/
36 mins read

Ekonomi, Değer ve Özgürlük Simülasyonları Üzerine

Bugün biraz değer teorisi üzerine konuşalım istiyorum. Geçenlerde Jean Baudrillard’in ekonomi ve takas yöntemleriyle ilgili eski bir konuşmasına denk geldim. Konuya oldukça değişik bir şekilde bakıyor. Baudrillard hakkında önce biraz bilgi vermek gerek ama. Kendisi Fransız bir düşünür, hatta Türkiye’de de çeşitli panellere katılmış konuşma yapmış birisi. 2007 yılında, 77 yaşında hayatını kaybetti. Çalışmalarını ve felsefesini okumak hemen herkes için farklı bir pencere açabilir hayatında, ben öyle düşünüyorum en azından. Hatta Matrix filminin, onun filizlerini attığı toplumların simülasyon içinde olduğu düşüncesi üzerinde kurulduğunu söylemek lazım. Matrix serisinin yaratıcıları Wachovski kardeşler Baudrillard’ı ayrıca filmde mimar rolünde oynatmak istemiş, yani buradan da anlaşılabilir onların kurduğu bu Matrix evreninin, gerçekten de mimarı olarak Baudrillard’ı görüyorlardı. Hatta en azından filmin sonunda ismini yazmak istemelerine de karşı çıkmış Baudrillard. Geçenlerde bahsettiğim Harari’nin dediği gibi yarattığımız bu ikinci gerçeklik katmanlarını Baudrillard birer simülasyon olarak görüyor. Aslında benzer şeyleri söylüyorlar bir bakıma. Açıklamalar kısmına bu konuşmanın bir linkini bırakırım. Takas sistemi bir oyundur, bir yanılsamadır diyor Baudrillard. Takas sistemini daha ilk bölümlerden itibaren konuşmaya başlamıştık.

Ekonomi gerçekten de bir takas oyunu. Her şeyin, her yerde aynı anda takas edilebilmesini mümkün kılan şey de bu oyun. Bu arada özellikle bu kelimeleri seçiyorum, çünkü Her Şey Her Yerde Aynı Anda ismiyle çıkan yeni bir film var. Bir göz atmanızı öneririm, hep işlenen bildiğimiz bir konuyu yani simülasyon teorisini biraz farklı işleyen bir film. Bugün biraz sorular soracağız tüm bu konular üzerine. Baudrillard’ın anlattığı takas ekonomisinin illüzyonları üzerine konuşacağız. Hep birlikte anlayama çalışacağız bu ekonomi simülasyonunu ve değer teorisini. Soru sormaya başlamak bence kişisel gelişimin en önemli başlangıç hamlesi. Bu sorulara illaki doğru cevaplar bulmak bile çok önemli değil bana göre. Önemli olan düşünmeye başlamak ve yanlış soruları sordukça, ulaştığımız saçma sonuçların üzerine doğru soruları sormaya başlayabiliriz sonunda. Eleştirel düşüncenin ve sorgulamanın her konuda anlama ulaşmada kritik adımlar olduğunu düşünüyorum. Şimdiden de söylemek lazım, bu bölüm belki de en farklı içeriğin yer aldığı bölüm olacak genel konu alanlarımızın biraz sınırlarında gezeceğiz hep beraber. Olay ufkunda biraz gözetleme yapacağız ve sorular soracağız. Jean Baudrillard bu bahsettiğim röportajda şöyle bir düzlemde ele alıyor konuyu. Direkt kendi sözleriyle aktarmak istiyorum: “Her şeyin bir yerlerde mutlaka bir referansı, muadili olmalıdır. Her şeyin bir değişim değeri vardır ve mutlak takasa açık olmalıdır. Takas edilemeyen şey, lanetli pay olarak kabul edilir. Ve bu kötü, en aza indirgenmesi gereken bir şeydir. Tanım itibariyle bir takas alanı olan ekonomiyi ele alırsak, ekonomik mantık dahilinde, ekonomi sınırları içinde, her şey takas edilebilirdir. İlkesel olarak da yalnızca takas edilebilen şeyler bu alana dahil olur. Ancak ekonomi alanının kendisini bir bütün olarak ele aldığımızda, onu herhangi bir şeyle takas etmek mümkün değildir. Ekonomi alanının muadili yoktur. Karşılığında değişim yapılacak bir meta-ekonomi yoktur. Ekonominin kendisinin takas edilebileceği nihai bir amaç yoktur. Takas ancak içerde mümkündür. Ekonominin bir değer olarak takas edilebileceği başka bir şey yoktur.” Bu biraz uzun bir alıntı oldu, biliyorum; ama ekonomiye ve anlamına değişik bir bakış açısı kazanmak için bu düşünceyi daraltmak istemedim. Dediğim gibi açıklamalar kısmında konuşmanın tamamının bir linkini bıraktım, oradan tamamını dinleyebilirsiniz. Baudrillard’ın bu yaklaşımına genel olarak katılmamak mümkün olmasa da; yine de benim kafamı kurcalayan soruların çözümlerini yakaladığımı hissedemiyorum bu tanımlamada. Ekonomi kavramının bir yanılsama zemininde kurulduğunu anlatıyor ve değer üretebilmek için referans noktaları aracılığıyla hareket ettiğinden bahsediyor. Bu şekilde takas sistemimin çalıştığı bir gerçek. Fakat aldığımız referansların değerlerini belirleyen şey ne? Onların da başka referans noktaları var. Peki onların referans noktalarının ekonomi içinde var olmasının sebepleri ne? Onlar da başka bir referans noktasına çapalı durumda. Peki bu referans noktasının referansının ve onların da referanslarının çıkış noktası neresi? Tüm ekonomik model nereye bağlı? Her şey birbirinin kopyasının kopyasının ve onların kopyasının birer kopyası mı? Ekonomi bu geniş pencereden bakıldığında gerçekten çok değişik bir konu. Kafanız biraz karışmış olabilir, biliyorum. Fakat benim kafam da çok karışık olduğundan, sizinkini de karıştırmak istiyorum. Soru sormak kolay, ama doğru soruları sorup; belki biraz doğru cevaplara yakınlaşmak hiç de kolay değil. Belki doğru bir cevap da yok. Veya en azından bir tane mutlak doğru cevap olmayabilir tüm bu yanılsamalarımıza.

Bu yüzden zaten Adam Smith, John Keynes veya Marx veya Baudrillard hangisi haklı karar veremeyebiliriz. Ekonomi sosyal bir bilim dalı. Bundan bahsetmiştik daha öncesinde. Bu yüzden üstüne düşünmek ve felsefe yapmak gerekiyor. Ve genellikle tek bir mutlak doğru tanımlamak mümkün olmuyor. Fakat şu an mevcut düzende, dünyayı döndüren bu Keynesçi ekonomik modelin belli bazı defolarını işaret etmek de çok zor değil. Hepimizin dilinde bir tüketim toplumu kalıbı yerleşmiş durumda çok uzun bir süredir. Bizi değer üretenden çok; tüketim toplumu olmaya iten şey ne peki? İşte bunu anlamak belki de diğer tüm sorulardan önemli olabilir. Baudrillard bu sorunu daha felsefi bir bakış açısıyla çözümlüyor. Marx daha farklı bir yaklaşımla soruna çözüm arıyor. Hangisi doğru, emin değilim. Günün sonunda ekonomi veya makroekonomi dediğimiz kavramları; insanların üretip dağıtıp ve takasla birlikte sınırlı veya sınırsıza yakın kaynaklarla oluşturduğu bir ağın bütünü olarak tanımlayabiliriz. Ekonomi sınırlı kaynaklar üzerinden kullanılan bir araç olarak görülebilir ama bana göre bu bir illüzyon. Sınırsız bir şekilde borç yaratılabiliyor mesela günümüz ekonomisinde. Ve bu sınırsız kaynağın ne olduğu sorusu var tabi bir de. Devletlerin gücü mü yoksa insanların üretim kalitesi mi yoksa üretim miktarı mı veya hepsinin ortak bir bileşkesi mi etkiliyor bu kaynakların sınırını? Bana kalırsa tüm bu üretim gücü ve direkt olarak bireylere bağlı olan ekonomik parametrelerin tamamı birer yanılsama. Hiçbir değeri yok. Daha doğrusu değersizleştirilmiş de diyebiliriz. En azından ben böyle düşünüyorum. Çünkü bireysel olarak üretime yaptığımız katkının; ekonomik olarak karşılığını çoğu zaman, hatta hiçbir zaman tam olarak alamıyoruz. Peki o halde bizim katkımızın bir illüzyon olduğu bu kaynak yaratma meselesinde; sınırlı bir kaynaktan bahsetmek pek mümkün mü? Hepimize özel simüle edilmiş bir ekonomik model içinde gibiyiz aslında. Sistem çok değişken davranıyor ve çok elastik. Yaşam standartları ve yaşam kalitesi standartları herkes için aynı çalışmıyor. Ve bunu Marx artı-değer teorisi üzerinden, üreten sınıfın ihtiyacından fazlasını üreterek daha az kazandığını ve bu zinciri kırması gerektiği şeklinde açıklarken; Adam Smith bunu emek-değer teorisiyle açıklıyor.

Bu değer teorilerine ileride geleceğiz. Çok sorguladığım bir konu. Geçenlerde aldığım bir mail üzerinden gitmek istiyorum öncesinde. Denizcilik çalışanı genç bir arkadaşımız geçenlerde ulaştı. Bu arada bu tarz mailleriniz ve beni motive eden mesajlarınız için herkese tekrardan teşekkür ederim. Geçtiğimiz haftadan beri dönemediğim bazılarına da yakın zamanda fırsat bulmaya çalışacağım. Bu genç dostumuz yatırımla ilgili, yeni yeni ilgilenmeye başlamış birisi. Kendini biraz tanıttıktan ve denizcilikle birlikte yaptığı coğrafi arbitrajı anlattıktan sonra yakın bir zamanda Nijerya’dan geçerken halkın nehrin iki yakasına ayrıldığını anlattı. Nehrin bir tarafındakilerin açlıktan ve sefaletten kıvrandığını, nehrin diğer tarafının büyük bir zenginlik içinde olduğunu kendi gözleriyle gördüğünü söylüyor. Hayatının kalanında da nehrin işte bu tarafında olmak istediğini söyleyen genç bir kardeşimiz. İşte bu ekonomik modeli açıklayabilecek bir teori var mı? Arada sadece bir nehir var ve birbirinden tamamen neredeyse sonsuza yakınsayan zıtlıkta kaynaklara sahip iki grup var. Ve iç içe yaşıyorlar neredeyse. Bunu kendi sosyal çevremizde de görebiliriz. Belki oturduğun evin iki arka mahallesinde aynı şekilde bir sefalet söz konusu olabilir. Veya belki biz bu sefaletin içinde olabiliriz, aynı zamanda karşı taraftakilere özeniyor olabiliriz. Şu anda içinde bulunduğumuz ekonomi simülasyonu işte böyle karşıt kamplar yaratıyor. Tabi ki herkes mutlaka eşit bir şekilde tüm yaratılan değerden pay alsın demiyorum ama; herkesin yarattığı değer katkısı ölçüsünde bir eşitlik içinde olması daha doğru olurdu. Ve bu iki mahalle arasındaki farkı en küçük ölçekte, mikro düzeyde çok rahat hissetsek bile, makro düzeyde de aynı şeyler geçerli aslında. Nijerya’da nehrin iki yakasındaki farkla; Nijerya-Zimbabwe arasındaki fark da benzerlik taşıyor. Aynı durum bu sefer tersi şekilde Fransa-Nijerya arasında da var. Dünya ekonomik sınıfları da aynı ülkelerin ekonomik sınıfları gibi hayali bir şekilde 3 gruba bölünmüş durumda. Alt sınıf – orta direk ve üst sınıf olarak tanımladığımız bireylerden oluşan ekonomik paydanın birleşiminde bu sefer devletler; gelişmiş ülkeler – gelişmekte olan ülkeler ve az gelişmiş ülkeler olarak 3’e bölünüyor. Ve bana kalırsa genellikle bu 3 gruptan ilki ve sonuncusu arasında sürekli olarak genişleyen bir boşluk var. Bunu mikro ölçekte de makro ölçekte de çok rahat bir şekilde hissedebiliriz. Bu ekonomik simülasyon aslında çalışmıyor fakat biz onu bir şekilde belli tanımlara oturtarak çalışıyormuş gibi yapıyoruz. Burada da değer yaratma konusunda bazı tanımlarımız var. Değer nedir mesela? Bir şeye değerini veren onu aynı Baudrillard’ın tanımladığı gibi bir referans noktasına, bir muadil eşleştirmesine göre tanımlayan şey nedir?

Mesela yüksek teknoloji üreten, en değerli katkıyı yaptığı düşünülen Amerika; nasıl oluyor da Ukrayna’nın ve Rusya’nın tahıl üretiminden bu kadar çok etkilenebiliyor. Tayvanlı çip üreticileri sıkıntı yaşadığında; tüm ülkeyi belki 4-5 kez satın alabilecek Almanya ve onun otomobil devleri neden çok ciddi bir darboğaza giriyor. Daha başka bir örnek; mesela geçtiğimiz senelerde Süveyş Kanalına oturup tüm trafiği tıkayan bir Evergreen gemisi nasıl tüm dünya ekonomisine sekte vurabiliyor? Yani bizim yarattığımız bu değerlemelerin bağlandığı referans noktalarında aslında bir hatamız olabilir mi? Neyin değerinin ne olması gerektiği konusunda bir yanılsama içinde olabilir miyiz tüm dünya ortak aklı olarak? Bu referans noktalarımız ne peki? Tabi ki para ve onun alım gücü. Yaratılan ve bundan sonra yaratılacak olan tüm değerlerin ölçüm birimi, para. Ve sınırsız bir arzı var. Sonsuza giden bir birimle; ekonomik modeli tanımlanırken kullanılan kıt kaynakların değerlemesinin yapılması ne kadar mümkün? Yarattığımız değerin gerçek değerinin neye göre belirlendiği işte bu totalde yaratılan reel fayda yerine; hayali olarak varsaydığımız faydası ve onu ölçtüğümüz birimin miktarına göre şekilleniyor. Az gelişmiş bir ülkede veya güya gelişmekte olan bir ülkede yaratılan bir değerin karşılığı; aşırı gelişmiş mega ülkelerdeki karşılığından çok farklı şekilde fiyatlanıyor. Peki neden böyle? Ve aynı zamanda az gelişmiş bir ülkede yaptığınız bir işi veya yarattığınız bir değeri neden daha gelişmiş bir ülkede belki de aynı katma değeri verebilecek olmamıza rağmen; öyle elinizi kolunuzu sallayarak gidip orada bu hizmeti sunarak, kendinizi daha değerli neden hissedemiyorsunuz? Neredeyse bir kölesi olduğumuz ülkenin sınırlarından dışarı çıkıp, değerin daha iyi birimlerle ölçüldüğü yerlerde hayatımıza neden devam edemiyoruz? Bunu kısmen milliyetçilikle sağlıyorlar. Ve tabi ayrıca belli bölgelere ayrılmış durumda dünya.

Aslında tüm sistemi, çok sevdiğim bir film vardı In Time isminde, Zamana Karşı yani. Bu konuyu çok değişik bir şekilde anlatıyor bu film. Toplumların nasıl ve ne amaçla sosyal statülere ayrıştırıldığını gerçekten daha derinlemesine incelemek gerek ama çok da kafamızı şişirmeyelim. Bireysel olarak yarattığımız değeri çok önemsiyorum ve onu en iyi şekilde saklamaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca bu bizden gelen katma değerin karşılığını hiçbir zaman da tam olarak geri alamadığımızı da iyi kavramamız gerekiyor. Hepimiz ayrı ayrı bunu hayatlarımızda ve sınıflandırıldığımız kategorilerde hissediyoruz ve görüyoruz hatta. O yüzden bu yarattığımız değerin aslında ederinin ne olduğu konusunda bile eşit olmayan bir şekilde değerlendirildiğimiz bir dünyada, emek ve enerji harcadığımız bu ekonomik model içinde özellikle kendimiz için bir şeyler yapmak konusunda çok ciddi bir şekilde çaba sarf etmemiz gerek. Gidip isyan çıkartıp, ürettiğimiz değer karşısında gördüğümüz kıymetin artması için enerjimizi tüketmenin çok faydalı olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü yüzyıllardır denenen bir şey bu ve çok çok mikro ölçekte ve yine aşırı kısa vadede değişimin olduğunu hissetsek de uzun vadeye baktığımızda aslında işlerin her zaman her yerde ve aynı anda sürekli olarak kötüye gittiğini görebiliriz. Bununla ilgili daha önce de oldukça fazla bahsetmiştim bu konudan. Özellikle son 50 yıla baktığımızda; insanların üretimdeki katkılarının ve katma değer artışının neredeyse 2 katına çıktığı bu zaman diliminde; çalışma saatlerinin arttığı ve emeklilik yaşlarının daha da ileriye çekildiği ve aynı zamanda ürettiği değer karşısında kazandığı paranın düştüğü, buna ek olarak bir de alım gücünün düştüğünü çok rahat gözlemleyebiliyoruz. Bu gerçekten bana akıl tutulması yaşatan bir simülasyon veya artık gerçekliğimiz oldu hatta. Özellikle böyle bir dönemde bir başkası adına değer üretmeye devam edip; harcadığımız emek ve enerji karşısında elde ettiğimiz gelirin reel olarak sürekli erimesini görmek ve bu şekilde fare yarışı içinde kalıp aynı kölelik sistemindeki gibi bir modelin içinde bir başkasına değer üretmeyi kendi adıma çok büyük bir aptallık olarak görüyorum. Bu yüzden de daha fazla dayanamayıp istifa ettim sanırım. Ve o günden bu yana, sadece kendi adıma yarattığım değerin; hangi birimde ne kadar karşılığı olduğuna karar veren tarafın kendim olması gerçekten de inanılmaz bir özgürlük biçimi. Değer kavramının işte bu kadar önemli bir yer tutması gerek aslında insan hayatında. Bir malın veya hiç fark etmez direkt emeğin kendisinin değerinin ne olması gerektiğini hesaplarken genellikle karşılığında yarattığı ekonomik gelişimle orantı kuruyoruz. Fakat Süveyş Kanalındaki ufak bir karışıklık bu hesaplama yöntemini yerle bir edebiliyor. Yine covid salgını tüm bu teorinin yanlışlığını bize tekrar hatırlattı. Peki öyleyse değer nasıl hesaplanmalı? Açıkçası bilmiyorum. Tek düşündüğüm, kurumsal hayatın içinde fare yarışında kaybolmak üzereyken, ürettiğim katma değerin veya en azından potansiyel değer yaratma kabiliyetimin karşılığını hiçbir zaman alamayacak olmamı keşfetmek oldu. Değer kavramı soyut olarak yarattığımız ikinci bir gerçeklik ve hepimiz birer benzer simülasyon içindeyiz. Bu modelin dışındaki en önemli gelişme olarak bitcoin ağını görüyorum. Daha önce bir noktada bahsetmiştim. Mevcut simülasyonun içinden para çıkışı yapıp, bu eskimiş modeldeki enerjimin karşılığını, yeni model olarak yeni bir teori sunan bitcoin ağının içinde soğuk cüzdanda saklama fikri çok değişik bir düşünce biçimi aslında. Mevcut sistemden bir daha dönmeyecek üzere değer çıkışı yapmak; transfer ettiğim enerjinin kaybolmasına neden olmuyor. Peki bu ne demek gerçekten? Ürettiğimiz değeri veya enerjiyi farklı bir modelde saklama fikri ne kadar gerçekçi? Mesela bunları bir maden çeşidi üzerinden de saklayabilirdim. Veya basit bir taş üzerinden de. Hatta jelibon olarak bile saklayabilirsiniz belki. Buradaki asıl nokta bana göre aynı Baudrillard’ın dediği gibi bunların hepsinin birer referans noktası var mevcut ekonomik model içinde. Bu ekonomik model de kendi tekilliğini yaratıyor. Muadili yok yani ana fikrin, ana modelin. İçindeki objelerin ve nesnelerin, ürettiğimiz değerin, harcadığımız enerjinin, potansiyel değer yaratma becerimizin… bunların hepsinin birer referans noktası var. Bağlandığı ve tutunduğu bir çapa var. İşte bunların tamamı mevcut ekonomi simülasyonunun parçaları ve bütün olarak ekonomik modeli oluşturuyor. Tekillik yaratıyor. Bitcoin bunun dışında ve bu tekil olarak yaratılan hayali gerçekliğimizin dışında; matematiksel olarak mutlak bir karadelik gibi çalışıyor bana göre. Şu anda bu karadeliğin olay ufkunda hissediyorum kendimi. Ayrıca sistemde yaratılan değerin dışarıya çıkartılıp bu yeni ağa bir daha geri dönmemek üzere katılmasının çok derin anlamları olduğunu düşünüyorum. Bu iki sistem çok farklı modeller ve ikisi de bambaşka simülasyonlar. Hangisinin bireysel değeri daha iyi sakladığını ve zamana karşı koruduğunu önümüzdeki yakın tarihte çok daha net bir şekilde göreceğiz. Tabi mevcut sistem içinde de oyunu bu eski kurallara göre oynamak mümkün yine de. Bunu da yarattığımız değeri saklayacak doğru yatırım araçları bularak yapabilmemiz mümkün. Bu noktada hisse senetlerine güveniyorum. Pay piyasasıyla; aslında elimize geçen sanal paranın piyasasının ayrıştığı çok önemli bir nokta var. Başkalarının ürettiği değer üzerinden; sabit bir pastadan pay alarak, kendi değerimizle üretemeyeceğimiz büyüklükte bir değer kaynağına erişim sağlayabiliyoruz pay piyasasında. Burada çok kritik bir nokta var tekrar altını çizmemiz gereken. Sabit bir pastadan pay alıyoruz. Hatta pastanın büyüklüğü yani üretilen değerin kalitesi ve gücü arttıkça; bizim payımız da aynı oranda artıyor. Pastadaki sahiplik oranımız sabit kalıyor. Bu çok enteresan bir durum. Çok mantıklı ve olması gereken şey gibi görünse de aslında kişisel yaşamlarımızda bunun tam tersi bir model içinde hayatımızı geçiriyoruz. Bunun için yine kendinizi o fabrikanın veya şirketin paylarının bir kısmına sahip olmak yerine; o fabrikada çalışan işçi gibi düşünebilirsiniz. Toplumun çok çok büyük bir kısmı için sistem bu şekilde çalışıyor. Çalıştıkça, ürettikçe ve verimlilikleri arttıkça; değerleri artması gerekirken, aynı birimde pay yerine, bu payları referans alan obje olan para alıyorlar. İşin en kötü tarafı tüm pay pastasının değerini en çok artıran, ona en yüksek katma değeri sağlayan bu sınıftaki insanlar; tüm paydan en az birimi alıyorlar. İş burada da bitmiyor. Bu kazandıkları referans değer olan paranın kontrolü de kendi ellerinde değil. Yarattıkları değer karşısında elde ettikleri bu referans objesi, yani paranın kendisi, yine aynı şekilde bu değer yaratanların karşısında sınırsız bir arza sahip objelere dönüşüyor. Kontrolsüz bir şekilde sizin ihtiyacınız veya istediğiniz dışında, sizin paylarınızı temsil eden bu referansınız; pastadaki toplam payınızın sürekli küçültülerek elde ettiğiniz değerin çok hızlı bir şekilde elinizden kayıp gitmesine neden oluyor. Yani kısacası, hem çalışan olarak hem vatandaş olarak bu iki kategoride de yarattığımız değer üstünde gerçek anlamda hiçbir hak iddiamız yok. İşin daha da garip ve sinir bozucu tarafı da; özellikle devletlerin, bu değer üreten sınıfın harcadığı enerji karşısında yarattığı değer baz alınarak, hükümetler bu enerjinin üstünden borç yaratarak merkez bankası aracılığıyla bunu paraya dönüştürüyor olması. Yani devletler bizim harcanabilir enerji gücümüzü ve potansiyel enerjimizi referans alıp, bizim paylarımızı azaltacak şekilde ve kendi paylarını artıracak şekilde hareket ediyor. Toplam değer üretimi doğrusal olarak belki büyüse de, bu değer karşılığı olan referans obje, para yani, aslında sınırsız bir şekilde çoğaltılabiliyor. Bu değer simülasyonunu anlamak ve paranın nasıl bir obje olduğunu kavramak insanın kafasında bazı pencerelerin kırılmasına sebep oluyor.

Türkiye GDP 1960-2022

Bunun en güzel analizini aslında GDP rakamlarına bakarak görebiliyoruz. GDP ne demek? Kısaca milli hasıla diye bildiğimiz şey. Yani bir ülkenin üretilen mal ve hizmetlerinin toplam değerini gösteren bir parametre. Şimdi biraz önce anlattığım tüm o karmaşık simülasyonun çok basit bir şekilde anlaşılmasını sağlayabiliriz bu parametreyle. 2001 yılında Türkiye’nin milli hasılası; 200 milyar dolar civarındaydı. 2021 sonu itibariyle bu rakam 800 milyar dolar civarlarında. Yani üretilen değer 4 kat artmış. Diğer bir deyişle bu değeri üreten sınıfın, belki verimliliği veya kapasitesi veya iş gücü veya bunların hepsini kapsayan bir bileşimi 4 kat artmış. Bunun karşılığında da bir pay senedi yerine değer simülasyonun referans birimi olan para kazanmış bu sınıf. Peki bu kazandıkları para da 4 kat artmış mı ona bakalım şimdi. 2001’de asgari ücret 146 milyon lira. Yani yeni parayla 146 lira. 2022’de bu rakam 5.500 liraya çıktı. Neredeyse 40 kat artmış referans birimleri. Tabi tek bir hatayla, bu referans biriminin 40 kat artmasını sağlayan şey belki de onun sınırsız bir oranda yaratılma gücünden kaynaklanıyor olmasın? Daha gerçekçi bir değer referans noktası almak gerekirse; bu altın olabilir. Sınırsız bir oranda yaratılma kabiliyeti yok çünkü. 2001’de asgari ücretle yaklaşık 15 tane çeyrek altın alabiliyorsun. 2021’de de hemen hemen aynı birim olmasını beklediğin asgari ücretle sadece 3,5 çeyrek altın alabiliyorsun. Neredeyse 5 kata varan bir değer hırsızlığı var burada. Şimdi bunu ülkenin milli hasılasıyla bir karşılaştıralım. 20 yılda 4 kat artan değer üretimi karşısında, 5 kat azalan bir referans değer birimi var. Yani 20 yılda neredeyse 20 kat gibi korkunç bir şekilde, bu değer simülasyonunda referans birimin değerinin zayıflatıldığını görebiliyoruz. Bu nasıl olabiliyor? Üretilen değer 4 kat artarken; bu değeri üreten sınıf buradaki payı bakımından 20 kat zayıflatılabiliyor? İşte bu ekonomik simülasyonun ve değer simülasyonun gerçekten de bir simülasyon olduğunu kanıtlayabilecek en önemli parametreler bunlar. Peki bu üretilen değerin üreten tarafından çalınan payları nerede şimdi? İşte belki de asıl sorulması gereken soru bu. Bu paylar; değer simülasyonunda size sunulan birim olan parada saklanmıyor. Bu elimizden kayıp giden paylar; tüm pastayla aynı oranda büyümeye devam eden pay senetlerinde saklanıyor. Arzının sınırlı veya üretiminin değerinin referans birim kadar manipüle edilemeyeceği emtialarda saklanıyor. Tüm bu matematiği anlamak çok önemli. Bu simülasyonun içinde hangi tarafta olmak istediğini keşfetmek aslında çok da zor değil bu şekilde bir düşünce egzersizi yaptığında. Bunu fark etmek benim için büyük bir aydınlanma olmuştu. İşte bu noktada insan, artık kendisi için çalışması ve değerini kendi belirlemeye uğraşması gerektiğini biraz anlayabiliyor. Ben bunu finansal özgürlüğün giriş kapısı olarak görüyorum. Bu noktada duygularımız ve arzularımızın etkisi altında aşırı bir zenginlik hayali kuruyoruz. Çalışmadan ve üretmeden, başkalarının yarattığı değerler üzerinde hak iddia etme konusunda kendimizi hak sahibi görebiliyoruz. Örneğin temettü emekliliği tam olarak buna benzer bir şey. Fakat bu değer simülasyonunun kuralları bu şekilde yazılmış. Günümüzde bu modelin dışına çıkıp Mandıra Filozofu gibi davranmak biraz aptallık olabilir.

Jean Jacques Rousseau’nun bu eşitsizliklerle ilgili çok güzel bir kitabı var. Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine kitabından altını çizdiğim bir söz paylaşmak istiyorum. “Bir süreliğine efendiler tarafından yönetilmeye alışmış olan insanlar, onlarsız idare edebilecek durumda değillerdir. İnsanlar bu boyunduruğu silkip atmaya kalkışırlarsa, kendilerini özgürlüğe daha da yabancılaştırırlar. Çünkü aslında özgürlüğe karşıt olan dizginsiz, aşırı bir başıboşluğu özgürlük diye zannettiklerinden; yaptıkları devrimlerle neredeyse her zaman kendilerini bu baştan çıkarıcılara teslim etmeyi başarırlar. Bu durum sadece zincirlerini eskisinden daha ağır hale getirir.” şeklinde tanımlıyor bu sınıflar arasındaki eşitsizliğe karşı yapılan hareketleri. Bu konuda sürekli düşünüyorum, finansal özgürlük bir sonuç mu yoksa daha büyük bir problemin bir parçası mı aslında tam olarak emin değilim. Çünkü dediğim gibi finansal özgürlük aslında bir nevi üretmek zorunda olmadan yaşamaya diyor gibiyiz. Tanımı aşağı yukarı buna benzer bir şey. Peki o halde bu özgürlüğü elde edebilmek için, kendimizi sınıflardan ve toplumun temelinden soyutlayıp, başkalarının ürettikleri değer üzerinde onlardan daha fazla hak sahibi olmak ve bu hak iddiasında bulunmak değişik bir düşünce biçimi değil mi? Bence amaç bu olmamalı. Finansal özgürlüğün amacı bence bireysel özgürlüğe dayanmalı. Üretimde bulunmaya devam etmeliyiz ama yarattığımız değer konusunda hak sahibinin kendimiz olması gerekli. Hayır diyebilmeliyiz, istemediğimiz veya hoşumuza gitmeyen durumlardan kaçınabilmeliyiz. Bunu yapabilmek için de bir boyunduruk altında kalmamızı garantileyen tüketim toplumunun temel kurallarından biraz uzaklaşmamız gerekli. Özellikle borç konusunda çok hassasım. Borç insanı direkt olarak bir köleye çeviriyor benim gözümde. Borcu veren kişi, borcu alan kişinin sahibi oluyor. Bu reel olarak toplum matematiğinde bu şekilde işlese de devletler modelinde bu duruma baktığımızda tam tersi bir şekilde çalışıyor. Borcu veren hazine, yani hazineye bu gücü veren toplum ve onun üretim değeri, borcu alan merkez bankalarına ve hükümetlerine, ayrıca onların şirketlerine köle oluyor. Yani borcu veren toplum; borcu alan hükümetlerin ve şirketlerin, çalışanı ve kölesi; bu şirket ve hükümetler de değeri üretenlerin sahibi gibi hareket ediyor. Tam tersi bir durum söz konusu aslında olması gerekenle. Bunu daha kapalı ve despot hükümetlerde, devletlerde çok daha aşırıya kaçmış bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. Gerçekten de beyin yakan bir paradoks aslında. Bu da bana kalırsa diğer bir simülasyonu ve yanılsamayı doğuruyor. O da özgürlük simülasyonu. Bu noktada demokrasinin işte bu sorunları çözdüğünü ve cevap olduğunu düşünebilirsiniz. Ben pek sanmıyorum. Halkın kendi kendini yönettiği bir sistem olarak tanımlanıyor. Yani aslında söylediğim gibi borç verenin, değeri üretenin, bu borcu alan taraf üstünde sahiplik iddia etmesinin bir aracı olarak görünüyor demokrasi. Bana kalırsa, demokrasi; 2 tane kurt ve 1 tane kuzunun akşam yemeğinde ne yeneceğini oylamasına yarayan bir model. En büyük yanılsamalarımızdan bir tanesi. Hint düşünür Jiddu Krishnamurti’nin çok sevdiğim bir sözü var: “Derinlemesine hastalıklı bir topluma, çok iyi derecede uyum sağlamak, sağlıklı olmanın bir göstergesi değildir.” diyor.

Şimdiye kadar önce ekonomi modelinin nasıl bir simülasyon olduğundan bahsettik. Onun üzerine bu gerçeklik dışı ve tekil olarak başka bir referansa bağlanmayan ekonomi tanımının; değer kavramından geldiğini düşündük. Ayrıca bu değer kavramının da kendi içinde ayrı bir simülasyon olduğunu düşündük. Değerin tanımını yapamadık. Değeri kimlerin oluşturduğu ve kimlere hizmet ettiğini çok net bir şekilde ayrıştırabildik. Bu değer simülasyonun, toplumları sınıflara ayırdığını ve bu sınıfların eşitsizliği üzerine düşündük. Bunun üzerine özgürlük konusu gündeme geliyor tabi. Gerçekten özgür müyüz? Bireysel anlamda tamamen bir boyunduruk altında olduğumuzu düşündük. Bu noktaya gelene kadar aslında, kendi kafamın içinde sürekli dönen düşünceleri biraz da filtrelemeden aktarmak istedim. Tüm bu sorular ayrıca benim kafamı da oldukça karıştırıyor. Sebep ve sonuç bağlantısı kurmakta aşırı zorlanıyorum. Ama aynı Matrix’te ilk açılış sahnesinde bilgisayar karşısında uyuklarken sanki ekranda bir anda Uyan NEO yazısı gibi bir şeyle karşılaşıp tüm soruların cevaplarını bulabileceğimiz asıl gerçeklik katmanına geçiş yapabileceğimizi falan düşünüyorum. Tüm bu karmakarışık düşüncelerin, aslında temelinde bireysel olarak özgür olabilme isteği var hep içimde. Bunu fark ettiğim ve kendimce olgunlaştırmaya başladığım son 5-6 yıldır tüm çabam ve adımlarım hep bunu sağlamaya yönelik. Toplumsal olarak yeni bir devrim beklemenin veya yeni bir kurtarıcı beklemenin çok anlamsız olduğunu düşünmeye başladım uzun süredir. Bireyselleştikçe ve bu çürümüş ekonomi, değer ve özgürlük simülasyonlarını kendimce biraz daha iyi anlamaya başladıkça; sınıfsal ve toplumsal olarak bir kurtuluş yolu ve nihai bir hedef göremiyorum. Kişisel olarak kendi çıkarım üzerinde hareket etmenin en azından kendimi bu simülasyonların dışına çıkartabilmenin yollarını arıyorum. İşte tüm bu arayış ve bu düşüncelerin olgunlaşması sırasında bitcoin ile tanıştım. Yeni ve daha önce hiç denenmemiş bir ekonomik model. Altın standardı ile belki belli başlı benzerlikleri var ama yine de tamamen farklı ve daha değişik bir felsefesi olan bambaşka bir teori. Tüm bu bahsettiğim sorunların ve soruların belki de çözümü olabileceğini iddia etmek yanlış olmaz. Tabi bunu zaman gösterecek, ama ben tüm sorularımı cevaplamasa da bu yeni teoriye ciddi bir şekilde inanıyorum. Bazı noktalarda belki tamamen konu dışına çıkmış gibi görünüyor olabilirim. Dinleyiciler yahu biz borsa, yatırım stratejileri, birikim nasıl yapılır bunları anlamak için dinliyoruz diye düşünebilirler. Ama aslında tam olarak da bunlardan bahsediyorum. Belki daha farklı bir yaklaşımla bunu yapıyorum ama ben daha çok kendimin de cevaplayamadığı soruları sorarak kendi düşüncelerimi filtrelemeden aktarmaya çalışıyorum. Bu bölüm diğer tüm bölümlerden belki çok daha farklı oldu, zaman zaman böyle kafamızı karıştıracak sorular sormak da çok önemli bana göre. Yatırım ve birikim konularının, kişisel olarak bu simülasyonlardan tek çıkış yollarımız olduğunu düşünüyorum. Neye ve neden yatırım yapmamız gerektiğini, birikimlerimizi nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, somut olarak değil daha soyut bir şekilde tanımlamaya başlamak gerekli ilk başlangıçta bana göre. Hepimiz bu devasa sistemlerin içinde çok çok küçük parçalarız ve bir başına hareket ediyoruz. Bu da çok önemli bir detay. Neden finansal özgürlüğümüzü elde etmemiz gerektiğini anlamak, yani bunu gerçek anlamda idrak etmek ve amacının ne olduğunu kavramak gerekiyor bu yola girebilmek için. Tabi ki tüm bu anlamların içinde kaybolmadan sadece birikim yapmaya başlayarak ve bu birikimleri yatırımlara dönüştürüp belli bir portföy yaratıp hiçbir şey yanlış gitmiyormuş gibi davranmak da çok zor bir şey değil. Hatta bazen ne kadar az düşünürsen o kadar iyi gibi. Yanlış giden bir şeyler olduğunu reddetmek de çok sorun değil. Tüketim toplumu zaten bize bunu pompalıyor. Her gün televizyonlarda ve reklamlarda, sosyal medyada; insanların kendisini tanımlamanın ve birey olarak topluma kendini sunmanın en kolay yolunun tüketmekten geçtiği algısı veriliyor. Ve bunu yaparken de büyük bir iştahla ve arzuyla yapıyoruz. Kendimizi tükettiğimiz ve satın aldığımız ürünler üzerinden tanımlıyoruz. Ve para öyle bir şey ki; çok akıllı hareket ediyor. Yunanistan battığı dönemlerde belki de bizim paramız ve onunla birlikte bizler; belki de tarihimizdeki en hacimli dış turizmi Yunanistan ve adaları üzerinden gerçekleştirebiliyoruz. Bunu sosyal medya üzerinden dolu dolu paylaşımlarla eşe dosta göstermekten çekinmiyoruz. Batmış bir ülkenin kaynaklarını tüketmek için para ihraç ediyoruz. Şimdi hemen hemen benzer şeyler bizim başımıza gelmeye başladı. Ruslar ve Ukraynalılar şimdi bunun bir benzerini bize yapıyor. Ve bundan rahatsız oluyoruz şu anda. Tüm bu tüketim çılgınlığı ve gerçekten de asıl önemli olan kısıtlı kaynakların ve onun üstüne yaratılan en önemli değer birimlerinin gün geçtikçe daha da değersizleşmesine çok fazla ses çıkarmıyoruz. 20 yılda milli hasıla 4 kat artarken, alım gücümüzün göreceli olarak 20 kat düşmesinin nedenleriyle kafamızı çok meşgul etmiyoruz. Belki de doğrusu da budur bu arada, emin değilim. Ama her iki durumda da kişisel bağımsızlığımızı ve bireysel özgürlüğümüzü ilan edebilmek için finansal olarak kendimize yetebilecek bir konuma gelmemiz, gerek ve şart koşul bana göre. Tüm anlatmak istediklerim de bunun çerçevesinde dönüp duran konular genellikle. Bu bağımsızlık için uğraşırken de uzun vadeli düşünerek bileşik getirinin işini yapmasını sabırla beklememiz gerekiyor. Dipsiz bir kuyuya taş atar gibi hiçbir şekilde karşılığını tam olarak almamızın mümkün olmadığı ürettiğimiz değerle birlikte, bu enerjinin bir kısmını mutlaka gelecek için saklamanın yollarını bulmamız, bu bakış açısında olmamız ve tüketim harcamalarımızı buna uygun şekillendirmemiz çok önemli. Bu sürekli değersizleşen üretim gücümüzü daha sağlam varlıklara kaydırmak bu işin belki de tek yolu. Binlerce yıl önce özgürlüğünü satın almak için para biriktiren kölelerden çok da bir farkımız olmadığını düşünüyorum.

Yine Jean Jacques Rousseau’nun bir sözüyle konuyu bağlayalım. “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O dönemde birisi çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.” diyor Fransız düşünür. Sahiplik duygusu ve edinme arzusu üzerinde düşününce katılmamak elde değil. Ama insanlığın gelişimi konusunda belki de bu düşünceyle aynı fikirde olmak da mümkün değil. Belki de gelişim için böyle hayali konseptler yaratıp bu şekilde farklı simülasyonlar kurmak zorundayızdır. Önemli olan bu ekonomi ve değer modelleri içinde nerede durduğumuzu iyi idrak edip, karar alabilmek bana göre. Finansal özgürlüğümüze veya daha doğru bir kelime olan bağımsızlığımıza ulaşmakta en önemli araç para. İlk toprağın etrafını çitle çevirip sahiplenen insanlardan çok; tamamen soyut bir kavrama geçiş yapan paranın gerçek anlamını anlamak ve onu tekrar doğru bir düzleme oturtmak belki çıkış yolu olabilir. Birçok farklı soru var aslında cevabını aradığımız ve birçok farklı problem var çözüm bekleyen. Ayrıca tüm bu problemleri de biz kendi kendimize yarattık. Ben işin biraz kolayına kaçıyorum aslında. Belki çözümü en kolay ve basit görünen; para ve ekonomik teorilerin kendisini anlayıp bir çözüme ulaşmaya çalışıyorum.

Önceki Bölüm

Olağanüstü Yanılgılar: Lale Balonu -vs- Bitcoin Tartışması

Sonraki Bölüm

Finansal Özgürlük Yolunda İlk 100K Eşiği

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint