Hayatınız boyunca öğrendiğiniz, bildiğinizi sandığınız, neredeyse kesin bir şekilde eminlikte fikir yürüttüğünüz şeylerle ilgili; bir süre sonra büyük bir yanılgı içinde olduğunuzu anladığınızı düşünün. Geriye dönüp baktığımda, ne kadar da fazla yanlış yargılar yürütmüşüm, ne kadar yanlış düşünmüşüm diye görebiliyorum ben geçmişteki fikirlerimle ilgili. Bu kadar yanlış düşünürken, emin olduğumu sandığım şeyler üzerinde bir süre sonra şüpheye düşmeye başlarken, neredeyse her konuda hata yapmışken, nasıl olur da yeni yargılarıma ya da fikirlerime güvenebilirim?
Belki siz de geçmişe baktığınızda ya da şu anda bu konu hakkında düşündüğünüzde aynı şeyleri hissediyor olabilirsiniz. En azından oldukça fazla hata yapmış olduğunuzu, çoğu konuda yanıldığınızı belki kendinize itiraf edebilirsiniz. Peki o halde, soruyu tekrar soruyorum. Nasıl olur da fikirlerimize kesin bir şekilde güvenebiliriz? Ya da gerçekten bu fikirlerin bize ait olduğunu bilebilir miyiz? Nasıl emin olabiliriz özgün olduğumuzdan? Özel olduğumuzdan ve farklı, yaratıcı hatta kendi yolunda ilerleyen yetkin biri olduğumuzdan nasıl emin olabiliriz?
Bu bölümde, daha önceden yaptığımız 11. Bölüme benzer bir şekilde belki onun üstüne bir kat daha çıkmaya çalışarak daha farklı sorular sormaya çalışacağım. O bölümde daha çok bir değer kavramı üzerinde ve özgürlüklerin bununla nasıl bir bağlantı içinde olduğunu kendimce açıklamaya çalışmıştım fakat bu düşünceler burada bitmiyor. Dahası var.
Hiçbir şeyden bu kadar emin olamazken, hatta çoğunlukla duygu ve düşüncelerimizin birer yanılsama olduğunu gördükten sonra, hayat eskisi gibi olmuyor. Şüphecilik ve sorgulama insanı daha büyük bir bilinmezliğe sürüklüyor ve içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Belki bundan binlerce yıl önce çok daha az kaşıntı yapan bir konu bu fakat; daha çok soyutlaştıkça, sanırım daha çok sorgular olduk. Özgürlük fikriyle takıntılı bir hale geldik. Yine de belirli bir azınlık için geçerli olsa da bu durum, daha büyük bir çoğunluk için de yüzeysel bir şekilde üstünde düşünülen bir konu. Bütün sorgulama ve şüphelerin sonu bir şekilde özgür olup olmadığımıza bağlanıyor. Daha çok soru sordukça daha az özgür olduğumuzu düşünüyoruz. Belki bugün piramitleri yapmak için çalışan köleler gibi yalnızca yüzümüze karşı oldukça net bir şekilde söylenen bir kölelik sistemi içinde değiliz ama; yine de bu belki de hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Neden o zaman değil de şimdi varız? Neden şu anda? Neden dünyanın düz olduğunu iddia eden ve Galileo’yu yargılayan mahkemede karşı tarafta değiliz de bu taraftayız? Neden Sokrates’i suçlu bulanlardan değiliz? Bu değer yargılarımız nasıl oluştu ve biz bunları nasıl kabul ettik? Doğru olduğundan emin olduğumuz büyük bir yanılgı içinde olamaz mıyız? Belki de bundan binlerce yıl sonra dönüp bakıldığında kişisel olarak düşüncelerimiz bilinmese bile; toplumsal olarak kitleler halinde takip ettiğimiz birçok gerçeğimiz yok olacak. Ve biz sadece önemsiz, küçük bir ayrıntı olarak kalacağız bu kavramların içinde. Peki o halde ne anlamı var tüm bunların? Bugün şu anda olmamız, yarın o anda olmamızın ve bugüne bakıp hatalı olduğu görünen fikirlerimizin önemini küçültebilir mi? Bu fikirlere nasıl ulaşıyoruz ki en başta? Öyleyse belki de hiçbir zaman özgür olmamış bile olabiliriz. Kendime bir kahve hazırlayıp bunu istediğim zaman yudumlama özgürlüğünde olabilirim; kapıdan dışarı çıktığımda nereye gitmek istediğime karar veren ben olabilirim, bugün orada olmak yerine burada olmaya da karar vermiş olabilirim. Fakat tüm bunları yapabilirken; her karar alımında ve özellikle küçük ve yalnızca birer ayrıntı olan kararlara varırken kendimizi bir kontrol altında hissetmezken; nasıl olur da büyük bir pencereden baktığımızda her şeyin oluruna varacağına inanabiliriz?
Bugün belki, özgürlük kavramı daha çok ruhani bir kavram ve bununla ilgili çok büyük çelişkiler yaşıyoruz. Ayrıca bu konuda birbirimize de hiç yardım ettiğimiz söylenemez hatta işleri bir başkası için daha da zorlaştırmakta üstümüze yok. Belki de modern köleliğin temelinde de bu yatıyor. Daha yetkin ve daha güçlü olanlar, işleri daha zayıf olanlar için daha da zorlaştırabiliyorlar. Hayatımızın büyük bir bölümünü elimizde olmayan büyük kararların eşiğinde ve yol ayrımlarında geçiriyoruz fakat bu yol ayrımlarında hep daha iyi görünen seçeneği seçmemiz için bir baskı altındayız. Bu, çok basit eylemler gibi görünen ne zaman kahve içeceğimizle ilgili sorun yaratmıyor fakat okula ne zaman gideceğimiz, ne zaman mezun olmamız gerektiği ya da ne zaman evlenmemiz gerektiği gibi konularda belki de çoğu seçenek elimizde olmadan yönlendirmelerle seçilmek durumunda oluyor. Modern kölelik belki de yalnızca maaşlı çalışmaktan çok daha öte bir şey olabilir. Seçim yapmak zorunda olmak ve bu seçimleri kendi çıkarlarınıza göre değil de toplumsal değerler çıkarında yapmak durumunda kalmak belki de en büyük problemlerimizden biri.
Tabi bunun haricinde, bir simülasyonda olduğumuzu ve hiçbir şekilde özgür olmadığımızı da iddia edebiliriz. Girişi aslında konuyu biraz da buraya çekmek için şüphecilik üzerinden yaptım çünkü bu fikir sapağına da dönmemiz gerekiyordu bir noktada. Ya eğer hepimiz Neo gibi hiçbir şeyin farkında olmadan yalnızca bir yanılsama içindeysek? Ya bunun farkına vardığımızda, tatsız lapa pirinç taneleri yemek yerine; tadının sahte olduğunu bildiğimiz bifteği yemeyi seçmek istiyorsak? Bunun da dışında, bu kölelik hali genel olarak hoşumuza da gidiyor olabilir. Bunu yargılamak belki de kimseye düşmez. Fakat bu daha çok ruhani bir kölelik oluyor. Hatta zihinsel de diyebiliriz. Çoğumuzun içinde olduğu bir durum bu. Gerçekten bir bilgisayar simülasyonun içinde olmasak bile, zihnimizin içinde kendimizin yarattığı bir simülasyonun parçası olabiliriz. Daha iyi bir okul, daha iyi bir iş, daha iyi bir eş, daha dolu bir banka hesabı ve daha iyi bir hayat gibi bize çizilen takip etmesi basit bir yol var. Bu da bir zihinsel simülasyon olamaz mı? Arzularımız ve beklentilerimiz hep daha iyi bir hayata ulaşma yönündeyken, toplu bir şekilde buna ulaşmak için kurduğumuz değer yargılarımız yalnızca küçük bir azınlığın bu nihai hedefe ulaşmasını sağlamıyor mu? Eğer öyleyse bu zihinsel simülasyonu bizim kendimizin kurmadığını da söyleyebiliriz ve kitlesel bir yanılgı olarak bunu bizim kendimizin kurduğuna olan inancımız doğru da olmayabilir. Eğer bu döngüye devam edersek, bu kurulan zihinsel yanılgıların daha üstün bir düşünceyle oluşmuş olduğu gerçeğine ulaşırız -ki bu da en azından zihinsel anlamda bir simülasyon içinde olduğumuz gerçeğini bize tekrar gösterir. Fakat aynı zamanda bunun farkında olmak, bilinç sahibi olmak ve bunu düşünebilmek, bizi birer hatalı ürüne dönüştürmüyor mu? O halde hatalı ve defolu, farklı fikirde olan biri olarak bu her şeyin gerçek olduğunu göstermez mi? Çünkü bunu düşünebilmek, özgür olduğumuzu da anlatıyor aynı zamanda. Fakat o halde, neden bu simülasyonun kuralları içinde hareket etmeyi seçiyoruz? Bu, aynı gerçeği kabul etmek ve acı duymak yerine, sahte olduğunu bildiğimiz fakat tat veren bifteği yemeye benziyor işte. Decartes; “düşünüyorum, o halde varım” derken sanırım hemen hemen bunu kastediyordu.
Fakat bu var olma halimiz, var olmama halimizden çok daha kısa sürdüğü, büyük bir boşlukta hiç bulunmayacağımız, belki de sonsuz bir yokluk denizinde yer alacağız bir süre sonra. Ve biz bu düşüncenin bilincinde olan belki de tek canlılarız. Belki de bu yüzden, diğer hayvanlar gibi yalnızca var oluşumuzla ilgilenip sadece hayatta kalmakla yetinmek istemiyoruz. Bundan daha fazlasını arzuluyoruz. Ve bu arzularımız bana göre bugün içinde bulunduğumuz modern köleliğin temellerini oluşturuyor. Bu da kendi içinde yine büyük bir paradoks aslında. Özgürlük ve irade sahibi olma arzularımız bizi zihinsel ve bazı durumlarda da fiziksel köleliğe sürükleyen duygular. Zihinsel kısmıyla yine daha fazla ilgilenmeden önce fiziksel taraftan biraz bahsetmek gerek. Emeklilik sistemi belki de bunun en güzel örneklerinden biri. Bu konuda hep piramit işçileri örneğini vermeye çok alışkınız fakat geçmişteki hangi yapıya bakarsak bakalım benzer şeyleri görebiliriz. Roma yolunda çalışan işçi köleler yol bittiğinde nereye gitti dersiniz? Yollar bitmez. Titus tünelinde çalışan tutsaklara ya da işçi kölelere de yevmiye verilmiyor muydu? Babil şehrinin yapı işçileri; köle değil miydi? Bunlardan kimisi artık çalışamaz bir yaşa geldiğinde ya da özgürlüğünü satın alabilecek kadar birikim yapabilirse -tabi eğer şanslıysa; ömrünün geri kalan kısa süresinde belki huzurla yaşamlarını tamamlayabiliyorlardı. Bugün emeklilik sistemine çok benzer bir yöntem. Dahiyane bir kavram evrimi gerçekleştirdik. Bugün yalnızca devletlerin emeklilik sistemi yetmiyor; bireysel emeklilik sistemlerine girmeye başladık. Aynı binlerce yıldır tüm kölelerin yaptığı gibi biz de birikim yapmaya çalışıp kendimizi emekli etmeye çalışıyoruz. Bu fiziksel gözlem belki de okul çağıyla birlikte başlıyor. Sanırım şu dönem kısmen değişmiş olsa bile, aynı tip kıyafet, aynı şekil saçlar ve aynı sınıflarda, aynı şeylerin anlatılarak hayata hazırlandığımız, efendilerimize hizmet etme konusunda ulvi bir amaç uğruna etik değerler öğrendiğimiz bir eğitim sisteminin içinde, küçük bir fidandan sağlam bir oduna evriliyoruz.
Yaşadığımız diğer bir tezatlık da, Nazi döneminde, ya da Sovyet Rusya döneminde yaşamış olan, ya da Mussolini rejiminde yaşayan bir aile olduğunuzu düşünün. Tiranların ve totaliterlerin altında bir rejimde bulunan bir insan olarak, çocuklarınız olduğunu varsayalım ve onları okula göndermek zorundayız. Peki bu okullarda ne öğretiliyor bu çocuklara? Eve geldiklerinde bize anlattıkları şeyler karşısında, okulda öğrendikleri idealler ve fikirler karşısında dehşete düşsek bile, çocuğa bunun yanlış olduğunu ve bu fikirleri kabul etmemesi gerektiğini bile söylemekten korkabiliriz. Çünkü biliriz ki, çocuk ertesi gün okula geri döndüğünde babasının ya da annesinin nasıl bu fikirlere aykırı düşündüklerini öğretmenlerine açıklamaya çalışabilir ve sorular sormak isteyebilir. Ve bu öğretmenler belki de rejimin muhafızlarına haber verebilir ve insanlar evlerinden alınıp hücrelere kapatılabilir. Ya da buna gerek kalmadan çok daha öncesinde, evdeki kitapları yakıp bir daha bu tip konulardan çocuklarına bile değil, kendi aralarında bile söz etmeyebilirler. Yalnızca karanlık ve loş, kuytu noktalarda belki cılız bir şekilde en cesaretli olanları kendi fikirlerini söylemeye çalışabilir. Bugün belki çok uzak görünen bu distopyadan neredeyse kurtulmuş olsak da değişenin yalnızca fikirler olduğunu ve hala aynı sistem içinde eğitildiğimizi düşünebiliriz.
Günümüzün büyük bir bölümünde güneş ışığının en etkili olduğu anlarda sınıf sıralarında aynı bundan sonra geri kalan hayatımızda devam edeceğimiz gibi bir çalışma sistemine adapte ediliyoruz. Önce sabah 8-5 okul, sonra sabah 8-5 iş -ki eğer o da şanslıysak. Okuyabilmek için ve sisteme adapte olabilmek için harçlık alırken; sistem için çalışmaya başladığımız dönemde bunun yerini aylık maaşlar alıyor. Ve artık sistemin çarklarındaki diğer dişlileri yavaşlatmaya başladığımızda, artık yeni gelen nesillerin iş hayatına girişleri bizden daha verimli bir duruma geldiğinde kızağa çekiliyoruz. Ve bunun karşılığında kalan daha az verimli ömrümüzü en azından huzur içinde tamamlayabilmek için temel yaşam standartlarımızı karşılayacak kadar bir maaşa bağlanarak tamamen bir kenara atılıp unutuluyoruz. Emeklilik sistemi bu işte. Binlerce yıldır gelişen düzenimizde krallar ve efendiler artık yerini şirketler ve kuruluşlara bıraktı. Yeni efendiler; tüzel kişilikler. Belki de bu eskisine göre daha etkili bir yöntem oldu çünkü en azından kişilere değil, kurumlara aktarılan bir güç yapısı oluştu. Tabi ki bizim için değil, sistem için daha iyi bir gelişme. Aynı fabrikadan emekli olan baba-oğullar bundan en azından yüzyıl önce aynı kral veya kraliçe için çalışarak emekli olamıyorlardı. Nesillerce sürebilecek bir efendi-köle ilişkisi geliştirmeyi başarabildik. Ayrıca bu ilişkinin içindeki sınıflar öyle kolay bir şekilde de değişmiyor. Bugün genellikle üç sınıftan bahsederken; yani üst sınıf, orta sınıf ve alt sınıf diye ayrım yaparken; kendi nesillerimizde görebileceğimiz en büyük gelişme alt sınıftan orta sınıfa geçişlerle sınırlı. 200 yıl önce krallar ya da kraliyet ailesi, aristokratlar, elitler ve avaneleri bugün şirket sahipleri, dernek sahipleri ve yönetimde söz sahipleri. Köylü halk, çiftçi, hayvancı ya da işçi veya köle olan atalarımızın üstünden nesiller geçmesine rağmen bugün biz hala orta sınıf veya alt sınıftayız. Herhangi bir kademe değişikliğimiz yok. Yalnızca şanslı azınlık ya da gücün etrafında bulunan avaneler eğer fırsat yakalayabilirlerse bu sıçramayı yapabiliyorlar. Ya da bir devrim, ayaklanma ve gücün el değiştirmesi sağlanabilirse bu değişimler gerçekleşebiliyor. Rusya’daki oligarkların yükselişi belki de buna en güzel örneklerden biri. Fakat değişmeyen tek şey, gücü eline alan, kurumları ve kuruluşları, şirketleri ele geçirenler bunu tekrardan aşağıdakilerle paylaşmak yerine kendi konumunu koruyabilmek için çaba sarf ediyorlar ve belki bunda haklılar da kendi açılarından baktığımızda.
Fakat bu değişiklikler, bir soy ağacının en üst tabakaya çıkabilmesi, en azından yeterince çaba ve azimle ancak birkaç nesilde gerçekleştirilebilecek oldukça düşük ihtimaller. Belki bununla ilgili bilinçsiz bir boş vermişliğimiz ve umursamazlığımız olabilir. Üstüne düşünülmesi gerek. Fakat bugün şirketlerin modern köleleri olarak çalışmaktan mutluluk duymak, bununla övünmek, anlamsız bir statü yarışına girip diğer kölelerin formeni olmaya çalışmak bir yandan da bu boş vermişlik durumuna aykırı eylemlerimiz.
Bu fiziksel köleliğimizin yanında bölümün başında giriş yaptığımız zihinsel köleliklerimiz belki de en kötüsü. Arzularımızla, yapay isteklerimizle, yanılsamalarımızla beslediğimiz en derin duygularımızın hırslarıyla, peşinden koştuğumuz bir bitiş çizgisi olmayan yarışta gibiyiz. Fiziksel kölelik mevzusunu çözdüğümüz sanırım son 100 yıldır bambaşka bir durumu keşfetmeye başladık. Yalnızca bedensel olarak zapt edilmiyoruz aslında. Bunun çok daha ötesinde, toplumun değer yargılarıyla, kurallarla, doğru olduğuna inanılan iyi bir hayat yaşama arzusuyla kendimizi kapattığımız bir hapishanenin içindeyiz. Ve genellikle bu kendimiz için ve bizim gibi olan toplumun geneli için kurduğumuz kurallar bütünü, değerlerimiz, daha çok fakir edebiyatı üzerine. Yoldan lüks arabayla geçen birini gördüğümüzde içindekine küfrediyoruz. Gücü ve zenginliği kötü ve elde edilmesi insanı kötülüğe sürükleyen bir ahlaki sorun olarak görüyoruz. Sefilliğimizi ve güçsüzlüğümüzü kutluyoruz. Erdemli ve haklı olmamızı bu temeller üzerinde kuruyoruz. Çünkü kurduğumuz bu zihinsel tatminlerle acı çekmekten kendimizi koruyabiliyoruz. Acı çekmeden yaşamak neye benzer? En kötü korkularımız ve duyduğumuz acı nedir mesela? İnsanlar genellikle temel olarak ölmekten korkar ve bu fikir acı verir. İnsanlar öleceğini bilen belki de tek canlı. Hayvanlar, köpek ve kediler bundan habersiz bir şekilde yaşıyor. Ölümü düşünmezler. Kaygılanarak bu konuda depresyona girmezler. Fakat biz genellikle zaman zaman, ölüm korkusuyla sarsılırız. Ve bu bilginin ışığında kendimize yeni bir ufuk çizgisi çekip hayatın anlamı üzerine düşünmeye başlarız. Bunu yapmakta amaç belki de nihai acıdan kaçmak için gerekli bir şey. Bu da bir daha ölüm hakkında çok fazla düşünmememizi sağlıyor belki de. Ve ölüm hakkında düşünmemek, insanların tekrardan öz bilincinden uzaklaşmasını, kendinden uzaklaşmasını ve bilinç halini belki de terk etmesine yol açıyor. Ve bu da tekrardan hayvanlara dönüştüğümüz anlamına gelir. Ve modern dünya, devletler, otorite, politika yapıcılar, sosyal demokratlar, insanın anlamını yüceltmeye çalışanlar; bizi bir daha bu acıyı hissetmek zorunda bırakmamak için, ölümden uzaklaştırmak için, bu düşünceden koparmak için elinden geleni yapıyorlar. İşte bu yaşayış şekilde belki de köle zihninin en açık hali. Ve köleliği terk etmek içi buna karşı çıkmak gerekiyor. Kendimizi insan olarak tutabilmemiz için buna ihtiyacımız var.
Tekrar ayaklarımızı yere basarsak ve daha anlaşılabilir kavramlar üzerinde durursak; iş hayatı çoğunlukla içinden hiçbir zaman çıkamayacağımız bir fare yarışına dönüşüyor. Aslında hep 3 sınıf olduğundan bahsetsek bile; genellikle yalnızca iki sınıftan ibaretiz. Çalışanlar ve işverenler. Şirketler ve işçiler. Krallar ve köleler. Devletler ve vatandaşlar. Hep iki sınıf var. Gücü elinde tutanlar ve gücü otoriteye teslim edenler. Efendiler ve köleler. Her gün anlamsız onlarca iş yükü altında, aydan aya maaş ödemesi bekleyerek, sabah neredeyse hava aydınlanmadan gittiğimiz iş yerinden akşam hava karardıktan sonra çıkarak ve yalnızca karanlıkta kendiyle baş başa kalabilen varlıklar olarak bu modern zincirlerimizden kurtulmayı çok fazla deneme cesareti barındırmıyoruz. Hatta çoğunlukla zincirlerin farkında bile olmuyoruz. Kölenin tanımı: kendi rızası dışında belirli bir ücret karşılığında çalışan kişi demek bugün sözlükten baktığımızda. İyi de neredeyse kimse kendi rızasıyla çalışmıyor ki! Ve genellikle bir asgari ücret üzerinden çalışmalarımızın karşılığı ödeniyor. Türkiye için sanırım bu oran %50 civarındaydı. Asgari ücret belirlemek çalışanların yaşam standartlarını belirlemek değil, yalnızca işverenlerin ve efendilerin ne kadar az ödeyebileceğini söylemek. Asgari ücret niteliksiz iş gücü demek ve en azından Türkiye’de çalışanların neredeyse yarısı, işverenler tarafından niteliksiz görünüyor demek bu aynı zamanda. En azından istatistiksel olarak. Ayrıca, genellikle aldığımız maaşlar yalnızca daha çok borç alabilmemiz ve sistemde verimsiz hale gelene kadar bulunabilmemiz için ayarlanmış bir gelir sistemine dönüşüyor. Yalnızca bir ev kredisi çekebilmek için, ya da bir araç kredisi kullanmak için çalışıyoruz. Sonrasında biraz düzen kurduktan sonra bizden sonraki gelecek jenerasyon için; çocuklarımız için harcamalar yapıp onları aynı kölelik sistemine hazırlıyoruz ve okullarda aynı zihinsel duvarların onlar için de örülmesine, içinde bulunduğumuz matrix’in dışına çıkmamalarına, çizginin hep bu tarafında kalmalarına özen gösteriyoruz. Sağlam iş, düzenli aylık maaş en sevdiğimiz güvenceler.
İstifa ettikten sonra şunu fark ettim, hemen hemen 1 yıl oldu ve yalnızca çalışarak, emek harcayarak elde edeceğim gelirden çok daha fazlasını hiçbir şey yapmayarak, sadece oturarak ortaklık paylarım üzerinden elde etmişim. Burada bir parantez açmak istiyorum tabi, özendirici bir amaçla söylemiyorum bunu. Sanırım biraz daha derine indiğimizde anlatmak istediğimi daha iyi anlatabilirim. Bazı günlerde eşimle ortak yönettiğimiz portföyde günlük olarak bile çok ciddi artışlar görüyoruz. Peki neden böyle? Biz bir değer üretmedik. Aslında fabrika da, bu 1 günde bu değeri üretmedi. Fakat finansal piyasalar işte bu denklemlerle çalışmıyor. Aynı fabrikada çalışan işçi, ustabaşı, şef, müdür; benim anında gördüğüm veya bazen piyasanın gecikmeli algılamalarına göre gecikmeli olarak gördüğüm bu değer artışlarını kendi maaşlarında göremiyorlar. Yılda genellikle bir defa pazarlık gücü olan maaş artışlarında çoğunlukla patronun verdiğiyle yetinmek durumunda kalıyorlar. Gerçi son dönemde enflasyon etkisiyle birlikte yılda birkaç kez maaş güncellemesi yapılmaya başlandı fakat yeterli değil. Ürünlerin fiyatları maaşlardan çok daha hızlı bir şekilde yükseliyor. Çalıştıkça, bu kölelik sistemi içinde kalıp emek ve enerji harcadıkça; elde edilen karşılık her zaman daha da düşüyor. Fakat diğer tarafta bir hissedar, yalnızca oturarak, belki şans eseri; belki iyi bir araştırma etkisi, doğru bir şirkete ortak olduğunda; bunun mükafatını çoğunlukla çalışanlardan daha iyi bir şekilde elde ediyor. Hangi oyunun içinde olduğumuzu iyi anlamamız gerekiyor bu yüzden.
Şirketler, otorite; emek ve enerji harcayanları değil; sermayeyle ortaklık ilişkisinde olanları ödüllendiriyor. Tabi enflasyonla birlikte bu sene borsada çok ciddi yükselişler gördük ve birçok kişinin portföylerinde inanılmaz büyümeler oldu fakat, bu yine de gerçeği değiştirmiyor. 20 sene bir fabrikada çalışıp emekli olununca yalnızca hayatını idame ettirebilecek kadar bir emekli maaşıyla bir daha hatırlanmamak üzere unutulmak yerine, 20 sene aynı fabrikanın tabi halka açıksa hisse senetlerini biriktirmek inanılmaz bir fark yaratıyor. Sermayenin bu katlanarak artan gücü aynı zamanda çalışanların elindeki pazarlık etme yeteneklerini de alıyor. Çünkü bu güç dengesi bozuldukça; daha fazla asgari ücretli çalışanlar görmeye başlıyoruz. Belki bunun sebebi niteliksiz olmamızdan kaynaklanıyor olabilir ya da herkese yetecek kadar iş olmadığından olabilir. Fakat bu denge bozuldukça ve yerimize çalışmak için hazırda bekleyen binlerce kişi olduktan sonra, iş gücünün daha da ucuzlamasını engellemek mümkün değil. Çalışan ve işveren sözleşmeleri bundan 500 yıl önce yapılan köle-efendi sözleşmelerine dönüşüyor tamamen. Ve bazen kendimi, 500 yıl önce transatlantik köle ticareti yapan deniz şirketlerinin hisselerine ortak bir sermayedar olarak hissediyorum. Köleliğin yalnızca rengi değişti sanki ve sadece siyahi olanlar değil, diğer tüm renkleri kapsaması sağlandı modernize edilerek. Ve dediğim gibi, bunu bir edebiyat yapmak için değil; içtenlikle söylüyorum ve maalesef, sermaye ya da kapital, adına her ne diyorsak, onun gücünü kullanmadan yalnızca iş gücüyle sadece birer köleden ibaretiz.
19. yüzyılda özellikle artık bu aleni köle efendi ilişkisi terk edilmeye başlandığında; ücretli işçilik kavramı doğmaya başladı. Ondan çok daha öncesinde de kölelerine iyi davranan, onlarla ilgilenen ve nazik olan efendiler vardı. Bu değişiklik sonrasında da iyi ve nazik iş verenler her zaman oldu. Endüstriyel devrim ve aradan geçen belki 150-200 yıl sonra da hala iyi niyetli ve kibar, çalışanını düşünen işverenler var olmaya devam ediyor olabilir. Fakat bu iyilik, aradaki ilişkinin gerçekliğini kapatamaz. Çözüm elbette kimse çalışmasın, tüm fabrikalar tüm üretim bantları dursun değil tabi ki. Fakat oldukça yanlış giden birçok şey var. Sadece çözmüş gibi yapıyoruz bu problemleri. Aynı zamanda yalnızca otoritenin izin verdiği kadar bir serbestlik içinde hareket ediyoruz. Yalnızca düşünmemiz istenen şekilde düşünmek için yetiştiriliyoruz. Belki de bu konuda bir çözümüm olmadığı için sermayedar ve kapital sahibi olmaya çalışarak denklemin diğer tarafına geçmeye çalıştım. Çünkü eğer denklemin bu tarafında değilseniz, yalnızca bir köle formeni oluyorsunuz yeterince yükselince. CEO seviyelerinden bahsediyorum. Efendi olan şirket ve tüzel bir kişilik ve altında genel müdür ana formen, onun altında usta başı, kalfa ve düz köleler geliyor. Ve bu basamaklardan yükselebilmek için iyi niyetli olmamanız gerekiyor genelde. Ya gerçekten kötü birine dönüşmelisiniz ya da düz köle olarak kalmaya devam etmek durumundasınız. Sanırım yeterince kötüleşmeden çıkmaya çalışmak için elimden geleni yaptım.
Tüm bu problemleri çözebilmek için, daha iyiye, etik olana ve eşitlikçi bir topluma ulaşabilmek için çok uzun bir süredir teoriler üretiyoruz. Sosyalizm, kapitalizm ve birbirinden farklı ekonomi teorileri. Fakat işler düzelmeye yakınlaşmadı bile. Belki de daha da kötüye gidiyor. Piyasalarla ve ekonominin genel durumuyla ilgili çok büyük yanılgılar içindeyiz. Ekonomi ve piyasaların oldukça efektif bir denge içinde hareket ettiğini düşünüyoruz fakat öyle değil. Özellikle ekonominin yalnızca matematiksel bir denklemle kurularak bunun üzerinde oynamalar yapmak en büyük yanılgılarımızdan. Mesela, asgari ücret artarsa, maaşlar genel olarak artarsa; işsizlik artar diyebiliyoruz. Ya da faizler yükselirse enflasyon düşer veya tam tersi. Fakat insan faktörünü ve irrasyonel karar alma durumlarımızı, duygu ve arzuları tamamen denklemin dışında bırakmak her zaman için beklemediğimiz bir sonuç doğmasına sebep oluyor. Piyasa efektif çalışmıyor. Ekonomi bir denge durumunda hareket etmiyor. Belki de bunun nedeni sürekli olarak müdahalelerde bulunmamızdan kaynaklanıyor bile olabilir. Fakat her halükârda, yalnızca pay sahiplerinin menfaatlerine ve çalışanların dezavantajlarına gelişmeler oluyor. Şirketler yalnızca kâr payı odaklı çalışmak durumunda ve hissedarlar maksimum verimi istiyorlar. Bunun karşılığında mesai yapmak zorundayız. Hissedarlara daha fazla kâr payı kazandırabilmek için; daha sıkı bir kontrol altında köleler verimli bir şekilde çalışmalı.
Yine modern köle tanımına tekrar dönersek; hatta köle tanımını tekrar yaparsak, zorunlu bir şekilde bir ilişkide bulunmak diyebiliriz. Kendi isteği dışında ve başka bir otoritenin etkisi altında yer almak. Basitçe köleliğin en geniş tanımı bu. Bir eşya gibi aynı. Ya da bir araç, bir nesne, organizasyonun bir uzvu, parçası olmak gibi. Kendi isteği yoktur böyle araç gereçlerin. Yalnızca kullanılmak üzere bir işlevleri vardır. Bunu ilk fark etmemi sağlayan şeylerden biri, sanırım 2017 yılındaydı, şirket içi bir transfer durumu gerçekleşti. Çalıştığım şirket büyük bir grup şirketinin bir parçası olarak; çalıştığımız bölümü grubun başka bir parçasına devretti. Yaptığımız iş aynı ve sadece bazı yer değişiklikleri ve bazı terfilerle, yalnızca grup şirketleri içinde isim değiştirip bir transfer gerçekleştirdik. Aynı bir araç gibi, bir alet ya da bir parçanın uzvu gibi; el değiştirdik yani. Bir şirketin defterinden, başka bir şirketin defterine aktarılan birer araçtan ve ruhsuz isimlerden ibarettik sadece. Bir sabah başka bir tüzel kişilik için çalışırken, ertesi sabah başka bir tüzel isim için çalışmaya başladık. Köle pazarlarında kendi rızası dışında satılan köleler gibi aynı. Bizim fikrimiz veya düşüncemizin, bu değişikliği isteyip istememizin bir önemi yoktu. Ayrıca olsa bile, buna itiraz etsen bile bu transfer gerçekleşecek ve sen yalnızca işi bırakabilirsin. Peki, işi bırakacak durumda değilsen, çalışmak zorundaysan, bu seni ne yapar? Üstüne düşünülmesi gereken hayatın içinden bir örnek. Ayrıca bu durumdan rahatsız olmayanlar da olabilir. Bu yeni değişiklik ve yeni tüzel kişilik, yeni efendi, belki eskisine göre daha iyi olabilir değil mi? Çalışanlarına daha iyi davranabilir, belki arada bonus primler verir. Belki yıl sonu ikramiyeleri ve yardımlar olur değil mi? Köle olduğunun farkında olamayanlar için bir fırsat bile doğabilir kendilerini yeniden gösterebilmek için. Yeni efendilerine, yeni tüzel kişiliğe ya da patrona, kendini tekrardan kanıtlaması için kaçırılmayacak bir fırsat. Fakat asıl mutlu olanlar kimlerdir? Şirket ortakları. Belki bu şirket halka açık borsada işlem gören bir şirket olabilir ve kap haberini gördüğünüzde şirketin büyümesi ve bu yeni değişiklik bir ortak olarak size oturduğunuz yerden büyük bir zevk verebilir. Yani belki de efendiler; tüzel kişilikler ve şirket ortaklarıdır. Çünkü ortaklar, en azından kendi rızalarıyla orada bulunuyorlardır ve istedikleri zaman terk edebilirler. Bu da onları köle olmaktan çıkaran en önemli özellikleri olabilir.
Ve belki de bu durumun böyle olması da gerekiyor olabilir. Yani en azından köle ticareti hem sözleşmelerle ve yasal yükümlülüklerle, kanunlarla korunuyor günümüzde. Hem de adalet sistemi belki de artık köleleri kayıracak yönde düzenleniyor en azından. Ayrıca bir de, birkaç çeşit köleden de söz edebiliriz. Doğal köleler ve gerçekten zorunda kalanlar olarak ikiye ayrılabilir bu grup. Belki de doğuştan köle, ya da doğal bir kölenin bu şekilde olması onun için en iyisi de olabilir. Ya da onlara göre bu mantıklıdır. Hatta bundan daha farklı bir kapasiteleri olmadıklarının farkında da olabilir bazıları. Ya da en azından öğrenilmiş bir çaresizlik içinde cesaretlerini kaybetmiş de olabilirler. Hatta belki de serbest kalmaları, onların köleden de daha kötü bir duruma düşmelerine bile neden olabilir. Ya da tekrardan daha kötü şartlarda başka bir efendiye veya tüzel kişiliğe köle olmak için dönmek zorunda kalabilirler.
Diğer bir grup, borç köleliği yapanlar olabilir. Belki de en eski hikayelerden biri, inanılmaz bir şekilde binlerce yıldır devam ediyor. Antik dönemden beri insanlar borçları karşılığında zorunlu bir şekilde kendilerini köle olarak çalıştırarak borçlarından kurtulma yollarına gitmişler. Bugün hala geçerli bir durum ve belki de çoğunluğu kapsayan bir gerçek. Fakat modern zamanda ufak bir değişiklikle devam ediyor. Borç köleliği, neredeyse sonu gelmeyen bir oyun. Çünkü finansal sistemin kendisi borç üzerine kurulu artık. Bütün önemli ihtiyaçlarımız için borçlanmak zorundayız. Barınma, ulaşım ve hatta gıda için bile borçlanmak neredeyse şart. Artık herhangi bir arazinin etrafını çevirip mülkiyet hakkımızı kendimize veremiyoruz. Ya da bir hayvanın üstüne atlayıp ulaşım problemimizi çözemiyoruz çünkü dünya değişti. Avlanmıyoruz, artık çiftliklerde yetişen hayvanları tüketiyoruz ücretini ödeyip. Her şey daha iyiye giderken; nasıl her şey bu kadar kötüye gitmiş olabilir? Belki de kişisel olarak algılayamadığım en büyük problem de bu. Temel ihtiyaçlarımız haricinde daha da kötüsü, tüketime olan dindirilemez açlığımız. Kredi kartları bunun çok güzel bir çözümü olarak hayatımıza girdi ve zincirlerimizin daha sıkı bir şekilde sıkılmasını sağladı. Tüm bu ihtiyaçlar ve ihtiyacımız olmayanlar sebebiyle büyük bir çoğunluğumuz borç köleliği yapmak zorunda.
Ve paranın icadıyla birlikte, finansal sistemlerin, ekonomilerin gelişmesi ve büyümesiyle birlikte kölelik sistemi de ilk icat edilişine göre oldukça değişti. İlk yazılı kayıtlardan Hammurabi kanunlarına baktığımızda bahsedilen kuralların neredeyse büyük bir çoğunluğunun kölelik üzerine olduğunu görebiliyoruz. Bugün hukuk sistemine baktığımızda yine iş kanunun büyük bir alanı kapsadığını görebiliriz. Nasıl başladığını ve nasıl devam ettiğini genel olarak bu geniş pencereden görebiliyoruz ve bu açıdan değerlendirildiğinde belki de insanlık tarihinin bir gününün bile kölelik olmadan geçtiğini söylemek mümkün değil. Elbette hiçbirimiz köle olmayı aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz ve duygusal olarak baktığımızda köle sahibi olmayı da istemiyor olabiliriz. Belki de özellikle son 200-300 yıldır ekonomik anlamda gelişmelerin, her politik iyileştirmenin ve hukuki ilerlememizin bu durumun önüne geçmek için yapıldığını da söyleyebiliriz. Fakat hala bir konsept olarak değerlendirdiğimizde, bir kavram olarak ele aldığımızda neredeyse hiçbir ilerleme kaydedilmediğini de düşünebiliriz. Roma İmparatorluğu yaptığı genişlemeler ve fetihlerle birlikte köle ticareti üzerinden ve yağmacılıkla elde ettikleri zenginliklerin üzerinden yükselirken; bugün aynı şekilde farklı bir yöntemle, gelişmiş ülkelerin petrol ve enerji üzerinden benzer bir motifle hareket ettiğini kabul edebiliriz. Bugün artık fiziksel olarak bir işgal ya da el koyma, sahiplik elde etme görmesek bile; hala ülke bazında koloni sistemi bile devam ediyor. Ya da en azından ekonomik olarak kaynakların ele geçirilmesi ve aynı zamanda insanların da bu süreçte yalnızca bu ekonomik savaşta birer girdi malzemesi olarak rızaları dışında zorunlu bırakılarak kullanılması devam ediyor. O yüzden bu açıdan değerlendirdiğimizde, her türlü daha özgürlükçü gelişmelere karşı; bir şekilde modern kölelik sistemi kendine yeni açıklar bularak bilincimizi, iş gücümüzü, emek ve enerji harcama yeteneğimizi sadece daha süslü isimlerle kontrol etmeye devam ediyor.
Ya da belki de tüm bunların daha kısa bir açıklaması, gerçekten bir simülasyon içinde olduğumuz ve hiçbir şekilde özgür irademiz olmadığıyla, doğuştan ya da yaratılıştan bir köle olduğumuzla da açıklanabilir. Gözlerimizin önüne çekilen bir perde ya da izlemek zorunda bırakıldığımız, önünde zincirlerle bağlandığımız bir mağaranın duvarına bakıyoruzdur. Belki en büyük hapishanemiz, beynimizin içindedir ve birinin kapımızı tıklatarak bizi uyandırmasını bekliyoruzdur.