/
32 mins read

Enflasyon ve Piyasalar (Part 2)

Bugün, yani bu podcast yayınlandığı tarih 23 Aralık 2022. Eğer ileride bir tarihte bu yayını dinleyenler olursa diye önden bir zaman algısı oluşturmak için bunu belirtmem gerekiyor. Ve dün, asgari ücret açıklaması geldi. Aylık 8.500 liraya çıkartıldı asgari ücret. Geçtiğimiz hafta konu olarak 2 bölüm bir enflasyon konuşacağız derken bu bölümde daha çok enflasyon ortamlarında yatırım üzerine bir bölüm olarak kafamda kurgulamıştım ama en azından bölüm başında böyle güncel bir gelişme üzerinden de birkaç bir şey söylemek lazım sanırım. Neredeyse kapatmak üzere olduğumuz 2022 yılına başlarken asgari ücret 4200 lira civarlarındaydı. Şimdi %100 artış yapılmış durumda bu son düzeltmeyle birlikte. Dolar karşılığı olarak şu anda bugün itibariyle 450 dolar civarlarında. Tabi bu zamanla değişiklik gösterecektir. Bir de en son 450$ civarlarına en yakın maaşları 2013 zamanlarında görmüşüz. O zaman 435 dolara denk geliyormuş. Sonrasında 2016 ve 2018’de yine bu aynı sınıra yaklaşmışız fakat özellikle son 10 yıla baktığımızda bir şeyi çok net görebiliyoruz; maaşlarda sürekli bir değer kaybı yani alım gücü kaybı yaşanıyor ve birkaç yıl içinde bir bunda ciddi bir düzeltmeye gidiliyor. Sonra tekrar aynı şeyler ve tekrar zamları konuştuğumuz başka dönemlere giriyoruz. Bu döngü hiç değişmiyor. Yine dolar bazında baktığımızda 2002’de 110$ civarından bugün asgari ücretler en azından 400$ civarlarına kadar çıkartılmış. Yıl içi dalgalanmalar ve sonra düzeltmelerle birlikte ortalama alsak herhalde 3 katından daha yüksek bir asgari ücret artışı var diyebiliriz. Tabi 20 yıl içinde. Geçtiğimiz bölümde Japonya’da 20 yılda neredeyse hiç artmayan maaşları konuşurken bizde en azından reel gibi görünen 3 katlık bir artış var tabi bunun yanında arada bir paradan sıfır falan da atıyoruz.

Tabi bu rakamlara bakarken 2002’de 200 milyar dolar civarında GDP yani yurtiçi milli hasıla varken bugün bu rakam 800 milyar doların üzerinde. Yakın bir zamanda asgari ücretin tekrardan 20 yıllık ortalaması olan 3 kat civarına döneceğini düşünürsek; aynı sürede 4 kat yükselmiş olan GDP karşısındaki bu aradaki fark nerede peki? İşte enflasyon bu tarz bütün denklemleri yutan bir karadelik gibi aslında. Özellikle 2010’dan sonra 6-7 yıl boyunca alım gücü olarak yerimizde saydıktan sonra son 5 yıl civarında da ciddi bir şekilde alım gücü kaybı yaşadık. Problem zaten 10-12 yıl öncesinde başlamıştı yani bakınca. GDP artıyor olsa bile eğer bu reel ekonomiye veya sokağa direk yansımıyorsa ya da sıradan vatandaş yerinde sayıyorsa bu geriye gidildiği anlamına gelir. Yine aynı vatandaşlar bu sefer alım gücünde ciddi düşüler görmeye başladıysa artık geriye gitmek yerine yüksek bir tepeden serbest düşüşe başlamış demektir. Bütün problem burada aslında. Ve bu, enflasyonu canavar olarak tanımlamamızın sebebi. Ve biz, maalesef çok çok uzun bir süredir, en azından benim yaşım kadar hatta daha uzun bir süredir bu canavarla mücadele içindeyiz. Çocukluğumda televizyonda hatırladığım iki canavar var; biri trafik canavarı; diğeri enflasyon canavarı. Belki 90’larda TV’lerde dönen haberleri yaşı yetenler hatırlıyorsa direkt aklında canlandırmıştır bu karakterleri. Ve hala aynı şekilde devam ediyor ikisi de. Yalnızca şekilleri ve simgeleri değişti. Bunlar bize öcü ve ötekileştirilmiş zararlı karakterler olarak sunuldu fakat bunu yapan biziz aslında. Bu karikatürler bizim kendimiz. Ne yazık ki böyle bir simgeye dönüştürünce ya da kerametinin kendinden menkul olduğu alt metniyle sunulunca bu gerçekleri değiştirmiyor. Ve özellikle böyle zamanlarda birikim yapabilmek, yatırım yapabilmek her zamankinden daha zor ve her şeyden daha önemli bir hal alıyor.

Hatırlıyorum, 90’larda teyzem emekli ikramiyesini %100 oranda gecelik repo ile değerlendirip birkaç ay içinde ev alabilmiş. Bu olay bana hala sürreal geliyor. Aynı dönemde bizimkiler dolar ve altın olarak saklamışlar bu emekli ikramiyelerini ve bir araç alabilmişler. Hatırlıyorum o dönemleri, ev ve araç arasında da fiyat olarak çok ciddi bir fark yoktu ve tabi ayrıca dolar bazında asgari ücretler çok düşük seviyelerde olsa da alım gücü daha yüksekti. Bu çok net. Bugün emekli olanların böyle bir şansı yok. 80’ler yine aynı şekilde geçmiş. 90’ların büyük bir bölümü Körfez Savaşı falan derken sürekli olarak bir kıtlık ve krizle ve enflasyon altında geçmiş. 80’lerden 2000’lere bu 20 yıllık periyoda bakarsak dönem dönem belki işte Özal’ın ilk zamanlarındaki hareketlilik falan, aralıklı olarak, sanırım 5-6 yıl biraz daha göreceli olarak rahat ortamlar var. Yine 2002’den sonra 2004-2012 arasını belki böyle değerlendirebiliriz. Tabi yine tam bu zaman dilimi arasında mortgage krizi var; hani teğet geçmesini ummuştuk o dönemlerde, hatırlayanlar vardır.

Ve bu yakın 40 yılımıza baktığımızda her dönem üzerinden biraz zaman geçtikten sonra daha ileriye doğru gitmemiz gerekirken bize bu eski zamanlar daha iyi gibi geliyor. İçinden geçerken de yine tam tersi şekilde çok kötü dönemlerden geçtiğimizi düşünüyoruz. En azından benim inceleyebildiğim kadarıyla son 40 yıl tamamen bu şekilde hissiyat anlamında bir zıtlık taşıyor. Fakat şu bir gerçek; sürekli olarak daha kötüye gidiyor gibi görünüyoruz. Buradaki en büyük problemlerden biri sosyal sınıf farklarının yok olması ve genel olarak sınıf, statü; artık adına her ne diyorsak, tamamen zıt kutuplara doğru itilmesi. GDP 4 kat artarken, dolar bazında 3 kat artan asgari ücretin alım gücü daha az oranda yükseldi çünkü. Bu artışa rağmen alım gücü düştü diyorum çünkü 20 yıl öncesine göre katma değeri daha yüksek ürünler tüketmeye başladık ve tüketim alışkanlıklarımız da bir yelpaze olarak düşünürsek daha genişledi. Ve bu GDP artışlarından genellikle işveren ve işletmeler daha büyük fayda sağlamış oldu. Zaten bu nedenle özellikle borsadaki en önemli şirketlerin aynı sürede bundan çok daha yüksek katlarda büyüyebildiğini görebiliyoruz. Ekonomi ve ülke genel olarak büyüyor evet; fakat bu büyüme toplumun genelini etkileyen bir değişiklik yaratamıyor. Aksine daha çok darboğaza sokabiliyor. Tabi ayrıca 2013 gibi neredeyse 1 trilyon dolara yaklaşan GDP’mizin bu geçtiğimiz 10 yılda devamlı ve istikrarlı olarak düşmeye başlamasının da büyük bir etkisi var. Tepe noktamızdan %20 civarında küçülmüş durumdayız son 10 yılda ve küçülmeye devam ediyoruz. Problem de burada zaten. Enflasyon işte bu noktalarda gizli zaten. Ama artık bu ‘enflasyon canavarına’ alışmaya başlamamız gerektiğini düşünüyorum çünkü yakın bir gelecekte yok olacağa pek benzemiyor gibi. Kendi adıma daha açık olmak gerekirse; gerçekten yok edilmek istendiğinden de pek emin değilim.

Tabi tüm bunların yanında içinde bulunduğumuz dönemin bir tanımını da yapmak gerekiyor. Pek duymadığımız bir terim ama şu anda bir slumpflasyon döneminden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Bu enflasyonla birlikte küçülme anlamına geliyor. Başarılması da oldukça zor bir durum genel olarak. Betonda slump çekme deneyi vardır, ortak bir noktadan mı geliyor bu isim pek emin değilim ama çok benzer şeyler bu açıdan bakınca da. Bir kaba konulan betonu ülkenin ekonomisi olarak değerlendirirsek kap çekildiğinde ne kadar çöktüğünün ölçülmesi ve tabi bunun yanında tabana yayılması durumu var. Yayılma kısmını enflasyon; çökme kısmını da GDP olarak değerlendirirsek tam olarak bir slump testi işte bu slumpflasyon olayı da. Yine de nedense pek bu isme rastlamıyoruz medyada ya da ekonomistlerin ağzından duymuyoruz. Fakat içinden geçtiğimiz dönemin tanımı net olarak bu işte. Geçtiğimiz bölümün başlığında kullandığım depresyon kelimesinin ekonomik düzlemde karşılığı da bunun bir üst seviyesi. Her ne kadar biz hem psikolojik hem de sosyolojik anlamda bir depresyon içinde olsak da ekonomide depresyon: yüksek enflasyon + küçülme + işsizlik artışı anlamına geliyor. Küçülmenin sürekliliği belirliyor burada depresyonu. Bana göre bölüm sonu canavarı bu aynı zamanda. Bir bakıma slumpflasyonun bir üst kademesi ayrıca. Bu açılardan baktığımızda bizim işsizlik oranlarımız son 5-6 yıldır %15 seviyelerinden %9 civarlarına düşmüş durumda. Tabi bu istatistiklere güveniyorsak.  Bir de deflasyon var bir önceki bölümde de konuşmuştuk. Bunu genellikle mutlak kötülük olarak görüyor ekonomistler. Fakat tanımını açalım biraz: negatif enflasyon olması, yani fiyatların düşüş göstermesi + küçülmenin olması durumuna deflasyon deniyor.

Bu tanımları yaptıktan sonra; yine belirtmem gereken bir şey daha var. Bu tanımlar ve durumlarla ilgili biz genellikle akademik bir şekilde çalışan ekonomistlerin günün sonunda bir çok kötü durumu engelleyemediğini görüyoruz. Bu ayrıca sadece bizim için de geçerli değil. Tüm dünyada var olan bir fenomen. Biz bir tanım yapıyoruz ve girdi, çıktı malzemelerini formülleri belirliyoruz. Ve ekonomide tanımlayabildiğimiz bir durumla karşılaştığımızda bu formüllere göre hareket etmeye çalışıyoruz fakat sonuç genellikle formülize ettiğimiz gibi gerçekleşmiyor. Sonra bir önceki hatalı durumdan dersler çıkartıp ikinci kez benzer bir durumla karşılaştığımızda yine bu tecrübelerimizden yararlanmaya çalıştığımızda tekrardan bambaşka sonuçlarla karşılaşıyoruz. Ekonomiyi benim açımdan heyecan verici yapan tarafı da bu zaten. Tamamen sürprizlerle dolu çünkü insan davranışlarının değişiminin etkisinin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Her olay ve her kriz kendi içinde bir öncekine göre benzerlik gösterse de tamamen eşsiz bir durum yaratıyor aslında. Zaten tam olarak bu yüzden krizlerin içinden geçtikten sonra dönüp baktığımızda bir başka krize göre farklı olduğunu tam olarak görebiliyoruz. Çünkü belki milyonlarca değişken var piyasada. Aktörler farklı; sektörler değişkenlik gösteriyor; bir önceki tecrübelerimize göre davranışlarımız değişebiliyor; tanımlayamayacak kadar fazla değişken var. Eğer öyle olmasaydı; oldukça stabil ve öngörülebilir ekonomik bir düzenin içinde olurduk. Bazı ülkeler bunu kısmen sağlayabiliyor zaten. Fakat yine insan faktörü devreye girdiğinde; bugün Avrupa ve Amerika’da da onların standartlarına göre çok yüksek bize göre çerez gelecek enflasyon oranları görebiliyoruz.

Ve bunun yanında S&P 500 Amerikan borsası yıllık bazda %25 civarında daha düşük seviyelerde. Hatta FAANG diye adlandırılan mahşerin 5 atlısı Facebook, Amazon, Apple, Netflix, Google arasında en iyisi Apple, o da 2022 başından beri %30 düşmüş durumda. Diğerleri %50 üzerinde düşüş yaşadılar. Tam da enflasyonun artış göstermeye başladığı bir dönemde. Oysa biz enflasyon ortamında hisse senetlerinin de fiyatlarının artış görmesini bekleriz aslında bu da çok doğrusal bir mantık, oldukça basit bir çıkarım. Çünkü enflasyon arttıkça şirketlerin gelirleri reel olmasa bile nominal olarak artış gösterir ve paranın değeri düşer. Bunun da hisse fiyatına yansıması lazım. Aynı dönemde bizim borsa Amerika’dan pozitifin de pozitifi bir oranda ayrışma yaşadı. 2022 yıl başından itibaren %180 üzerinde bir artış var tabi TL olarak. Dolar bazlı değerlendirirsek de %100 gibi bir artış göstermiş durumda. Bu da çok ciddi bir rakam aslında. Fakat işte bizde durumlar farklı, Amerika’da farklı. O yüzden göreceli olarak benzer durumlarda enflasyon etkisinde olsak bile; farklı sonuçlar çıkabiliyor. Fakat yine de kişisel olarak Amerikan borsasının şu andaki mevcut durumunu bizdeki 2021 yılının ilk 9-10 ayına benzetiyorum. Neredeyse borsaya tamamen küsen bir kalabalık oluşmuştu bu dönemde. 10 ay boyunca enflasyon ve diğer her türlü enstrüman altında endeks tamamen ezilmişti. Tabi endeksten ayrışan hisseler elbette oldu ama yine de genel olarak yaprak kımıldamadı diyebiliriz. Benim de sanırım kişisel yatırım geçmişimde en karamsar olduğum dönemler diyebilirim bu 9-10 aya. Çünkü hem enflasyon yükseliyordu hem alım gücü düşüyordu; hem işsizlik artıyor gibi görünüyordu hem de bir yandan borsa düşüyordu. Bir de bunun yanında altın neredeyse %50’ye yakın yükseldi aynı dönemde. Hatta 2021 yılbaşında gram altın 450 lira civarlarındayken kasım ayına gelindiğinde 750 liralara gelmişti. Yine benzer şekilde gayrimenkul fiyatlarının ilk artışa başladığı dönemlerdi bunlar. Yani neredeyse her şey yükselirken borsa 1500 seviyelerinden başladığı 2021 yılında ilk 10 ayda, 1350 seviyelerine kadar düşmüştü. Oldukça iç karartıcı bir durum. Endeksten tabi pozitif ayrışan düzgün şirketler olsa da sanki onları da bağlayan bir şeyler var gibiydi. En azından ben böyle hissediyordum o dönemlerde. Anlayamadığım bir şekilde olması gerektiği şekilde ilerlemiyordu borsa. Fakat sonra bir anda 2021’in son iki ayında bir ralli başladı ve 2000 seviyelerinin üstüne attı endeks. Hepimiz heyecanlıydık. Bu kadar uzun süre beklemenin meyvesini sadece 2 ay içinde geri almıştık. Tabi piyasa zamanlaması yapmak isteyen birisi için bunu yapmak çok zor. Ama genellikle benim oyuncu diye tabir ettiğim böyle bir kalabalık var. Bunlar genellikle hep en doğru zamanlarda ya da en doğru zamana en yakın noktalarda çok başarılı bir şekilde borsaya giriş ve çıkış yapabiliyorlar. Eşine ender rastlanabilecek bir özellik. Aynı şekilde bu rallinin keyfiyle 2022 yılına benzer bir heyecanla başladık fakat tüm yıl aynı heyecanla geçmedi. Yine tabi ki pozitif ayrışan sağlam şirketler harici endeks göreceli olarak temmuz ayı ya da ağustos ayına kadar ciddi bir yükseliş göstermedi. Bunu şu açıdan söylüyorum, evet en azından enflasyona yakınsayacak şekilde bir harekete başladı ama bu geçtiğimiz temmuzdan sonra olacakları sanırım yine piyasa zamanlayıcıları da dahil olarak hiçbirimiz önceden görmedik. Hatta 2400’leri gördüğünde endeks, ciddi bir düzeltme bekleyenlerin sayısı da yine bir hayli fazlaydı. Fakat tam olarak temmuz ortası gibi; 2400 civarlarında olan endeks şu anda 5400 civarlarında. Yani yılbaşından beri TL olarak aldığı %180 getirinin %100’den fazlasını sadece son 4,5 – 5 ay içinde getirmiş.

Bu detaylara şu açıdan giriyorum: kimse ne olup bittiğini ya da ne olup biteceğini tahmin edemez. Ve özellikle S&P 500 bu şekilde bir düşüş içindeyken, buna karşı bizim borsamızın tam tersi yönde çok ciddi getiriler sunması da belki de tarihteki nadir zamanlardan biri olabilir. Tabi geçmişe gidip her noktaya bakmadım ama en azından benim hatırladığım bu kadar net bir pozitif ayrışma yok. Ve bunu kimse tahmin edemezdi. Yalnızca bildiğimiz bir şey var; enflasyon dönemlerinde şirketlerin ciroları nominal bazda şişer. Bu da fiyatlara yansır bir şekilde. Aslında 2020’den 2021 başından itibaren başlaması gereken sağlıklı bir pozitif dalga olması gerekiyordu borsada benim mantığıma göre. Fakat her durum kendi içinde eşsiz özellikler barındırıyor. Bizim ve tüm dünyanın eşsiz durumu da covid dalgası oldu bu dönemde. Bu enflasyon canavarının tetiklediği bana göre proteinsiz büyüme olarak görüyorum ben bu durumu. Fakat en azından bir büyüme yine de. Bu proteinsiz büyümeyi hemen anında görmeye başlamadık, covid yüzünden. Sonrasında normalleşmeyle birlikte ve davranışlarımızdaki değişimlerle de birlikte piyasalar rahatlamaya ve hatta şişmeye başladı. Özellikle 9 aylık bilançolarda da bunu çok rahatlıkla görebiliriz zaten. Bir önceki 9 aylıklara göre %300 kar artışları, %1000 ciro artışları, %500 net kar yükselişlerini havalarda uçarken gördük birçok şirket için. Sanırım bir sonraki sene bu baz etkisiyle daha sağlıklı yorumlar yapabiliriz bu tarz proteinsiz büyümelerle ilgili. Çünkü bu sürdürülebilir bir şey değil. Her yıl net karını %300 artıracak bir şirketin değerlemesini yapmayı kendiniz bir deneyin isterseniz. Ve bunu yapanlar sağlam ve büyüme odaklı olmayan şirketler ayrıca. Tabi tüm şirketler büyümeyi isteyecektir ama agresif bir şekilde yatırıma yönelip büyüme yapmaya çalışmayan şirketler demek istiyorum yani. Bunu yapmaya çalışanlarda da tam tersi bir etki gördük neredeyse. Çünkü enflasyon ortamlarında yatırım odaklı hareket etmek ve borç yönetmek çok daha zorlaşıyor, eğer kasanızda net finansman akışlarınızı yönetecek sağlam nakit bulunmuyorsa. Bu tarz agresif büyüme odaklı şirketlerin bilançoları işte tam olarak bu yüzden diğerlerinin gerisinde kaldı. Fakat bu demek değil ki; bu şirketler diğerlerine göre daha değersiz ya da tam tersi durağan ve devleşmiş firmalar bu diğer büyümeye çalışanlara göre daha değersiz. Yalnızca bir taraf için avantaja dönen bir durum diğer taraf için dezavantaja dönebiliyor. Ve bu durumlar ayrıca döngüsel. İşte tam olarak bu yüzden her aynı veriye baktığımızda tarihsel bazda tecrübelerimizden yararlanıp bir sonraki karşılaştığımız benzer durum karşısında aynı sonucu alamıyoruz. Sanırım büyük bir kısmımızın hataya düştüğü en önemli nokta işte burası.

Bu arada kısa bir not girmek istiyorum araya. Normalde bu enflasyon serisini 2 bölüm üzerinden yapmayı düşünüyordum. Geçen bölüm de söyledim bunu; hatta bu bölümün başında da yine aynı şekilde söyleyerek başladım ama galiba tahmin ettiğimden çok daha fazla konuşacak şey varmış. Normalde bu bölümde daha çok enflasyon ortamında nasıl yatırım yapılmalı sorusunun üzerinde durmaya çalışacaktım ama konuyu daha bu noktaya yaklaştıramadık bile. Piyasalar üzerine konuşmayı pek sevmesem de bundan bahsetmemiz gerekiyordu ve tam bu noktada bölümün başlığını atmış oldum kendimce. Enflasyon ve Piyasalar. Daha çok bu çember içinde gezinelim bu bölümde ve 3. son bölüm olarak yatırım kısmına geçeriz bir sonraki hafta. Aslında bir yandan da daha anlamlı olabilir. Yılın son 3 haftasını enflasyon üzerine konuşarak kapatmış olacağız böylece. Bence anlamlı. Bir sonraki yıla belki hep birlikte daha temiz bir sayfa açarak başlamış oluruz hem.

Tüm bunların üzerine, enflasyonun neden var olduğunu da konuşmak gerek. Genellikle basitçe para basımından kaynaklı olarak doğduğunu söyleyebiliyoruz ya da yanlış yönetim anlayışlarından kaynaklandığını dile getiriyoruz ama; neden sürekli karşılaşıyoruz? Eğer gerçekten matematiksel bir kesinlikte formülü olsaydı, enflasyondan çok rahat bir şekilde kurtulabilirdik değil mi? Ya da belki de sürekli karşımıza çıktığından dolayı, enflasyon ihtiyacının doğduğu zamanlar da olabiliyordur.


source: tradingeconomics.com

Bu soruların cevabı bana kalırsa hem evet hem hayır. Enflasyona ihtiyacımız var çünkü bu şekilde borçlarımızdan kurtuluyoruz bir yandan. Düşünsenize; bundan çok zaman önce değil, yalnızca 3-4 yıl önce ev almış olan birisinin ödediği kredi rakamları bugün kuş kadar kaldı. Çoğunlukla 10 yıllık kredilerle alınan bu evler neredeyse ödemenin yarısına gelmeden, ödeme gücü açısından gelirlerin çok altına düştüler. 3-4 sene önce gelirlerin yarısı olan kredi ödemeleri bugün belki gelirlerin %20’sinden alta düştüler. Asgari ücret bile 8.500 lira oldu. Sanırım bundan 4 sene önce sadece iyi işlerde ve iyi pozisyonlarda bu ücretler ödeniyordu. Bu tarz gayrimenkul yatırımlarının iyi ya da kötü sonuçlarıyla ilgilenmiyorum ama burada. Yalnızca enflasyona neden ihtiyaç duyduğumuzu anlatmaya çalışıyorum. Bir anlamda enflasyon eski borçların affedilmesi görevini görüyor. Bunu günümüzde artık böyle ekstrem zamanlarda biz ülke olarak çok rahat bir şekilde hissedebiliyoruz. Aynı bundan binlerce yıl önce yeni tahta çıkan bir kralın eski döneme ait kraliyete karşı yapılan halkın borçlarını silmesine benziyor. Eski ünlü Babil Kralı Hammurrabi’nin yazıtlarında bile görebiliyoruz bu durumu. Tabi o dönemler henüz enflasyon gibi bir mekanizma keşfetmediğimizden bunu ana para borçları üzerine binen faizler üzerinden yapabiliyorduk. Yine eski Roma İmparatorluğunda görebiliyoruz aynı şeyi. Çılgın Kral ya da İmparator Nero tahta çıktığında yine aynı şeyi yaptı. Halkın faiz borçlarını sildi. Bunu yapabilmesini sağlayan şey para birimi üzerinde enflasyon yaratabilmesiydi tabi ki. Mises Enstitüsünün bu konuyla ilgili bir yazısını notlar kısmına bırakırım hatta meraklılar için. Bu antik dönemlerden beri; paranın icat edilmesinden beri kullanılan oldukça basit bir yöntem. En son oldukça başarılı olarak İzlanda tarafından yapıldı hatta global 2008 krizi sonrasında. Bir anda faiz oranlarını yükselttiler ve enflasyon yarattılar. O döneme kadar tüm dünyaca düşük faiz oranlarının hatta negatif faiz oranlarının çılgınlığı içinde ciddi bir borçlanma döngüsünün en pik noktasındaydık. İzlanda bu durumu biraz daha abartmıştı. GDP’lerine oranla 10 kat bir borçları vardı ve bu borçlanma balonu global olarak patlayınca hızlı bir şekilde faiz oranlarını yükselttiler ve enflasyonla birlikte borçlarını temizlediler. Hani hep sorduğumuz o basit soru var ya; neden ülkeler para basarak borçlarını ödemiyor diye? İşte bunu hem bireysel olarak hem ulusal olarak enflasyon aracılığıyla yapıyoruz zaten. O yüzden enflasyon her devletin zor durumda kaldığında en önemli silahına dönüşüyor zaten.

Ayrıca enflasyon ve faiz ilişkisinden de bahsetmemiz gerek tam bu noktada. Einstein’in bahsettiğini dünyanın sekizinci harikası olan bileşik getirideki faiz oranı işin aslında bu. Gerçekten de matematik harikası bir durum. Fakat bunun çok yüksek olması ya da katlanarak büyümesi üzerine büyük problemler yaşadığımızı çok daha öncesinde fark ettik. Zaten bu yüzden dönem dönem devletler, aynı binlerce yıldır olduğu gibi vatandaşların borçlarından faizleri silip yalnızca ana parayı istiyorlar. Yüksek faiz; katlanarak büyüdüğünde inanılması güç rakamlara ulaşabiliyor çünkü. Bugünlerde bunu öğrenim kredisi çeken öğrencilerin borçlarında gördük daha çok yakın bir zamanda. Bir öğrenci için kullandığı borç miktarına göre inanılması güç rakamlara çıktığına şahit olduk. Fakat her zaman olduğu gibi ve bundan sonra da her zaman olacağı gibi; bu faizler sanırım silindi ve artık yalnızca anapara isteniyor. Hatta geçtiğimiz günlerde öğrenci bir dinleyici bu konuda bir mail atmıştı bu borcu kullanmak mantıklı mı diye. Kredi faizi olmayan bir borç ve oldukça çekici görünüyor, özellikle borçlanmanın maliyetinin çok yükseldiği şu günlerde geri çevrilemeyecek kadar cezbedici bir teklif.

Faiz oranlarıyla ilişkimiz aynı zamanda tam olarak bu sebeplerden davranışlarımızı ve ekonomik hareketlerimizi de oldukça etkiliyor. Faiz ya da onunla ilişkili gelen enflasyon bütün hayatımızı şekillendiren bir döngüsellikte birbirini takip eden iki ekonomik metrik. Yüksek enflasyon ortamlarının nasıl sonuçlar doğurduğuna zaten bir önceki bölümde biraz değinmiştik o yüzden o kısmı bu bölümde pas geçiyorum. O bölümden önce buraya bakanlar için enflasyonun hayatımızdaki etkileri üzerine bir şeyler dinlemek isterlerse oraya bir dönüp bakabilirler bu bölümden sonra. Enflasyon dışında bir de faiz konusu var tabi. Paranın bir zaman değerini belirlememiz gerekiyor. İlk bölümlerde de bazı yerlerden bundan bahsettiğimi hatırlıyorum ama bugün biraz daha detayına girelim bu kavramın. Neden bir değer biçeriz paraya? Aslında yalnızca bir takas aracı. Yani parayı alan taraf, veren taraftan bunu belirli bir amaç için talep ediyor. Bir şeyler yapmak için. Bu bir yatırım olabilir veya bir mal satın alması olabilir ama bir amaç mutlaka var. Hatta Ortodoks ekonomistlere göre; bugünlerde bu terim popüler olduğu için ben de tam yeri gelmişken kullanayım dedim, faizin tanımı çok enteresan. Doğal faizin olması gereken şey; bu alınan sermayenin getirisi üzerinden hesaplanmalı fakat tek bir farkla; denklemden paranın kendisi çıkartılarak. Çok değişik ve beyin yakabilen bir bakış açısı. Bana özellikle ilk duyduğumda çok enteresan gelmişti o yüzden paylaşmak istedim. Yani şöyle bir şey düşünelim; bir yerden borç aldık ve bununla bir iş yaptık. Yaptığımız işin sonunda bir katma değer ürettik ya da en azından aldığımız paranın değerine göre daha yüksek bir çıktı değer yarattık. Faiz işte paranın denklemden çıkartılarak aradaki bu değer farkı olmalı diyor Ortodoks ekonomi teorisi. Elbette yanlış olabilir ama yine de değişik bir bakış açısı paraya karşı. Buradaki problem tespiti belki doğru da olabilir. Çünkü işaret edilen şeyi aslında ben kâğıt para sistemi olarak algılıyorum. Yani kontrolsüz bir şekilde arzı sürekli yükseltilen ve farklı motivasyonlarla otoritenin elinde bir silah haline dönüşen kâğıt paraya bir eleştiri olarak da kabul edilebilir bu yaklaşım.

Bunun bir benzerini aslında biz kullanıyoruz belki de tahmin ettiğimizden çok uzun bir süredir. Örneğin geçenlerde bir tanıdığıma Euro üzerinden çok ciddi sayılmayacak bir borç verdim. Tabi ki geri ödemeyi de aynı miktarda Euro üzerinden istedim. Ya da ailelerimiz, hatta devletler bile; altın üzerinden borçlanabiliyor veya borç verebiliyor. Burada bir faiz istenmiyor genellikle. Örnek olsun diye afaki konuşuyorum; 2 kilo altın borç veren birisi geri dönüş olarak tekrardan 2 kilo altın isteyebiliyor ve bu oldukça makul bir ticaret. Peki altının da bir zaman değeri yok mu? Ya da bizim ülkemiz için dövizin, yine zaman değeri yok mu? Biz genellikle bunu göz ardı edebiliyoruz çünkü çok iyi biliyoruz ki; bu araçlar kâğıt paraya göre alım gücünü neredeyse tamamen koruyabilen varlıklar. Ve tam olarak bu yüzden; kâğıt para kullanırken, ki sanırım buraya kadar birçok bölüm dinleyen biri için kâğıt para olarak ne kastettiğim iyi anlaşılıyor diye düşünüyorum. Yine de kısa bir tanım yapmam gerekirse; hokus pokus para, yani yoktan var edilebilen simyacılık ürünü para demek kâğıt para kısaca. Bu suni yarattığımız aslında hiçbir içsel değeri ya da karşılığı olmayan nesneyi kullanırken bir lise matematik havuz problemi çözmemiz gerekiyor. Ortada bir para havuzu var ve buraya giriş yapan musluklar var; bunlar bizim üretim gücümüz, katma değer yaratma becerilerimizle desteklediğimiz musluklar. Diğer tarafta yine bu gücümüze istinaden otoritenin bağladığı iki taraflı kendine doğru çalıştırabildiği musluklar var. Yine bunların yanında reel sektörün, finans dünyasının, bankaların bağlandığı musluklar var. Ve bu havuz sürekli tek bir otorite tarafından büyütülebiliyor veya küçültülebiliyor. Ve bizler, bireysel yüzücüler; havuzun suyunun ne zaman taşabileceğini ya da suyun kuruyacağını tahmin etmemiz gerekiyor. Paranın her iki yön için de fark etmeksizin, toplam akış hızı işte faiz oranını belirleyen şey. Muslukların toplam efektif debisi yani. Ve devletler; bir akış hızı belirlemek zorunda. Yoksa teorik olarak; bu serbest bırakılan bir oran olursa, davranışsal finansı da düşünerek bu oranın makul bir vadede sonsuza uzanacağını tahmin edebiliriz. Çünkü herkes paradan para kazanmak ister. Ya da herkes bir önceki aldığı faiz oranının üstünde parayı bir başkasına daha yüksek oranda vermek isteyebilir. Aynı özellikle son zamanlarda dikkat çeken o meşhur sarı sitedeki ikinci el otomobil piyasası gibi bir havuza dönüşür ekonominin kendisi de tamamen. Ve politika faizi, işte tam olarak bunu engellemek için serbest piyasanın el freni görevini görür. Tabi, zaman zaman bu politika faizi tamamen politik sebeplerle anlamsız rakamlara dönüşebilir ve bir noktada reel faiz bu durdurucu güçten ayrışmalar yaşayabilir -ki son zamanlarda tam olarak bu dönemlerden geçiyoruz biz.

Ve yine, garip bir tezatlık olarak; herkes düşük faizle borçlanmak isterken aynı zamanda yüksek getiri yaratmak için yüksek faiz ortamına da ihtiyaç duyabilir. Ya da yüksek enflasyon. Yine son zamanlarda yaşadığımız enflasyon çeşidi tam olarak böyle diyebiliriz. Bir yaşam standardı enflasyonu içindeyiz ama aynı zamanda çok ciddi bir varlık enflasyonu da yaşıyoruz bu kısma pek dikkat çekilmiyor. Alım gücü enflasyonunda belki birçok farklı neden sunabiliriz, üretim düşüklüğü, arz-talep dengesi eşitsizliği ya da ithalat, ihracat birçok ikinci derecede sebep sunulabilir. Direkt olarak paranın kendisinden kaynaklandığını gizleyebiliriz. Fakat varlık enflasyonu, bana göre bunu çok net bir şekilde gösteren asıl metrik. Bölümün başında konuştuğumuz borsanın bu ciddi yükselişi, ya da gayrimenkul fiyatlarının inanılmaz rakamlara ulaşması; tamamen bir varlık enflasyonu sonucu. Ve bu durum; çoğunlukla hepimizin hoşuna giden zehirli bir ekonomik çıktı ürünü. Tabi ki bu konuda ekonomistleri daha çok dinlemek gerektiğini düşünüyorum fakat ne yazık ki; günümüzde Keynesyen teorilerin dışında herhangi bir ekonomik tartışma yapılamıyor bile.

Mesela yine farklı bir tartışma zemini var; %2 enflasyon hedefi konusu. Bunun ne kadar gerçek dışı hedefler olduğundan yine ilk bölümlerde bahsetmiştim. Fakat daha tartışmalı ve iddialı bir başka yaklaşım; bu %2 enflasyon hedefleriyle düşürülen faizlerin aslında bütün bu balon yaratma ve krizle patlak verme döngülerini yarattığıyla ilgili görüşler de var. Şöyle bir altyapısı var bu fikrin; faiz oranları düştükçe ve burada ayrıca şunu da belirtmek gerek; aynı şu anda bizde olduğu gibi gerçek dışı ve reel enflasyondan oldukça ciddi oranda ayrışarak bir illüzyon da olsa tam olarak anlamsızlığı görülse de, bu şekilde düşürüldüğünde ciddi bir risk alma iştahının yaratılması iddiası var. En uçuk ve en garip fikirlere bile para akabiliyor böyle dönemlerde. Çünkü risk algımız azalıyor. Borçlanma korkumuz düşüyor ve borca olan iştahımız yükseliyor. Bunu çok yakından 2008 krizinde yaşadık. Tam olarak buydu olay. Kredi notu bile olmayan insanların borçlanarak ev sahibi olması hatta bunun yanında yatırımlık ev almaları; bütün bankacılık dünyasının bunu finanse etmesi ve bu yatırımlar üzerinden kolay para kazanma isteği tüm dünyayı büyük bir krize sürükledi. Ve bu alınan borçların ödenemeyeceğini fark ettiğimizde çözüm çok basitti. Daha fazla para basmak.

Yani gerçekten, bazen kişisel olarak bu olayları düşündüğümde akıl tutulması yaşıyorum. Bütün problem önümüzde duruyor ve biz her seferinde kafasını kuma gömen devekuşları gibi saklanabildiğimizi düşünüyoruz. Küçük çocuklar gibi her problemimizden ağlayarak ve istediğimizi elde edene kadar bağırarak kurtulabileceğimizi düşünüyoruz. Ve her seferinde sarıldığımız tek çözüm yolumuz da daha fazla para basmak. Ve ayrıca karşılıksız olarak yapabiliyoruz bunu. Yüksek risk algılarımızdan dolayı doyurmaya çalıştığımız içsel açlığımız, yüksek getirilerin tıkandığı noktada bir patlak veriyor ve bu yanılsamalardan anlık da olsa uyanarak gerçeklerle yüzleşiyoruz. Ve sonra tekrar, sonra tekrar ve bir kez daha, yine, yeniden aynı hatalara düşmeye devam ediyoruz.

Öyleyse tüm bu davranışsal problemlerimiz karşısında, ya da kitlesel çılgınlıkların eşiğinde; kendimizi koruyabilmek için neler yapmamız gerek? İşte bu kısım, bir sonraki bölümün konusu. Enflasyon ve yatırım ilişkisinden, kişisel korunma yöntemlerinden ya da en azından benim bu konudaki fikirlerimden bir sonraki bölümde bahsetmiş olacağım. Ya da korunabilir miyiz, kendimize güvenli bir alan oluşturabilir miyiz bunu anlamaya çalışacağız. O bölümle birlikte 3 bölümlük bir serinin son bölümü olmuş olur enflasyon konusunda.

Bölümü kapatmadan, son eklemek istediğim bir şey var;

“Dünyamız bu son zamanlarda çok dejenere olmuş durumda; rüşvet ve yolsuzluk hemen hemen her yerde. Gençler ve çocuklar artık ailelerini dinlemiyor. Neredeyse herkes bir kitap yazmak istiyor ve sanırım dünyanın sonu çok açık bir şekilde yaklaşıyor.”

Bu sözler bana ait değil. Milattan önce 2000’lere ait bir Asur kil tabletinde yazıyor.

4000 yılda değişen pek bir şey yok; ve biz, tamamen içsel değerinden uzaklaştığımız ekonomik aktivilerle, krizlerle, finansal çöküşlerle ve davranışsal bozulmalarımızla her seferinde sona biraz daha yaklaştığımızı hissediyoruz. Sanırım aynı şekilde de devam edeceğiz daha uzun bir süre.

Önceki Bölüm

Enflasyon ve Depresyon, Mutsuzluk (Part 1)

Sonraki Bölüm

Enflasyon Zamanları ve Yatırım (Part 3)

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint