıştığımız kurumla tanımlamaya yönelik kişisel egolarımız da olayın bir parçası. Çevremize ve ailemize karşı sürekli bir kendini kanıtlama duygusuyla bu tanımlamaların içine sokuyoruz kendimizi. Bütün hayatımız iş oluyor ya da yaptığımız iş hayatımız oluyor. Tüm çevremiz yaptığımız işe göre şekilleniyor ve bunun dışındaki kabuk çevremizde, aile ve yakın arkadaşlarımız arasında kartvizitimizi bir statü sembolü olarak kullanıyoruz. O yüzden güvenli alanımızdan ayrılmak hiç de kolay değil. Tüm bunlara rağmen bugün hala istifa dalgalarını yine de konuşuyoruz çünkü sanırım özellikle pandemi süreciyle birlikte bazı şeyler değişmeye başladı. Tüm sisteme sanki bir yazılım güncellemesi geldi ve bir reset atmak durumunda kaldık.

Diğer bir problemli durum da proje ve hedef bazlı çalışmalardan kaynaklanıyor. Bunu ben iş hayatında pek hissetmedim çünkü iş planımız tam olarak bu şekilde değildi. Genellikle yaptığım işte bir projenin şekillenmesi, sürecin kendisi, işin yapılması vesaire derken çok uzun bir süre aynı proje devam ederdi, ayrıca bir müşteriyle çalışırken onun yanında başka projeler ve işler de olgunlaşır paralel bir şekilde ilerlerdi. Bu şekilde bir iş akış şemasının da kendi içinde sıkıntıları var fakat bu akış haricinde direkt tek proje odaklı çalışmalar sanırım daha sıkıntılı ve bu şekilde çalışan büyük bir çoğunluk var. Özellikle teknoloji şirketlerinde. Ben de bunu podcast yayınları yaparken fark ettim. Her hafta bir konu hazırlayıp onun üstüne çalışmak, içeriği kafada olgunlaştırıp ortaya anlamlı bir şeyler çıkarabilmek için ciddi bir çalışma yapmak daha önce yapmadığım bir iş akış şemasıydı. Buradaki problem projeyi yani bölümü çıkardıktan sonra sayacın tekrardan sıfırlanması ve sanki hiçbir şey olmamış gibi yine 1 haftalık deadline süresinin hemen başlaması. Tabi daha serbest bir şekilde bu bölümler için kendi çalışma planımı yaptığımdan dolayı ben bunu tolere edebilecek yöntemler geliştirebiliyorum fakat profesyonel iş dünyasında durum pek öyle değil. Çalışanlar tamamladıkları süreli projelerden sonra hemen anında yeni bir görev almaktan ve tekrardan sıfırdan başlamaktan dolayı ciddi bir bunalım yaşayabiliyorlar. Ve önceki bitirdikleri proje için hiçbir övgü almamaları, aksine sürekli performans çıtasının daha da yukarı çekilmesi ve ölçülmeye çalışılması not ve puan sistemiyle değerlendirilmesi, çalışanı sonunda tüketen bir girdap. Özellikle hizmet sektörü üzerinde durmuştuk Büyük İstifa Dalgasını konuşurken, fakat bu istifa hareketlerinin alt başlıklarıyla birlikte her sektöre yayılan bir pandemi gibi değerlendirebiliriz durumu.

Tamamlanan hedeflerin bir anda yok olması ve yerine anında yenilerinin gelmesi, sürekli yükseltilen hedeflere ulaşmaya zorlanmak çok yıpratıcı bir süreç. Özellikle proje odaklı işlerde. Bu noktada çalışanların birçoğu farkında olmasalar bile tükenmişlik sendromuna kapılabiliyorlar. Ve bunu küçük bir tatil kaçamağıyla çözebileceklerini düşünüyorlar. Fakat problem temelden çözülmediği sürece, bu kısa süreli deşarjlar hiçbir şekilde uzun vadede yararlı olamaz. Olmuyor da. Ya da tam tersi tamamen sabit bir iş yaptığınız bir işte çalışıyorsanız da büyük problemler yaşayabiliyorsunuz. Her gün tamamen aynı şeyleri tekrar tekrar yaptığınızı düşünün. Bir fabrikada üretim bandında ya da bir masa başı işte evraklar üzerinde fark etmez. Tüm gün aynı sistematikle aynı şekilde çalışan, işe karşı bir kas hafızası geliştiren kişilerin yaşadığı sorgulama ve bunalım bambaşka. İçten içe çürüyor gibi hissediyorlar, yaptıkları işi sorgulamaya başlıyorlar. Böyle anlarda üst yöneticiye durumu açtığınızda, ya da psikolojiniz hakkında tüyo verdiğinizde size şirketteki o örnek insanı anlatıyor. 20 yıl sebat edip Genel Müdür Yardımcısı olan, ya da her işe koşturup, hiçbir iş yüküne hayır demeyip sonunda bölgesinin müdürü olan o örnekleri önünüze koyuyor. Kısa süreli moralinizi yükseltecek motivasyon konuşmaları dinliyorsunuz yöneticinizden ve kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Potansiyelinizin çok yüksek olduğu hakkında övgüler alıyorsunuz ve önünüzdeki işe tekrardan dört elle sarılıyorsunuz. Ta ki bir sonraki krize kadar. Sürekli bu döngülerden geçmiş biri olarak bir gün en sonunda yöneticim bana: “İlker, olm ben sana sürekli motivasyon konuşması nasıl yapayım kuzum, her birkaç ayda bir aynı döngüye giriyoruz” demişti. Haksız değil. Ayrıca kimse sizi sürekli motive etmek zorunda da değil. Fakat sessiz bir şekilde kurumsal itaatsizlik uygulayanlar ya da istifa edenler, hatta gizli işsizler de pek haksız sayılmaz. Ben bu problemlerin temellerini kuşakların beklenti farklılıklarına ve endüstriyel devrimin üzerinde yükselen, zamanı dolmuş iş planlarına bağlıyorum. Fakat tabi daha en başta paylaştığımız yanmış orman alanlarında ağaç kesim işçisi olarak çalışan Sefa’nın dediği gibi medeniyet temelinde de bir problem olabilir. Jean Jacques Rousseau da çok benzer şeyler söylüyor Sefayla.

Sessiz istifa, kurumsal itaatsizlik dışında ayrıca çalışanın bir özgüven problemi yaşadığını da gösteriyor bana göre. Büyük bir çoğunluk maaştan maaşa yaşamını idame ettirmeye çalışıyor ve bunun yanında bir birikim oluşturamıyorlar. Kredi borçları, öğrenci kredileri, evlilik-düğün borçları, sonrasında ev kredisi, araç kredisi, çocuk harcamaları derken içinden çıkılamaz finansal yükümlülüklerin altına girmek zorunda kalınıyor. Şirketlerin istedikleri tam olarak böyle çalışanlar zaten. Bu gruptaki çalışanlar şirketler tarafından çok rahat bir şekilde istismar edilebiliyor. Hatta çoğu büyük firma, mesela benim yakından bildiğim bazı gruplar, yaptıkları konut projelerinden çalışanlarına daha uygun ödemeli ev kredisi imkânları sağlayabiliyorlar. Ya da aynı şekilde daha uygun fiyatla araç satışı yapıp yine aynı zamanda uygun koşullarda kredi çekebilmesinin önünü açabiliyorlar. Ayrıca bu kolaylıklar iki taraf için de kazan-kazan durumu yaratıyor tabi ki bunu da söylemek gerek. Çalışanlar temel yaşam standartları olan en önemli ihtiyaçlarına daha kolay ulaşabiliyor, şirketler de kendine borçlandırdığı çalışanları üzerinde tamamen hak sahibi olabiliyor bu uzun kredilerin vadesi boyunca. Bir nevi yeni nesil kölelik sistemi benim bakış açıma göre.

Tüm bunların farkında olsak bile, yükümlülüklerimizden dolayı istifa vermenin zihinsel ve duygusal olarak zorluklarından dolayı bu adımı atmakta çekinceler yaşayabiliyoruz. Gerçekten çok zor bir eylem. Hiçbir yükümlülük altında olmasan bile bu karara ulaşmak çok zor. Özellikle iş dünyasının bugünkü yapısını reddedip yeni bir şeyler denemek isteyenlere biraz da deli gözüyle bakılabiliyor. Zihinlerdeki duvarları yıkıp çizginin dışına çıkmak takdir edilesi bir hareket. Ayrıca fiziksel olarak da zor. İstifa kararını yöneticine iletmek, bunun mailini atmak, istifa konuşmasını yapmak. Hepsi çok zor adımlar. Fakat dün gibi hatırlıyorum; yarın bundan sonraki hayatımın ilk günü diyerek çıkmıştım ofisten. Heyecandan yerimde duramıyordum. Ertesi gün artık telefon gelmeyeceğini, uzun süredir kafamda bitirdiğim saçma sapan işlerle ilgili rahatsız edilmeyeceğini bilmek çok büyük bir hafiflik veriyor bünyeye. Anlamsız tekrarlarla sürekli takip edilmesi gereken saçma görevlerden kurtulmak sanki ağırlıklarınızı atmaya benziyor biraz.

İş dünyasında yükselen bu yeni trend hareketlerine katılmak tabi ki kolay değil. Önce kişinin finansal özgürlüğünü sağlayacak bir altyapı kurması gerekiyor bana göre. Ya da en azından bir planı olmalı. Sessiz istifayı, daha önce konuştuğumuz büyük istifa dalgasının ilk küçük medcezirleri olarak görüyorum ben. Kendi adıma uzun yıllar önce kurduğum bireysel özgürlük planıma sadık kalıp agresif bir şekilde birikim yaparken hiçbir zaman sessiz istifa sürecine giremedim yine de. Sadece bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmemi sağlayan ve beni kişisel olarak istifa sürecine iten kendimce 3 çıkarımım oldu, son olarak onları paylaşmak istiyorum.

Birincisi:

“Ya sen kendi hayallerini kurarsın ya da birileri kendi hayallerini kurdurmak için seni işe alır. Ve bir hedefin yoksa, başkalarının hedefi için çalışırsın.” Bu kalıp sözler bir çoğumuzun kulağında zaman zaman çınlıyor. Fakat bunun farkına varmak bence başlı başına bir adım ve ilk farkındalık kazanılması gereken durum belki de.

İkincisi:

Herkesin yeri doldurulabilir. Hem de sonrasında hiçbir şey değişmeden devam eder. Sanki var olmamışsın gibi. Birçok kişi görmüştür, iş yerinde bir anda kaybolan, kovuldu mu istifa mı etti bilinmeyen ve bir daha sözü edilmeyen insanlar oluyor. Ben de onlardan biri olmak istedim aslında fakat o kadar sessiz bir şekilde ayrılamadım. Yine de sanırım bir süre adım geçmiş olsa bile, tamamen unutulduğumdan ve eğer yaptığım bir katkı varsa şu anda yok olduğundan ya da yok sayıldığından eminim. İşten ayrıldığınız gün bunu bir tık fark ediyorsunuz zaten. Özellikle şirket telefonu kullanıyorsanız. Şirket telefonunu teslim ediyorsunuz ve bir gün öncesine kadar telefonda günde ortalama 200 görüşme yaparken, bir gün sonra telefonunuz hiç çalmıyor. Yeriniz dolduruluyor, o telefonla başka biri ilgileniyor. Gelen mailleri cevaplayacak başka biri hemen bulunuyor. Bunların farkında olmak lazım daha en başında, çalışırken ve bir koltuk doldururken bile.

Üçüncüsü:

10 yıl sonra nerede olacağım sorusunun olumsuz ve depresif cevabı. Ya şimdi bırakmazsam ve ömrümün sonuna kadar burada çalışmak zorunda kalırsam? diye sormalı insan kendine. Ve buna olumsuz bir cevap veriyorsanız bir şeyleri değiştirmenin vakti gelmiş demektir. Warren Buffett’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Eğer kendinizi bir çukurda bulduysanız, ilk yapmanız gereken şey çukur kazmayı bırakmaktır” diyor. Ve bunu çok derine kazmadan, çukurdan henüz çıkabilecek bir seviyedeyken yapmak çok önemli bence.

Sanırım biraz depresif bir bölüm oldu fakat tam olarak vermek istediğim mesaj da insanların bunalımlarını derinleştirip bir an önce işlerinden istifa etmelerini sağlamak değil aslında. Galiba yasal bir sorumluluk olarak bunu eklemem gerek. İstifayı övmek diye bir suç var mıdır acaba TCK’da bakmak lazım. Bireysel özgürlükler üzerine bir hassasiyet oluşturmaya çalışıyorum aslında. Kişinin kendi özgürlüğünü eline alması ve kendi kaderinin kaptanı olmasını teşvik etmek istiyorum işin temelinde.

Önceki Bölüm

Özgürlüğe ve Varlığa Giden Basit Yol

Sonraki Bölüm

ARK Invest Büyük Fikirleri 2022: Geleceğin Teknolojilerine Yatırım

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint