/
32 mins read

Enflasyon ve Depresyon, Mutsuzluk (Part 1)

Bugün iki haftalık bir serinin ilk bölümü olacak şekilde enflasyon üzerine konuşalım istiyorum biraz. Son zamanlarda böyle daha seriye benzer şekilde bölümler yapmaya başladım bu arada. Bahsetmek istediğim konuları parçalara ayırıp paylaşmak daha yararlı oluyor gibi. Tabi hala stok da bitmedi, hazır içerikler olmasa da paylaştıklarım, hemen hemen kafamda neler yapacağım üzerine neredeyse hazır bir sıralamada devam ediyor podcast hala. Sanırım önümüzdeki yılın ilk yarısından itibaren tamamen serbest uçuşa geçeriz. Bunun iki yönden faydası olabilir. Hem daha güncel ve daha yaratıcı şeyler çıkabilir. Hem de daha basit bir hazırlık sağlayabilir bana. Fakat o zaman belki daha sıradan bir şeye dönüşebilir. Bunun olmaması için ileriye yönelik sürekli bir yol haritası şeklinde içerik haritası hazırlamaya çalışıyorum bir yandan. Şu anki şekilde bir ilerleyişin de faydası var tabi. Neredeyse ne üstüne bir şeyler hazırlayacağım çok öncesinden en azından kafamda hazır oluyor. Ayrıca satoshi radyo ile birlikte her 2 haftada toplamda 3 bölüm çıkarmak için bu disiplin de şart zaten. O tarafta yayınlara başlamadan önce çok daha rahattım bu konuda. Yaya yaya çalışabiliyordum ama şu anda yaptığım şeye bir çalışma diyebilirsek; eski iş hayatımdan çok daha yüksek bir tempoda iş yapıyorum. Fakat buna rağmen daha az yorgun hissediyorum kendimi bu da çok önemli bir detay bana göre.

Bir de, ekşisözlük’te podcast başlığını evet takip ediyorum. Onu da belirteyim, en son öyle bir entry girilmiş çünkü. Henüz topu topu 3 entry olsa da başlığı açana da yorumda bulunanlara da çok teşekkür ederim. 8. ya da 9. nesil olması lazım ben de bir yazarım. O kadar uzun süre geçmiş ki unuttum artık o kadar eskiyi. Hangi nesilden olduğumdan ziyade zaten çok uzun bir süredir yalnızca zaman geçirmek için bakıyorum oraya arada sırada hala. Fakat tabi çok bozdu eskiye göre. Bir de yine diğer platformlarda da yorumda bulunan, mail atan, özellikle eleştirilerini ileten herkese tekrardan çok teşekkürler.

Ufaktan konuya giriş yapalım ama artık bu al gülüm ver gülümü çok uzatmadan. Dediğim gibi iki bölümlük bir seri olacak bu konu. Enflasyon ortamında yatırımdan diğer bölümde konuşmuş oluruz. Bugün yalnızca enflasyonun kendisi üzerinde duracağız biraz. Geçtiğimiz günlerde Amerika’nın Büyük Buhranı üzerine Rothbard’ın yazdığı bir kitap paylaşmıştım twitter’da. Orada konu tam olarak enflasyon olmasa da şöyle bir söz geçiyordu: “Para bütün ekonomik aktiviteleri birbirine bağlayan bir araçtır. Eğer bir şeyin fiyatı artarken, bir başka şeyin fiyatının azaldığını görüyorsak bu endüstriler arasındaki talep geçişini gösterir. Fakat eğer her şeyin fiyatı aynı anda artıyor ya da aynı anda azalıyorsa; bu parasal sistemde bir değişiklik yapıldığını işaret eder.”

Bu söz, bana aynı Matrix’te Neo’nun siyah kediyi iki kez gördüğü dejavu sahnesini hatırlatıyor. Bu arada, bir başkası söylemeden ben söyleyeyim, evet çok fazla Fight Club ve Matrix referansı veriyorum, farkındayım. Fakat çok fazla böyle sistem eleştirileri yapılmadığından maalesef elimizdeki sınırlı kaynakları kullanmak zorunda kalıyorum. Bunu bir parantez olarak eklemem lazım. Matrix’te sistemde bir değişiklik yapıldığında görülen dejavu gibi, biz de enflasyon etkilerini görüyoruz gerçek hayatta. Ya da içinde bulunduğumuz simülasyonda. Buradaki kullandığım simülasyon kelimesi gerçek anlamda bir paralel evren hikayesi üzerine kurulmuş değil ama. 11. Bölümde, Ekonomi, Değer ve Özgürlük Simülasyonları bölümünde biraz bu konunun detaylarına girmiştik eğer o bölümü henüz dinlemediyseniz oraya da göz atabilirsiniz. Ayrıca Baudrilliard’ın yazdığı Simülakrlar ve Simülasyon kitabına da mutlaka göz atmanızı tavsiye ederim.

Burada daha çok bahsetmek istediğim şey, bir değer simülesi yapılan bu ekonomik sistemin içinde, bazı ciddi değişiklikler yapıldığında aynı bir dejavuya benzer bir şekilde geçmişte yaşanılan sonuçların bir simülesini tekrar ve tekrar görmeye devam ediyoruz. Buna rağmen bizim tek ilgilendiğimiz şeyler; asgari ücret zamları, saatlik ücretler ve kötü bir simülasyon olan sistemden aynı şeyleri istemeye devam etmek. Problem belki de hep bu daha fazlasını isteme arzularımızdan kaynaklanıyor. Bunu pek önemsemiyoruz ama. Yalnızca tek istediğimiz şey daha dolu banka hesapları ve daha şişkin bir cüzdan. Fakat bunun bazı ekonomik sonuçları var. Enflasyon gibi. Daha önceki bölümlerden birinde de bahsetmiştim sanırım Japon ekonomisinden. Bu açıdan bakınca, enflasyon konusunu konuşurken, yine Japonya’nın daha dikkatli ve daha yakından incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Nerdeyse yaklaşık 30 yıldır büyük bir durgunluk içindeler. Ekonomistlere göre. Fakat bu durağanlığı yanlış anlıyoruz genelde ve biraz da yanlış anlatılıyor bana göre. GDP’leri evet çok ciddi bir büyüme göstermedi. Hatta nerdeyse 20 yıldır çalışan maaşları değişmemiş durumda. Düşünsenize; 20 yıl aynı maaşı aldığınızı. Ama bunun yanında, cost of living dediğimiz, yaşam standartları için yapılan harcama denilebilir sanırım Türkçe olarak, yine bu da 20 yıldır büyük bir değişiklik göstermedi. Tüm tarihi ekonomik krizlerin hepsinden hiçbir büyük yara almadan geçti Japonya ekonomisi. Ve bu, bir durağanlık olarak değerlendiriliyor. Durağanlık da gerileme olarak görülüyor. Bunun yanında biz 90’lardan 2000’lere kadar irili ufaklı birçok kriz geçirdik. Birden fazla defa birikimlerimizi ve yatırımlarımızı neredeyse tamamen kaybettik. 2000’lerden sonra tüm dünyada yine çok ciddi krizler görünmeye devam etti. Neredeyse her 5-10 yılda bir aynı döngü içinde büyüme ve sonrasında patlama olarak, dejavu gibi hissedilen döngülerin içindeyiz. 1990’dan bu yana Japon Yeni dolar karşısında 30 yıldır aynı seviyede devam ediyor. Enflasyonla ilgili konuşurken çok daha büyük korkular olarak sunulan deflasyon ve stagflasyon hakkında da daha ciddi bir araştırma yapmamız gerekiyor bence. Bu açıdan dünyada 4 çeşit ekonomi olduğu söylenir genelde. Gelişmiş ekonomiler ve gelişmekte olan ekonomiler ve Arjantin ve Japonya. Sanırım biz; Arjantin tarafına daha yakın bir yerdeyiz ve durum ortada. Tabi, elbette Japon ekonomisini kusursuz bir ütopya olarak sunmuyorum burada ama daha detaylı bir şekilde araştırılmaya değer olarak gördüğümden bahsetmeye çalışıyorum. 30 yıldır enflasyon, maaşlar, işsizlik veya aklınıza gelecek herhangi bir ekonomik metrik neredeyse hiç değişmemiş durumda. Ya da birbiriyle aynı oranda hareket ediyor. Bu da bir stabilite ve sağlıklı bir ortam yaratan şeylerden biri bana göre.

Tabi yine de çok fazla ekonomik teorilerin ve bu tarz terimlerin içinde kaybolmayalım. Yalnızca bir karşılaştırma ve değişik bir ekonomik yaklaşımın farklı bir bakış açısını sunmaya çalışıyorum. Japonya’nın 90’lardaki ekonomik balonunun patlaması ve 80’lerin başında hayal edilen dünyanın 1 numaralı ekonomisi olacakları hikayesi sona erince bunun sanırım o dönem kimse böyle sona ereceğini tahmin etmiyordu. 80’lerin rüya şehri Tokyo’yu o yüzden bugünlerde hayalet şehir gibi tasvir ediyorlar fakat gerçekte durum pek öyle değil gibi. Bunu oradaki iş yaşamını ve sosyal hayatı YouTube’dan bile takip ederek görebilirsiniz. Bu tarz alışık olmadığımız bir stabiliteyi genellikle depresyon olarak değerlendirmemiz isteniyor ama. Durağanlıkların depresyona yol açtığı savunuluyor. Aynı 1930’larda Amerika’daki krizin Büyük Buhran ya da Büyük Depresyon olarak ünlü bir isimle anılması gibi. Yine başlangıçta söylediğim Rothbard’ın kitabında bu konuyla ilgili daha farklı fikirleri inceleyebilirsiniz. Bu tip konularla daha meraklı olanlar için Japonya ve Büyük Buhran parantezini açmak istedim sadece. Bu parantezi kapatalım artık ve daha gözle görünür kısımlara geçelim.

Kişisel olarak para birimleriyle ilgili yaşadığım en büyük problemin temelinde enflasyon yatıyor. Ve konuyu da bu anlamda biraz kişisel değerlendirmek gerekiyor. Genellikle enflasyon üzerinde konuşurken fiyat hareketliliklerinden bahsediyoruz fakat hiçbir zaman para biriminin kendisi hakkında pek konuşmuyoruz. Arz ve talep dengesindeki iki tarafın araç olarak kullandığı aynı Rothbard’ın tarifindeki gibi ekonomik aktiviteleri birbirine bağlayan takas birimini çoğunlukla göz ardı ediyoruz. Arz ve talebi sadece bir malın miktarına ve karşıdaki istekli alıcı sayısına bağlamak çok yanlış bir çıkarım olur. Bana göre bir malın miktarını zaten karşıdaki alıcı kısmen de olsa daha en başından belirler. Bugün, trafikte otomobiller yerine at arabalarını görmüyor oluşumuzun sebebi de bu. Fayda ve maliyet denklemi de tam bu noktada devreye giriyor zaten. Ürünlerin faydaları karşısında her tüketici kendine uygun bir maliyete göre bir harcama davranışı içine girer. Bu davranışı motive eden şey; ürünün maliyetinden çok işlev ve faydası üzerindeki motivasyondan kaynaklanır. Ve miktar yani arz bu motivasyonlarımızı etkileyen en önemli yönlendirmelerden biri. Tabi elbette maliyeti de önemli fakat; öncelik işlev ve faydada ve miktarda gizli bana göre.

Tam olarak bu yüzden zaten elmas ve su paradoksu denilen bir şey var. Su kesin bir şekilde elmasa oranla daha faydalı ve işlevli bir ürün. Fakat bu tek başına onu elmastan daha değerli bir şey yapmıyor. Miktar burada belirleyici bir faktör. Sanırım yaşamın temel yapıtaşı bu kadar geniş bir coğrafyada bu kadar ulaşılabilir bir şekilde bulunmasaydı; petrolden, elmastan hatta altından daha değerli bir şey olabilirdi. Çünkü faydası bu diğerlerinin yanında ölçülemez bile. Tam olarak bu motivasyonla güneş sistemi dışındaki gezegenlere bakarken ilk aradığımız şey su oluyor. Bu kadar değerli bir şey; peki neden elmasa göre lafı bile edilemeyecek bir şekilde değerleniyor? Ulaşılabilirlik ve miktar işte buradaki faktörler. Ayrıca değer ve fiyat arasındaki görünmez farkı da bence en güzel gösteren karşılaştırmalardan biri bu. Bir şeyin fiyatının çok yüksek olması onu oldukça değerli yapmıyor tek başına. Bunun için bakmamız gereken diğer faktörler işlevselliği ve faydasında gizli biraz. Fakat bu aynı zamanda her işlevsel ve faydalı ürünün de değerli olması gerektiği anlamına da gelmiyor. Saatler mesela. Yine buna en güzel örneklerden biri. Aynı işleve ve aynı faydaya sahip iki saat arasında astronomik derecede fiyat farkları olabiliyor. Halbuki karşılığında aldığımız fayda ve işlev aynı olmasına rağmen. Bazıları bu terazinin iki farklı zıt kutbunda kendini tanımlayabilir ama. Kimisi, minimalist ve sadelikle kendini tanımlayıp Cassio’nun o klasik saat modelini kullanabilir. Kimisi zevk ve gösterişi sevdiğinden Rolex kullanabilir. Aslında konuyu çok da dağıtmadan söylemek istediğim şey; ekonomik bir aktivitede fiyattan çok daha önemli kriterler var yani. Hangi bölümdü hatırlamıyorum ama daha önce de bu elmas su paradoksundan bir yerde bahsetmiştik. Yine bununla ilgili bir yazı linkini notlar kısmına bırakırım meraklılar için.

Bu motivasyonlarımızla ilgili en kritik noktanın miktarda saklı olduğunu düşünüyorum. Eğer elmas, su gibi toprağı kazdığımızda hemen her yerde çıkıyor olsaydı ve tam tersi bir şekilde suya ulaşabilmek için yüksek maliyetli madenler kurmak zorunda olsaydık tam tersi bir durum geçerli olacaktı. Hmm burada o zaman bir başka değişken daha girdi sanki işin içine değil mi? Üretim maliyeti. Özellikle altın ve petrol gibi maddeler için bu durum çıplak fiyatta tamamen geçerli bir durum bu. Çıplak fiyattan kastıma daha ileride gireriz, şimdilik bir temel oluşturmaya devam edelim. Maliyet üzerinde biraz daha durmamız gerek öncesinde. Bir ürünün fiyatı genellikle üretim maliyetine yakınsayan bir şekilde ilerler. Öyleyse bu da fiyatı belirleyen bir başka değişken. Arabalar belki de buna verilebilecek en basit ve kolay anlaşılabilir örneklerden biri. Her yıl milyonlarca araç üretilmesine rağmen, araç fiyatları hiç de öyle azımsanacak bir rakama inmiyor. Bunu şu bağlamda söylüyorum. Bir mal üretiminde biliyoruz ki, Wright Kanununa göre, üretim adedi her ikiye katlandığında, üretim maliyeti de belli bir oranda düşüş yaşaması lazım. Tabi sektörden sektöre değişiklik gösterebilir bu durum fakat; mesela pil üretimiyle ilgili ARK Invest hakkında yaptığımız bölümde buna değinmiştik. Pil üretiminde bu her ikiye katlanmada %20 üzerinde bir maliyet iyileşmesi görülüyor. Bunun birçok sebebi var ama daha efektif üretim bunların en başında geliyor tabi. Bu durumla ilgili asıl gelmek istediğim nokta biraz daha farklı bu sefer. Araba üzerinden o yüzden gitmek istedim zaten. Türkiye olarak da en önemli ilgi alanlarımızdan biri olduğundan daha doğru bir örnek gibi geliyor bana. 1970’lerden itibaren araç üretimine bakarsak 70’lerde yıllık ortalama 30-35 milyon araç üretimi var. 2000’lerden sonra tabi bu üretim daha da hız kazanıyor. 2000’lerin başında zaten bu geçen 30 yılda, ikiye katlayıp 60 milyon adet seviyelerine gelmişiz. Pandemi öncesi, yani 2020 yılını baz alırsak, yine neredeyse ikiye katlayıp 100 milyon adet seviyelerine geldik. Tabi pandemi etkisiyle ve yeniden normale dönüşün zaman almasıyla şu anda yıllık 80 milyon adet civarlarında bu üretim. Tabi bir de çip krizi var. Bu detaylarda pek boğulmadan ama asıl noktaya gelmek istiyorum. 70’lerden itibaren 50 yıl içinde toplam üretimimiz iki kez ikiye katlanmış durumda. Bu da en azından üssel olarak ciddi bir maliyet iyileştirmesi anlamına gelmesi lazım Wright Kanununa göre. Peki 70’lerde Amerika’da 4.000$ civarlarında satılan; ki o zaman araç daha özel bir harcama kalemi olmasına rağmen; neden şu anda bu rakam orta sınıf araçlar için 40.000$ civarında? Bu noktada, bunun tamamen enflasyon etkisi olduğunu söyleyecekler için 70’lerdeki 4.000$ civarındaki bir aracın enflasyon etkisiyle bugünkü değeri yaklaşık olarak 20-25 bin arasında bir değere geliyor. Üretim bandından çıkan sıfır araçlardan bahsediyorum tabi burada tabi onu da belirteyim. 40.000$’lık bir araç için bugün çok iyi biliyoruz ki otomotiv sektörü %10 civarı kar marjlarıyla çalışıyor. Hadi bundan 50 yıl önce bu rakamın %20-%25 civarında olduğunu varsayalım. Kar marjlarının daralması sebeplerine çok girmeden bu kabul üzerinden gidelim şimdilik. 50 yıl önce 4.000$’lık bir aracın üretim maliyeti tahmini 3.000$ civarındayken, bugün bu rakam nasıl olur da araç üretimi de neredeyse 4 kat artmışken, bundan daha parabolik bir oranda katlanarak artmış olsun?

Hammadde maliyetleri diyerek bu işin içinden pek kolay hemen öyle sıyrılamayız ama onu belirteyim. Hepimizin aklına ilk olarak tabi ki bu geliyor fakat aynı benzer verileri çelik endüstrisi için ya da otomotiv sektörünün tedarikçisi durumunda olan diğer tüm endüstriler için çıkartabilirim tekrardan. Yine benzer bir şeyle karşılaşırız hepsinde. Öyleyse burada daha değişik bir durum var. Ayrıca Türkiye’deki otomotiv sektöründen de bahsetmiyorum burada birkaç farklı sebepten dolayı. Yine ek bir bilgi olarak, 70’lerin sonuna kadar Amerika’da yıllık ortalama 5-6 milyon adet otomobil üretimi varken bugün bu rakam 2 milyon altında ve yıllık toplam 12 milyon adete yakın talep için kalan üretim boşluğu dışarıdan tedarik ediliyor. Özellikle Asya araçları tercih ediliyor, maliyet açısından oldukça avantajlı durumda çünkü. Yani Amerika 50 yılda yalnızca daha uygun maliyette araç satışı için kendi üretimini neredeyse %60 oranında kısmış ve buna şekilde artan talep karşılığını dışarıdan daha verimli ve uygun fiyatlı bir şekilde sağlıyor. Piyasaların etkin çalıştığı yanılgısına kapılmamızı sağlayan en önemli veriler de bu tarz veriler işte. Benim sorum, tüm bu efektiflik ve verimlilik zorlamaları sonucunda, hammaddeyi daha ucuza elde etmeye başlamamıza rağmen, -bu daha ucuz kısmına ileride geleceğiz- neden otomobil fiyatları 10 kat üzerinde artış gösteriyor? Burada oldukça yanlış giden bir şeyler var.

İşte enflasyon nedir diye soracak olursanız, en kısa cevabım bu analiz olur sanırım. Fakat bundan daha fazlası var. Buraya kadar arz, talep, fayda, maliyet, işlevsellik gibi birçok kelime kullandık. Fayda ve işlevselliği değişmeyen, maliyetinin düşmüş olması gereken, arz ve talebinin de bir dengede olduğunu varsaydığımız herhangi bir sektörde fiyatlar neden yükselir? Tam tersi olması gerekmez mi? Ya da bu fiyatların yükselmiş olması, bu malın değerinin arttığını mı gösterir? Ekonomiyi bir sosyal bilim dalı yapan en basit metrikler sanırım bunlar olabilir. Biz bu denklemlerde, değişkenliğin elimizde tutabildiğimiz en kolay parçasına sarılıyoruz genellikle. Ekonomik aktiviteleri birbirine bağlayan araç, yani paranın kontrolü bizim elimizde. Ya da en azından elimizde olmasını istiyoruz. Ve piyasaları bu şekilde manipüle ediyoruz. Arz ve talebin kendisi belirli bir denge içinde giderken, özellikle serbest ekonomiler için tamamen geçerli olması gereken bir durum bu. Biz bu serbestlik algısı içinde para arzının kontrolünü elimizde tutarak tüm sisteme aslında dışarıdan yapılabilecek en önemli müdahaleyi yapıyoruz. Para arzı biraz önce kurduğumuz maliyet, arz, talep denkleminde dışardan müdahale edilmeden sabit bırakılsa, ya da gerçekten üretimi taklit eden bir şekilde yapılsa; sanırım enflasyon diye bir problemimiz olmazdı. En azından bu kadar yıpratıcı bir probleme dönüşmeyebilirdi.

Peki neden böyle yapılmıyor? Aslında bunun birçok sebebi var. Görünür ve görünür olmayan sebepleri üzerine sadece 1 bölüm çıkartılabilir fakat hem o kadar sıkıcı olmak istemiyorum, hem de kimsenin buna ayıracak vakti yok sanırım. Bu konularda daha derine inmek isteyenler Alfred Mill’in yazdığı Ekonomi 101 ve Tony Cleaver’ın yazdığı Meraklısına Ekonomi kitaplarına bir göz atabilir.

Enflasyonla ilgili bir diğer problem, deflasyon korkusu ve duraklama korkusundan geliyor. Hatta bununla ilgili en büyük problemlerimizden biri şişirdiğimiz balonun patlaması sonucu yaşanan fiyat geri çekilmeleri ve sonrasında yaşanan çöküşün deflasyon yaratması. Ve bunun bir depresyon olarak değerlendirilmesi. Eğer bu kabulün üzerinden gidersek piyasaların ve ekonomilerin oldukça manik depresif hareketler yaptığını da kabul etmemiz gerek. Halbuki genellikle bize piyasaların etkin olduğu ve efektif çalıştığı anlatılır. O halde neden en azından ortalama her 10 yılda bir, çok büyük bir kriz atlatıyoruz? Dünya ekonomilerini ülke bazında bile tek tek değerlendirsek, hemen hepsi hasta yatağında yatmış ve yoğun bakım ünitesine bağlanmış hastalar olduğunu bile söyleyebiliriz tüm bunların üzerine. Hastayı stabil tutabilmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz ve sanırım her seferinde olmasa bile büyük oranlarda, çoğunlukla hastayı kaybediyoruz. Fakat kaybetmemiş gibi yapılıyor. Yoğun bakım ünitesinden çıkan doktor ya da ekonomist, merkez bankası başkanı, ekonomi bakanları, hazine bakanları, ya da herhangi bir yetkili kişi; hastanın sağlık durumunun iyiye gittiğini söylüyor. Keynes’in yeterince uzun vadede hepimiz ölüyüz ben genellikle nesiller arasında kaybolan bağlantının etkisiyle nasıl bir ekonomik depresyondan geçtiğimizin farkına varmamamıza bağlıyorum. Araçlar üzerinden verdiğim örnek, herhangi bir tüketim malı üzerinden de gidilebilir ve sonuç pek değişmeyecektir. 50 yıl içinde, yaşam standartlarımızın nasıl düştüğünün pek farkına varamıyoruz. Aynı bir kapta pişirilen kurbağa gibi yanana kadar farkına varamıyoruz ve birinin ocağın ateşini harladığını göremiyoruz.

Ve durağanlıktan, stabil bir durgunluktan daha kötü bir şey varsa; o da enflasyonun yarattığını kabul etmediğimiz depresyon halleri bana göre. Enflasyon hem bireysel olarak hem ulusal olarak büyük bir depresif havaya sokabiliyor insanları. Ve buna rağmen bizim en büyük korkumuz ya da ekonomistlerin, Keynesyen teorileri savunanların en büyük çekinceleri deflasyon ortamıyla birlikte fiyatların düşün yaşaması ve üretim ürünlerinin fiyat düşüşün ekonomiyi depresyona sokması durumu. Bunun böyle olmayacağıyla ilgili bitcoin özelinde son satoshi radio bölümünde biraz konunun detaylarına girmiştim aslında. Bitcoin’in bu konuda nasıl bir sonuç yarattığını ve neden buna ihtiyacımız olduğunu farklı bir bakış açısından dinlemek isteyenler o bölüme bakabilir. Bitcoin Çağının Başlangıcı bölümünden bahsediyorum bu arada.

Zaten bu fikirlere kapılmamı sağlayan en önemli gelişmelerden biri de kendi adıma, bitcoin’i ekonomik bir model olarak anlamaya çalıştıktan sonra gerçekleşti diyebilirim. Ayrıca enflasyonist bir krizin etkilerinin deflasyonist bir buhrandan çok daha acımasız sonuçları olduğunu da hepimiz kabul edebiliriz diye düşünüyorum. Eğer deflasyon bir buhran yaratıyor sonucuna ulaşılsa bile, ki ben pek öyle olacağı yönünde emin değilim, bu durum kaynatıldığımız kazandan çok daha düzgün bir sistem olmuş olabilir. Bitcoin’in tüm varlık sınıfları karşısında diğer önemli bir artısı da; arzının kontrol altında olmaması. Bir sınırlamadan bahsetmiyorum burada. Kilit nokta kontrol edilmemesi bana göre. Bugün herhangi bir varlık sınıfına veya değerli gördüğümüz bir şeye baktığımızda, kontrolün mutlaka bir otoritede olduğunu çok rahatlıkla görebiliriz. Bunu en net bir şekilde petrol üretiminde görebiliyoruz mesela. Tamamen kapalı bir piyasa her ne kadar küresel bir serbest piyasadan söz etsek de. Arz kontrolüyle davranışlarımız ve kullanım alışkanlıklarımız etki altına alınıyor. Altın için de aynı şey geçerli, her ne kadar öyle olduğunu pek düşünmesek bile. Bu geçtiğimiz yaz Uganda’da 13 trilyon dolar değerinde olacak yeni bir altın rezervi keşfedildi. Tüm insanlık tarihi boyunca tahmini 200 bin ton civarında altın çıkarıldığını düşünüyoruz. Uganda’daki bu yeni rezervin 320 bin ton civarında olduğu düşünülüyor. Bakalım, önümüzdeki yıllarda bu madenin nasıl kullanılacağını ya da Uganda’ya ne tarz yeni bir demokrasi getirileceğini hep birlikte göreceğiz. Emlak konusunda da benzer bir durum geçerli. En değerli konumlara zaten halihazırda binalar dikilmiş durumda ve bunların yenisini oluşturmamız pek mümkün değil. Yalnızca otoritenin izin verdiği şekilde yeni genişlemeler yapmak mümkün ve kontrol altında bunlar. Ayrıca herhangi bir zamanda herhangi bir sebepten yasal değişikliklerle elinizdeki tarlanın, arsanın hatta evin değeri çok rahat bir şekilde değiştirilebilir. Arzıyla ilgili ya da talep manipülasyonuyla değeri üzerinde oynamalar yapılabilir. İşte bu sebeplerden, problem kısıtlı bir arzdan, ya da sınırlı bir değerden kaynaklanmıyor. Problemin kendisi, arz ve talep kontrolünün birinin elinde olmasından geliyor. Ve bu ekonomik motivasyonları yönlendirebilmek için kullanabildiğimiz en basit araç, para arzı kontrolü. Ve aslında enflasyon dediğimiz şey, en maliyetsiz kontrol edebildiğimiz, para üzerindeki hatalarımızın bir sonucu.

Yani enflasyon kısaca, kalıcı bir otorite gücü olarak kullanılan kolaycılığa kaçılan bir araç sadece. Sanılanın aksine üretim ve ürünlerin arz ve talepleri yerine direkt olarak ekonomik aktivitelerin takas araçları üzerindeki manipülasyondan kaynaklanıyor. Yani para kaynaklı bir durum. Bunu tarihi verilere bakarak para arzı ve tarihsel fiyat hareketleri üzerinden çok rahat bir şekilde de görebiliriz zaten. Fakat biz genellikle işin bu kısmına, kaynak probleme inmek yerine daha çok bambaşka sebeplerden kaynaklandığı üzerinde bir fikir birliğine varıyoruz. Zaten biraz da bu yüzden konuya Japonya örneği vererek başladım. Onların da birçok problemi var ama enflasyon yok diye kimse depresyona girmiyor. Bambaşka sebeplerden harakiri yapabiliyorlar ama tabi. Bunu test edebildiğimiz en kolay veri de para arzlarının 30 yılda yalnızca 2 kat yükselmiş olması gibi bir gerçek var önümüzde. Aynı süre içinde Euro bölgesi ve Amerika’nın para arzı 5 kat civarında artmış durumda. Genellikle bazı verilere ve grafiklere böyle çok uzun süreler üzerinden bakmayı daha çok tercih ediyorum çünkü çok daha doğru sonuçlar veriyor bu şekilde. Bir de içinde olduğumuz oldukça kısa vadeli süreçler içinde çok doğru yorumlar yapmamız pek mümkün olmuyor. Her ne kadar her gün, her saat ya da her haber akışıyla birlikte sürekli ekonomiyi yorumlamaya çalışsak da piyasaları tahmin etmek ve ekonomileri bu şekilde ölçmeye çalışmak bana çok anlamsız geliyor. Herhangi bir merkez bankası başkanının bile bir sonraki dönemde faiz oranlarının ne olacağından emin olamaması, bana bu kısa vadeli yorumlamaların ne kadar yanlış olduğunu gösteriyor. Tabi, yine de ekonomik gidişata göre, elimizdeki ekonomik verilere göre bir gelecek planı çizmemiz lazım. Özellikle bireysel olarak kendimiz için ama biraz geniş bir pencereden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Keynes’in aksine yeterince uzun vadede ölü olacağımız varsayımıyla anı yaşamak üzere ve kararlarımızın sonuçlarına katlanmamız gerekmediği üzerine kurulacak bir ekonomik sistem sonunda başarısız olmaya mahkûm olacaktır.

Bunlar ayrıca biraz da işin sıkıcı kısımları belki de. Enflasyonun ve daha da kötüsü gelişmeye çalışan ülkelerdeki, ya da az gelişmiş ülkelerdeki hiperenflasyonun çok daha yıpratıcı sonuçları da var toplumsal olarak. Kitlesel bir çöküşe kadar gidebiliyor sonuçları. Bunu Türkiye bir mühendis kaybetti Almanya bir garson kazandı haberleri üzerinden de okuyabilirsiniz. Ya da onlyfans gibi sitelerden gelir sağlamak üzere bir para kazanma hırsına giren genç kızlar üzerinden de yorumlayabilirsiniz. Benim memurum işini bilir kalıp sözünü de buraya bağlayabiliriz. Enflasyon bir para kazanma hırsı aşılıyor. Bu da oldukça zarar verici bir psikolojik duygu durumlarına sokabiliyor bizi. Bu bölümü kaydetmeden önce Türk-İş’in güncel araştırmasına da tekrar baktım. Kasım 2022 için 4 kişilik bir ailenin YOKSULLUK SINIRI 25 bin liranın üzerine çıkmış. 1 yıl önceki Kasım ayı için bu rakam 10 bin lira civarlarındaydı. Sadece bu veriye bakmak bile belki de en büyük depresyon kaynaklarından biri. Türk-İş’in bu yeni raporunun bir linkini yine notlar kısmına bırakırım. Sanırım bu veriye son baktığımız yaz aylarında 20 bin lira civarlarında diye yine daha önceki bir podcast bölümünde vermiştim aynı veriyi. Şöyle bir açıklama eklemişler yazıya bence çok çarpıcı direkt vermek istiyorum: “Alım gücündeki hızla devam eden düşüş karşısında, ücretlilerin ellerine geçen para temel harcamalarına bile yetmezken tasarruf ve yatırım yapmak neredeyse imkânsız hale geliyor. Gıdada bile daha az adetli ve sık alışveriş yapılıyor. Haneye girmesi gereken gelir ile ‘insan onuruna yakışır bir harcama için’ yapılması gerekli tutar arasındaki fark giderek açılıyor.” diyorlar. İnsan onuruna yakışır tanımı çok iç sızlatıcı… Bu arada bu yoksulluk sınırı kavramını biraz açmak istiyorum. İçinde neler var bu yoksulluk sınırının? Aylık gıda harcaması, giyim-kıyafet var, konut harcamaları var (kira veya kredi, elektrik, su, doğalgaz gibi alt kalemleri var.) Ulaşım, eğitim, sağlık ve bunun gibi benzer ZORUNLU yapılması gereken diğer aylık harcamaları toplamı bu rakam. Buradaki zorunlu kısmı dikkat edilmesi gereken nokta.

Enflasyon, bu bakımdan da bir yandan insanlık onurunu zedeleyecek sonuçlar doğurabiliyor. Özellikle gelişmemiş ülkeler için; neredeyse finansal köleliğin yasallaşmasını sağlayan bir araç. Ve elbette, çok doğal bir şekilde gelişmiş ülkeler bu tehlikeli aracı kullanarak gelişmemiş ülkelerden iş gücü, ya da finansal köle ihraç edebiliyorlar. Bugün artık resmi bir sömürgecilikten söz etmesek bile; para arzının insan hayatı üzerinde böyle bir etkisi var. Ve bu yalnızca ekonomiyi ilgilendiren; ya da bir tez konusu olacak suni bir kavram değil. Özellikle yeni nesil ve iş hayatına yeni atılmış gençler üzerinde büyük bir kaygı ve depresyon yaratan, kaygılanmalarına neden olan sosyolojik de bir problem. Enflasyonu yalnızca fakirlik ve sınıfsal ayrışmalar üzerinden değil; eğitim, okuma-yazma ya da üniversite sınavındaki başarı yüzdeleri üzerinden de okuyabiliriz. Çünkü bugünlerde neredeyse hiç kimse; okulda ya da üniversitede geçirilecek zamanı vakit kaybından başka bir şey olarak görmemeye başladı. Bir an önce para kazanma ihtiyacı hissediyorlar. Toplumsal olarak büyük bir kaygı problemi yaşıyor ayrıca herkes.

Yine benzer bir şekilde ülkelerin mutluluk endeksi üzerinden de okuyabiliriz enflasyon etkilerini. Bu listedeki ilk ve son sıralardaki ülkeler arasındaki en büyük farklardan direkt göze çarpan nokta ekonomik bir stabilite durumu gibi görünüyor. 146 ülke arasında Türkiye listede 112. sırada. Arkamızdan gelen bazı ülkeler; Kamboçya, Nijerya, Tunus, Lübnan, Zimbabve, Sri Lanka gibi ülkeler. Hepsinin ortak noktası büyük bir ekonomik kriz içinde olmaları ve ciddi bir enflasyon altında yaşamaları. İlk 10 ülkeye baktığımızda çok az ve uzun süreli stabil bir enflasyonsuz ortamını yine görebiliriz. Yine merak edenler için Japonya 54. sırada yer alıyor. Ayrıca dünyanın en büyük ekonomileri ya da en yüksek GDP’ye sahip ülkeleri diyelim, yine en üst sıralarda yer almıyor. Yani bir noktada, mesele aslında para değil. Daha çok bir stabilite arıyor insanlar mutlu olabilmek için. Ve listede biz veya bizden daha alt sıralarda olanlar için, bu; hayati önemde bir metrik olabiliyor. Gayri safi milli hasıla yerine gayri safi milli mutluluk sıralamasına önem vermek belki diğer her şeyden önemli. Ve GDP verileriyle mutluluk verileri arasında doğrudan bir bağlantı olmadığını da çok rahat bir şekilde görebiliyoruz bu açıdan baktığımızda. Temel mutluluk şartının para arzı kontrolünden geçtiğini gösteren bana göre çok değerli bir metrik bu araştırma sonuçları. Bundan sonra üstüne kaliteli yaşam ihtiyaçlarını koyabiliriz. Ya da daha üst istekleri ekleyebiliriz. Maslow’un Piramidi de zaten bunu söylüyor. Mutluluk araştırmalarında, ki sanıyorum bu çok uzun bir süredir yapılıyor. Bu araştırmalarda, gelir düzeyinin ve yüksek gelirin mutluluk getirmesi gerektiği gibi bir sonuç bekleyen araştırmacılar büyük bir hata yaptıklarını kısmen anladılar. Bununla ilgili sosyolog ve iktisatçıların yaptığı neredeyse tüm araştırmalar benzer şeyleri söylüyor çünkü. Gelir yüksekliğiyle mutluluk düzeyi arasında doğrudan bir bağlantı yok. Hatta çok düşük gelirlere sahip bazı ülkeler bu listelerde çok üst sıralarda yer alabiliyor. Fakat mutsuzluğun ve depresyonun; düşük gelirle neredeyse direkt bir bağlantısı var. Ya da düşük gelir tanımı yerine; alım gücü düşüklüğü demek daha doğru olur buna. Sanırım kontrolün elinde olmadığını hissetmek ve hayatının kararları üzerinde parasal kaygılar yaşamak hem büyük bir mutsuzluğa ve sonunda da ciddi bir depresyona sebep olabiliyor. Ayrıca bir noktadan sonra, durum içinden hiç çıkılamaz bir ölüm sarmalına dönüşebiliyor. Kendi kuyruğunu yemeye çalışan bir yılan gibi, bir kapta kaynadığının farkında olmayan bir kurbağa gibi; ya da atladığı yağ kabından kaçamayan bir fare gibi; hem ne yaptığımızın farkında değiliz; hem bu duruma nasıl düştüğümüzü anlayamıyoruz; hem de nasıl kurtulacağımızı bilemiyoruz.

Tabi bence yine de, tüm bu karamsarlığa rağmen cılız bir çıkış noktası var. En azından bireysel olarak. Bir sonraki bölümde şiddetli ve yoğun enflasyon altında kendimizi nasıl koruyabiliriz, ya da bu ortamlarda nasıl birikim yapılabilir, tasarruf gerçekten yapılabilir mi? Bu soruların cevaplarını aramaya çalışacağız. Bugün biraz enflasyon konusuna bir temel atmaya çalıştım. Benim bakış açıma göre bu yalnızca ekonomik bir problem değil, aynı zamanda sosyolojik bir probleme dönüşüyor. Hatta belki de tam olarak bu yüzden, sürekli yüksek enflasyon altında kalan toplumlar oldukça uzun süre bir kurtuluş yaşayamıyorlar. Neredeyse enflasyonu sürekli çift haneler ve üzerinde bulunan ülkelere baktığımızda bunun çok uzun vadeli olduğunu zaten görebiliyoruz. Arjantin, Lübnan, Türkiye, Nijerya gibi ülkeler bunlar. Bu tarz ülkeler kısa süreli toparlanma evrelerinden geçip uzun süre yüksek enflasyon altındalar. Establishment diye tanımlayabileceğimiz, dünyanın geri kalanına para arzı üzerinden enflasyon ihraç eden ülkelerde durum tam tersi. Bunlar gelişmiş Avrupa ülkeleri, İngiltere ve Amerika. Kısa süreli kendilerine göre yüksek görülebilecek enflasyon dönemlerinden geçip çok daha uzun bir süre sağlıklı bir ekonomiye sahip olabiliyorlar. Enflasyon bu açıdan değerlendirdiğimizde, bir insanlık suçu olarak toplumsal sözleşmemizde yer alması gereken bir felaket. Ve bunun diş perileri tarafından, ya da Noel Baba tarafından bir gecede getirildiğini düşünmek yerine; problemin temel para arzı hatalarına ve ekonomik altyapısı haricinde sosyolojik bağlantılarına bakmadan, kolay bir şekilde çözüleceğe benzemiyor. Önümüzdeki hafta enflasyon ortamında yatırım üzerine konuşana dek.

Önceki Bölüm

Borsa Sihirbazları: Peter Lynch

Sonraki Bölüm

Enflasyon ve Piyasalar (Part 2)

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint