Artık asıl konuya giriyoruz yavaştan. İlk başlangıç bölümünde biraz değindiğim finansal özgürlük kavramını şöyle enine boyuna iyice bir konuşalım istiyorum bugün. Bu bölümden önce ama, bundan önceki 7 bölümü bitirmek bana göre çok önemli. Çünkü bu noktaya gelene kadar geçmemiz gereken düşünce biçimlerinin büyük bir kısmını işlemeye çalıştım önceki bölümlerde. Zaten ilk bölümde dediğim gibi tüm bu bölümler büyük bir girişin önsözü gibi aslında. Aynı sayfada olmak adına, birbirimizi daha iyi anlayabilmek için, önce diğer bölümleri öneriyorum o yüzden. Ayrıca sosyal medya üzerinden ve mail üzerinden ulaşıp çok güzel yorumlarını ileten herkese tekrar teşekkür ederim. Bunu hep söylerler ve bana çok klişe gelirdi ama ne zaman bir mail gelse; tekrar yeni bölüm hazırlamak için çok ayrı bir motivasyon veriyor sizden gelen yorumları okumak.
Artık nerdeyse 2 aydır hazırlığını yaptığımız konuya girelim. Finansal özgürlük nedir, ne değildir. Bu konuyla ilgili bu bölüm başlangıcımız olacak, ilerleyen zamanlarda tekrar ziyaret edeceğiz bu başlığı. İleride yeni bölümler de mutlaka olacaktır bu konu üzerine, çünkü benim asıl çevresinde dönüp durduğum şey bu zaten. Finansal özgürlüğü kısmen kazandığımı söylüyorum hep kendi adıma, bu şekilde 7 ay önce işimi bırakabildiğimi anlattım ilk bölümde. Kısmen diyorum, çünkü belki özgürlüğün bir sınırı yok, belki de hedeflediğim noktanın biraz altındayken bu adımı attım, belki de nakit akışı güvencem bu kararı almama yardım etti veya tüm bunların hepsi. O yüzden de kısmen diyorum. Nasıl yaptığımla ilgili zaten konuştuk daha önce. Hisse senedi yatırımlarım var, 1-2 ek gelir modelim var, ayrıca çok iyi bir dönüş beklediğim arsa yatırımım var. Evle ilgili bir kaygım yok. Yatırımlarıma göre borcum yok denecek kadar az. İşte tüm bunların verdiği güvenceyle birlikte belki de tetiği bir tık erken çektim ama harekete geçmek de çok önemli. Fare yarışından kaçış için bir fırsat gördüm ve bunu değerlendirmekten çekinmedim. Yabancılar buna FIRE hareketi diyor. Finansal Özgürlük ve Erken Emeklilik yani açılımı.
Buradaki erken emeklilik kısmına biraz girelim önce. Sonrasında finansal özgürlüğümüzü nasıl kazanabiliriz onu konuşmak istiyorum. Sonunda yine emeklilik kısmına girip bağlarız konuyu. Akla gelen ilk soru finansal özgürlüğü kazanınca, yani kendi kendini erken emekli edince ne olacak? Evde yan gelip yatılacak mı sorusu. Aslında hiçbir şekilde bunu kastetmiyor bu fikrin ana temeli. Emeklilik kavramı zaten bana biraz garip geliyor. Yani bana göre bir tek hayattan emekli olmak var, o da ölüm. Onun dışında insan kendini sürekli geliştirmeli, yeni şeyler öğrenmeli ve gezip tozmalı, yeni şeyler denemeli belki de. Biz emeklilik kavramını belki de çok yanlış anlıyor olabiliriz. Çalışmadan, üretmeden veya düşünmeden yaşamak mümkün mü? Düşünmek diyorum, çünkü önce düşünerek belki bir fikir geliştiririz, onun üzerine üretime geçeriz ve bu bir çalışma biçimi olur. Fakat asıl mesele ne için çalıştığını anlamak. Yani kendin için mi çalışıyorsun, yoksa başka biri için mi çalışıyorsun? Bir de emeklilik hayali kurmak bana göre hayattan da erken emekli olmak anlamına geliyor. Ve bu şekilde bir emeklilik biçimi aslında bize çalışma hayatımıza başlamadan çok daha öncesinde pompalanmaya başlanıyor. Belki de bu yüzden çok tembel bir milletiz. SGK ile ilgili de belki çok garip sayılabilecek fikirlerim var ama günümüzde bunları açık bir şekilde konuşmak bile tehlikeli. Ama kısaca şöyle söyleyebilirim, şu anda uygulanan mevcut SGK sistemi tüm emeklilerin sadece yan gelip yatması ve katma değer bir şey üretmeyi geçtim, katma değer üretmeye çalışanların üzerine bir yük olarak yüklenmesi olarak görüyorum. Bugün kripto piyasalarda aynı bu sistem temelinde karşımıza bir kripto varlık çıksa, projeyi incelediğimizde çok rahat bir şekilde ponzi sistemi olarak değerlendirirdik. Sosyal Güvenliğin geçmişine baktığımızda da aslında çok yakın zamanlara ait bu sistemin kurulması.
Ve Şansölye Otto Van Bismarck giriş yapıyor. 1890’lara gelirken Alman Şansölye Bismarck bu fikri hayata geçirdi. Sosyal sigorta yaklaşımında ana fikir olarak çalışanların kazançlarından kesilen ve bir havuzda toplanan primlerden oluşuyor. Aslında iki çeşidi var bunun. Biri direkt vergi üzerinden sigorta, diğeri prim üzerinden sigorta. Günümüzdeki modelleme de bu ikisinin karışımı gibi bir şey. Bismarck 19. Yüzyılın sonunda bu prim sistemini hayata geçirdiğinde maaşlardan yapılacak kesintiler, 70 yaşını aşkın ve çalışamayan kişilere bağlanacaktı. Çok radikal bir fikir zamanına göre ama enteresan bir nokta var bu dönemle ilgili. Emeklilik prim hakkı 70 yaş üstüne sağlanırken; ortalama yaşam süresi 44 yıl olarak görünüyordu. Çok garip değil mi? Hadi diyelim biraz şanslısınız ve oldukça da sağlıklı beslendiniz, ortalama yaşam süresinin belki 10 yıl, 15 yıl fazlasını yaşadınız. Toplumun %1’inin belki girebileceği bir kategoriye yani 70 yaş üstüne bağlandı ilk sosyal sigorta. Ve günümüzde bizim ülkede uygulanan sosyal sigorta yaklaşımı zaten direkt olarak Almanya’dan alınıp ufak düzeltmelerle hayata geçti. Emeklilik fikri bu şekilde hayatımıza girdi yani. Bunu detaylıca bir düşünün isterim. Emekliliği tembel bir şekilde yatıp başkaları üzerinden ve hiçbir katkı sunmadan yaşamak olarak düşünüyoruz. Emeklilik primleri, babadan eşe; eşten kız çocuğuna aktarılıyor. 50 yıl önce bağlanmış bir emeklilik hakkını bugün hakkın sahibinden başka biri kullanıyor olabiliyor mesela. Belki biraz direkt konuşuyorum ama kafamızdaki emeklilik fikri aşağı yukarı bu ve bunları; önce kendimize itiraf etmeden ilerlememiz ülke olarak da pek mümkün değil. Bu yüzden ben SGK’nın bana sunacağı emeklilik sistemine de güvenmiyorum. Kendi emekliliğimi kendim yaratmaya çalışıyorum. Ve bunu üretimden de çıkmadan yapmak istiyorum. Ne yani ömrümüzün sonuna kadar çalışalım mı o zaman dediğinizi duyar gibiyim. O yüzden baştan söylemiştim, önce sormanız gereken soru; kendimiz için mi çalışıyoruz yoksa başka biri için mi çalışıyoruz sorusu. Kendin için çalışmak illaki bir iş yeri ruhsatı alıp; çiğ köfteci veya 3. nesil kahve zinciri açmak değil aslında. Ben bu soruya cevap verebilmek için kendime çok basit bir soru soruyorum. Zamanımı ben mi yönetiyorum yoksa benim adıma başka biri mi benim zamanımı yönetiyor? Temeli bu kadar basit bir noktaya dayandırabiliriz aslında. Çünkü finansal özgürlük, zaman yönetiminizi kendi elinize almak bana göre. Eğer siz bu konuda son söz sahibi değilseniz; bu sizi bir finansal köle yapar. Çok net bu. Babil’in En Zengin Adamından; Zengin Baba Yoksul Baba’ya kadar bu konuyu işleyen o kadar çok kaynak var ki; hepsi de çok değerli. İleride yine bazı kitap içerikleri yaparız zaten. Bu sebeplerden finansal özgürlük konusuna net bir giriş yapmadan önce, başka podcast’ler yapma ihtiyacı hissettim. Bu noktaya gelebilmek için, yani finansal köle olduğumuzu anlayabilmek için önce bazı gerçekleri görmemiz gerekiyor çünkü. Paranın nasıl çalıştığını, piyasaları hareket ettiren şeylerin ne olduğunu, yatırım yapmanın bireysel manada ne anlama gelmesi gerektiğini biraz anlamamız gerekiyordu. Tüm bu temellerin üzerinde, benim için kişinin kendi zamanını yöneterek finansal bağımsızlığını yani finansal özgürlüğünü ilan etmesi gerekliliğini kavraması geliyor. Yatırım yapan toplumlardan daha çok harcama yapan toplumlara evrildik çok uzun bir süredir. Ve bunun sebeplerine de parayı incelediğimiz bölümde daha detaylı girmiştik zaten. Bunu burada da kısaca şöyle özetleyebiliriz: para bir değer saklama aracından çok; bir harcama aracına dönüştü çünkü. Mesela hala evinde kumbara kullanan var mıdır acaba? Özellikle aşırı enflasyon altındaki bizim gibi ülkelerde bunu çok daha net görebiliyoruz. Ve bu harcama alışkanlıklarımızı düzeltmek de gerçekten çok zor ve bazen de mümkün olmuyor. Çünkü enerjimizi ve zamanımızı ileriye yönelik ihtiyaçlar için saklamak istediğimizde para birimleri bizim bunu yapmamıza izin vermiyor. Bununla ilgili çok çarpıcı bir video izlemiştim. Amerika’da kayıp değerli eşyalarınızın bulunmasına yardım eden bir adam bir gün bir aileden telefon alıyor. Evlerinde ailelerinin çok uzun süredir oturduklarını, evin de çok eski olduğunu 4-5 nesildir evin kendilerinde olduğunu anlatıyor. Bu evde şu anda yaşayan ailenin dedelerinin babası eve çok büyük bir hazine saklamış. Zaten adamımız da bu tip değerli kaybedilen şeyleri bulan bir şirketin sahibi ve bulduğu şeyler üzerinden komisyon alarak çalışan birisi. Tabi bulmak derken bu bizdeki gibi mistik güçlerle yapmıyor bu işi, adamın 50 çeşit dedektörü ve bir çalışma stili var. Neyse sanırım 3-4 gün evi arayıp taradıktan sonra çatı katında ahşap zeminde çok iyi gizlenmiş bir kutu buluyor. Kutuda eski bir kilit sistemi var, bunu devre dışı bırakıp kutunun içine ulaştıklarında plastikle sarılmış 3-5 deste para buluyorlar ve bir de not vardı sanırım. 1960’larda saklanmış bu para. Birkaç yıl önce açıldı hatta bu kutu yani yaklaşık 60 yıldır saklanmış. Ve içinden çıkan para yaklaşık nakit olarak 40.000$ civarında. Şimdi gelelim konumuza, bu büyük büyük babamız bu parayı dolar değil de altın olarak saklasaydı orada? Veya bir hisse senedi alıp nesilden nesle aktarsaydı bunu? Çünkü aile yıllardır kendi aralarında bu hazineyi öyle efsaneleştirmişler ki, o saklanan paranın o dönem çok büyük bir malikane bile alabilecek güçte olduğunu birbirlerine anlatıp durmuşlar. Kutunun içinde 40.000$’la karşılaşınca tabi büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. O dönem büyük bir malikane alabilecek bir paranın bugün neler neler alabileceğini hayal edip durmuşlar çünkü. Nereden bilsinler büyük büyük dedelerinin bu serveti dolar olarak saklayacağını. Enflasyon ortalamaları hesaplandığında o dönemki 40.000$ şu anda 400.000$’ın alım gücünde hemen hemen. Fakat bu parayı altın olarak saklasalardı; o dönem altının onsu 35$ civarında, yani ellerindeki 40.000$’ın şu anki değeri 2 milyon $ olabilirdi. Parayla ilgili zaman tercihimizi işte çok net açıklayan bir hayal kırıklığı bu. Ve bunu dolar cinsinden örneklendirdik. Elinizde daha değersiz bir parayı 60 yıl tuttuğunuzu düşünün yani bir. Yok vazgeçtim aslında düşünmeyin, çünkü düşündüğünüz para 60 yıl içinde tedavülden bile kalkmış olabilir. Kâğıt paralar, arkasındaki teorileri gereği, çok ciddi bir şekilde arkasında gerçek bir değer olmadan şişirilip zamanı geldiğinde de patlıyor ve piyasadan siliniyor birçoğu. Ve bunun sonucu olarak harcama üzerine kurulan parasal sistemlerin; birim bazında birikim yapmamıza izin vermeyip, bu şekilde kurulmuş olan sosyal sınıf sınırlarının bozulmasını engelliyor. Birikim yapmanın önünü kestikçe de insanların bu illüzyon içinde kalması sağlanarak özgürlüklerine kavuşmasının engellenmesi sağlanıyor. Yani finansal özgürlüğünüzü kazanabilmek için birikim yapmanız yeterli değil. Sistem böyle çalışmıyor. Dönem dönem; belki 10 yıllarda 20 yıllarda bir, sınıf çatışmaları daha şiddetli bir şekilde kendini gösteriyor ve bu noktalarda alt sınıfların elindeki bazı haklar belki çok az da olsa genişletilerek düzen tekrar sağlanabiliyor. Bunu Nelson Mandela’da gördük. Martin Luther King’de gördük. Gezi Parkında da gördük. Sarı Yeleklilerde gördük. Fakat bu ekstradan kazanılan haklar bana göre sistem karşısında o kadar küçük detaylar ki; zaten tüm hararet yatıştıktan sonra düzen tekrar üst sınıfa doğru yanlamaya başlıyor. Yozlaşma böyle bir şey işte. Bu yüzden bitcoin çok önemli. Forbes’da uzun süre önce bir makale vardı; “Her Tarafımızdaki Yozlaşmış Hükümetlere Karşı Neden Bitcoin Sessiz Bir Protesto” ismiyle yayınlanmıştı. Açıklamalar kısmına bir linkini bırakırım onu bulup. Makalede geçen bir alıntı tweet vardı çok hoşuma gitmişti. “Bitcoin, insanlığı oligarklardan ve tiranlardan kurtarmak için, hızlı zengin olma planı gibi görünen bir araçtır.” diyordu twitte. Bu hızlı zengin olma iştahından dolayı bitcoin ne bir yatırım aracı ne de bir değer saklama aracı olarak görülmüyor. Tüm bu sebeplerden dolayı, kendi finansal bağımsızlığımızı elde etmek için, birikimlerimizi mutlaka yatırımlara dönüştürmemiz gerekiyor veya en azından enerjimiz karşısında kazandığımız değeri saklayabilmemiz gerekiyor. Bu noktada da ayrı bir hataya düşüyoruz. Ufak bir birikim yaptığımızda karşı koymakta zorlandığımız dürtülerimiz ortaya çıkıyor. Daha iyi bir araba alalım, bu mahalleden bıktım daha iyi bir semte geçelim. Çocuğumuzu neden en pahalı okulda okutmuyoruz gibi yüzlerce dürtümüz gün yüzüne çıkıp yaptığımız birikimleri büyük harcamalarla eritip sıfırlıyoruz. Bir de genellikle aldığımız ev ve arabaları bir yatırım aracı olarak görmek gibi bir hataya düşüyoruz. Bir önceki bölümde bunun üstünde baya bir durmuştuk zaten o yüzden çok detaylı girmiyorum. Yani kısacası birikimlerimizi yatırımlara değil yükümlülüklere dönüştürüyoruz. Zenginler nakit akışlarını aktiflere dönüştürüp; bu aktifler üzerinden elde ettikleri bileşik olarak artan getiriyle varlıklar satın alıyor. Orta sınıf ve yoksul kesim nakit akışlarıyla kendilerine yükümlülük getiren şeyler alıp bunun birikimleri olduğunu düşünüyor. Aradaki en büyük fark da bu aslında. Ve yine buna çok güzel bir örnek iş dünyasında, çalışanlar üzerinde kullanılıyor. Bize sorumluluk verildiği algısı yaratılıp aslında yükümlülükler veriliyor. Patron ve işveren arasındaki ilişkiyle; zengin ve alt sınıf arasındaki ilişki birebir aynı; çünkü bu iki grup iş dünyasında da, sosyal hayatta da aynı matematikle çalışıyor. Bu noktada işte bu sorumluluk algısından kurtulup aslında çalıştığımız ortamda sadece yükümlülükler sırtlandığımızı idrak edebilirsek; aynı şekilde hayatımızda da benzer bir sonuca çok rahat ulaşabiliriz. Ve bu fare yarışından kurtulmak için önümüzde çok büyük, 3 aşamalı bir problem var:
- Birikim yapabilme yeteneğimiz. Çoğunluğumuz daha ilk bu noktada zaten büyük zorluklar yaşıyor.
- Birikimleri yatırıma dönüştürebilme yeteneğimiz. Bu noktada da finansal altyapımız zayıf olduğundan yine problemler yaşıyoruz.
- Yatırımlarımızdan nakit akışı sağlayacak gelir yaratma yeteneğimiz. Bu kısma geçebilmek belki en zoru.
Babil’in En Zengin Adamından nasıl birikim yapabileceğimizi öğrenirken; Zengin Baba’dan da birikimlerimizi yatırıma dönüştürme ve bu yatırımlardan nakit akışı yaratmayı çok rahat öğrenebiliriz aslında. O yüzden bu iki kitabı bu bölümden önce yapmak istemiştim zaten. Büyük bir kısmımız bu aşamalardan daha ilkinde tıkanıp fare yarışının içinde kalıyor. Geriye kalan kısmımızın yine büyük bir bölümü 2. aşamada yatırım yaratma konusunda problemler yaşıyor. Çok küçük bir azınlık oyunu tersine çevirip fare yarışından kurtulmayı başarabiliyor. Bu kurulan oyunun ne olduğunu tam anlayamadığımızdan her gün nefret ettiğimiz işlere gitmeye devam edip; kendimizi kısa vadede tatmin edecek hediyelerle kandırıyoruz. Ama bir yandan da tüm istediklerimizi elde edemediğimizin de gayet farkındayız. Zamanımızın kontrolünü kendi elimize alabile isteği, finansal açıdan bağımsız olabilme dürtülerimiz hep bizimle. Peki neden bu isteklerimizi elde edemediğimizi konuşalım biraz. Hepimizin korkuları var. Başarısızlık korkusu, reddedilme korkusu, yeterli olamama korkusu… fakat bunların hepsinin bağlı olduğu ana bir sebep var. O da özgüven eksikliği. Boktan bir işte çalışmamızın, berbat bir vücuda sahip olmamızın veya istediğimiz parayı kazanamamamızın sebebi özgüven eksikliği. Hiç değişemememizin veya harekete geçemeyişimizin sebebi özgüven eksikliği. Peki nedir bu özgüvensizlik? Bir şeyi yapamayacağımıza veya yapılamayacağına olan mutlak çaresiz inancımız. Bu sebeple genellikle akıllı insanlar daha çok başarısız oluyorlar. Çünkü olası sonuçları değerlendirip, negatif ve pozitif sonuçları tartarak başarısızlığın hesabını yapıyorlar. Olası 10 sonuçtan 8 tanesi negatif göründüğünde akıllı bir insan genellikle harekete geçmez. Bu yüzden bence, cesaret, akıllı olmaya göre başarı yolunda daha önemli bir etken gibi. Akıllı insanlar, tüm negatif sonuçlara odaklanıp işlerin nasıl kötüye gidebileceğini tartarken; cesur insanlar da olumlu sonuçlara odaklanıp oraya nasıl varacaklarını hayal ederler. Akıllı bir insan aynı zamanda cesur olamaz demiyorum burada veya cesur bir insan akıllı olamaz. Demek istediğim başarıya giden yolda, cesaret akıllı olmaktan daha önemli gibi.
Konuyu dağıttık ama tekrar toparlamak için de bu da lazım biraz. Şu bahsettiğimiz 3 aşamayla ilgili konuşalım istiyorum biraz. Başlangıç, birikim yapabilmek dedik. Ve yine biliyoruz ki büyük bir çoğunluğumuz bu noktada çarkları çalıştıramıyor daha en başında. Bununla ilgili herkesin farklı bir oranda bir kuralı olsa da ana fikir önce kazandıklarının bir kısmını kendimize ayırmak. Kimisi buna 10’da 1 oranda diyebilir kimisi daha farklı bir oran. Ben bunu 3’te 1 oranda gerçekleştirmeye çalıştım hep. Kazancımın 3’te 1’ini önce kendime ayırdım. Kalanlarıyla borçlarımı ve giderlerimi karşıladım. Şöyle dediğinizi duyar gibiyim; e peki kalan 3’te 2’si borçlarımıza ve giderlerimize yetmiyorsa ne olacak? O zaman bir yerde bir problem var demektir bana göre. Ya olması gerekenden daha pahalı bir evde oturmaya çalışıyorsunuzdur, ya sahip olmanız gerekenden daha lüks bir arabaya binmeye çalışıyorsunuzdur, ya da diğer harcamalarınızı kontrol altına almaktan çok uzaktasınızdır. Ve genellikle benim gördüğüm bunun üçü birlikte oluyor. Hem daha pahalı bir evde oturmaya çalışıp, hem binmeniz gerekenden daha lüks bir arabaya binmeye çalışıp bir de üstüne kontrolsüz harcama içinde oluyoruz genellikle. Bunu görebilmenin en kolay ve sistemli yolu da çok ciddi bir aylık bütçe ve harcama excel dosyası tutmanız olabilir. Gelirlerinizin yüzde kaçını nereye harcıyorsunuz bunu görmek zaten dışarıdan birinin yardım etmesine gerek kalmadan bütün problemi kendi içinizde çözmenize yarar. Bu aslında hep konuştuğumuz bir konunun ürünü. Hayat enflasyonu deniyor buna. Yani geliriniz arttıkça giderlerinizin de aynı oranda hatta daha yüksek bir oranda artması durumu. 10 yıl önce de ay sonunu zor getiren biri; eğer 10 yıl sonra da ay sonunu zor getiriyorsa; problemin tabii ki bir kısmı özellikle bizim ülkemizde enflasyon olabilir ama ana problemin kendine uyguladığı hayat enflasyonu olduğunu da mutlaka görmesi gerek. Hep duyarız, 10 bin de kazansan, 20 bin de kazansan, harcamaların da ona göre olur. Evet, eğer sen buna izin verirsen öyle olur. Diyelim ki bir iş değiştirdiniz ve yüksek bir maaş zıplaması yaptınız. 10 binden 15-20 bin liraya zıpladınız aylık maaşta bir anda. İlk yapılacak şey ya evi ya arabayı değiştirmek oluyor. Ya da bunlardan da kötüsü tüketim harcamalarında ciddi bir zıplama yapılıyor. Bütün kazandığınız tecrübelerinizin ve emeğinizin karşılığında iyi bir maaş elde edebilmek de yeterli olmuyor. Çünkü daha farkına bile varamadan bu aradaki kazanç farkını kapatıp yine ay sonunu zor getirecek bir hale çok hızlı bir şekilde sokabiliyoruz kendimizi. Fakat şöyle yapsak mesela? Böyle bir iş zıplamasında bu ciddi gelir kazancımızı önceki standartlarımızı bozmadan yatırıma yönlendirsek mesela? Ve bunu birkaç yıl disiplinli bir şekilde yapsak. Düşünsenize 1.5 veya 2 katı maaşa çıkıp bu farkı biriktirdiniz. Sadece bu bile daha önce yılda 2 kat veya 1.5 kat fazla çalışmanızı gerektirecek bir ek kazançtı. Bu tarz dönemlerde bunu çok rahat kendi adımıza bir fırsata çevirebiliriz halbuki. Önce kendimize ödeme yapabiliriz kolayca. Tabi bunun dışında daha garantici olup böyle iş değişimlerine gitmek istemeyecek olanlar için de yine benzer şeyler geçerli aslında. Önce gelirlerinize göre harcamalarınızın karşılaştırmasını yapmak gerek. Ve problemli yerleri tespit edip bu harcamalarınızı düşürmeniz gerek. Ve ana mantık, önce kazancınızın 3’te 1’ini veya mümkünse en azından 10’da 1’ini kendinize ayırmak. Çarkın dönmeye başlaması lazım. Başlangıçlar her zaman zordur ama bunu yapmak zorundayız. Bu şekilde gelirimizi daha az gibi düşünüp harcamalarımızı da kalana göre düzenlemek daha kolay. Çünkü bilmek lazım ki diğer türlü şu anda kazandığınızdan %30 – %50 daha fazla kazanmaya başlasanız bile, bu birikim çarkını döndürmeye başlayamayacaksınız çünkü harcamalarınız da aynı şekilde artacak. Peki şu anda kazandığınızın %90 – %70 kısmını kazanıyor olsaydınız çok bir şey değişecek miydi hayatınızda? Bu soruyu sormak gerek. Bana kalırsa özellikle gelirin %10’unu önce kişinin kendine ayırması hayat standardında 0 değişikliğe yol açar. %30 kendine ayırmak belki biraz kısıtlamalar yaratabilir tabi. Charlie Munger’ın bu konuyla ilgili güzel bir sözü var: “İlk 100 bini biriktirmek çok zor ama bunu yapmak zorundasınız. Her yere yürüyerek mi gidip gelirsiniz ya da kuponlarla aldığınız yiyecekleri mi yersiniz, umurumda değil. Sadece ilk 100 bine ulaşmanın bir yolunu bulun. Daha sonrasında ayağınızı gazdan biraz çekebilirsiniz.” diyor. Başlangıç gerçekten de çok zorlu olabiliyor ve küçük portföyünüzün minik adımlarla büyümesini izlemek biraz da can sıkıcı gelebiliyor. İlk 10.000TL portföy büyüklüğüne ulaştığım ekran görüntüsünü hala saklarım mesela. Kendinize böyle hedefler koymanız gerekiyor. İlk 100, ilk 250, ilk 500, ilk 1 milyon. Ve bunların ekran görüntülerini de saklamanızı öneririm. Hem bir motivasyon kaynağı hem de nasıl yollardan geçtiğinizin bir kanıtı olarak tekrar dönüp arada bakmak iyi gelebiliyor. Özellikle piyasalardaki ciddi düşüş zamanlarında bu tip temellere odaklanmak çok önemli. Finansal özgürlük için birinci adım, birikim yapmaya başlayabilmek demiştik. İş hayatına yeni atılmış genç bir kuzenimle geçenlerde bir aradaydık. Fena bir maaş da kazanmıyor aslında, kurumsal bir firmada satış bölümünde. Primleri falan da fena değil. Fakat hiç para biriktiremediğini söylediğinde, ona tekrar aile kuralımızı hatırlattım. Tüm ailenin içinde, bizim ailenin kazandığının 3’te 1’ini kenara ayırma gibi bir kuralı olduğunu öğrenip öğrenmediğini sordum. Spor salonu aidatının çok yüksek olduğunu (3 aylık 2.000 TL gibi bir rakam veriyormuş) ve diğer beslenme için kullandığı takviyelerin çok pahalı olduğu gibi daha bir sürü şey anlattı. Tamam o zaman en azından %20 veya %10 gibi bir rakamla başla dediğimde hemen dayım itiraz etti, 3’te 1’inden azı olmaz diye. Yine de nasıl yapacağını da pek bilmiyor olduğundan önce kazandığı paranın bir kısmını kendine ayırması gerektiğini söyledim. Gözümün içine, kazandığım para zaten benim değil mi gibi bir bakış attı. Ben de ona kısacık kendi başlangıç hikayemi anlattım. Belki harcamalarını inceleyip, ilk önce kendine para ayırmanın önemini kavramıştır. Bu ilk başlangıç noktası çok önemli.
Bu adımdan ikinci aşamaya geçmek yine hiç kolay değil. Yani bir birikim oluşturdunuz, en azından aylık gelirinizin bir kısmını kendinize ayırıyorsunuz. Bunu kumbarada saklamanın ne kadar mantıksız olduğundan bahsettik zaten. Bu birikimleri yatırıma dönüştürebilme yeteneğini kazanmak yine çok önemli bir aşama. Bu noktada mesela ben ilk birikimlerimi bir araba alarak kullandığımda büyük bir hata yaptığımdan habersizdim. Ayda 2 tane cumhuriyet altını birikimi yapıyordum, hatırlıyorum bir tanesini 500 lira gibi bir fiyattan alıyordum. Çok da uzun bir süre olmadan hem altın fiyatlarının yükselişiyle hem de birikimlerimin üstüne tamamlayıcı bir krediyle ilk arabamı 25-26.000TL ödeyerek ikinci el aldım. Sıfır sayılır temizlikte ve kilometresi düşük, yeni modeldi. Sonrasında bunu aileme de aşıladım genelde sonraki araç alımlarımızı hep 15-20 bin km civarında en fazla 1-2 yaşında yeni sayılabilecek araçlar üzerinden yaptık. O dönemlerde henüz 2. el piyasası böyle çıldırmamıştı tabi. 2. el almak için çok uygun bir dönem olsa da yine de bunun bir hata olduğunu şimdi anlıyorum. Bunu hatta şöyle örneklendirmek istiyorum sadece konu içeriğine uygun olduğu için hisse ismini vereceğim. Örneğin 2012 yılında ikinci el sıfır ayarında bir Passat almak istediğinde 80.000TL gibi ödeme yapmak yerine; aynı paraya Doğuş Otomotiv’in hissesini almış olsaydınız ve şirketin ödediği temettüleri de tekrar hisseye yatırarak bileşik getirinin kendi kendine büyümesini sağlayan kar topu etkisini yaratabilmiş olsaydınız; bugün elinizde 2,5 milyon TL üzerinde bir değerde Doğuş Otomotiv hisseleri bulunacaktı. Başlangıç alımında elinizde 20 bine yakın lot varken bugün temettü geri yatırmalarıyla elinizde 36 bin adedin üstünde lot olacaktı. Geçen sene 5 liranın biraz üzerinde temettü verdi. Düzenli ve tahmin edilebilir bir temettü ödeme geçmişi olduğundan en kötü tahminle önümüzdeki sene de 6 lira veya üzerinde temettü vereceğini varsayarsak, elinize sadece 1 senelik temettü ödemesi olarak 200 bin liranın üzerinde bir kâr payı geliri geçecek demektir bu. Bu da eğer ciddi bir gelir-gider dengesizliği içinde değilseniz belki de sizi başka biri adına çalışmaktan kurtarabilecek büyüklükte bir yıllık gelir. Geriye dönüp baktığınızda çok basit bir karar gibi görünüyor aslında 80 bin liraya Passat mı almak yoksa aynı paraya Doğuş Otomotiv hissesi alıp, 10 yıl sonra finansal özgürlüğünüzü mü kazanmak. Aracı alırken bunun bir yatırım biçimi olduğuna kendinizi ikna edebilirsiniz. Birkaç yıl kullanıp veya belki uzun süre kullanıp o aracı satıp belki üstüne para koyup veya denk fiyatta başka bir araca geçersiniz. Hatta bugünlerde altınızdaki aracı sattığınızda biraz üşengeç davranırsanız birkaç ay sonra o paraya denk bir araç bile alamıyorsunuz. Bu enflasyonist ortamda insanlar bu şekilde hemen harcamaya itiliyor. Ve bunun bir yatırım şekli olduğu savunuluyor. Sadece verdiğim örnekle de değil, bunu çok çeşitli örneklerle kıyaslayıp her defasında hisse senedinin daha avantajlı olduğunu kendiniz inceleyip görebilirsiniz ama. Araç büyük bir harcama kalemi olduğundan bunu gerçek bir yatırımda değerlendirince çıkan sonuçlar da daha dikkat çekici oluyor. Bunu klima almak yerine veya televizyonu yenilemek yerine Vestel, Arçelik hissesi almak olarak da inceleyebilirsiniz. Yine tekrarlamak istiyorum; zengin insanlar varlık satın alır ve bu varlıklardan elde ettikleri gelirler üzerinden harcama yapar. Orta sınıf ve yoksullar yükümlülükler satın alıp, bu şekilde nakit akış dengelerini bozup ve borçlanarak giderlerini artırma eğilimine gider. Birikimleri yatırıma mı yoksa yükümlülüklere mi dönüştürdüğümüzün algılanması çok çok önemli bir detay. Çoğu zaman bunun farkına varmakta zorluk yaşadığımızdan dolayı zaten problem yaşıyoruz. Tam bu noktada çok önemli bir metrik var. Birikimlerin ne kadarının yatırıma dönüştüğünü anlatan bir metrik. Pasif gelirlerinizin ve portföy gelirlerinizin toplamının tüm gelirlerinize bölünmesiyle bulunuyor. Yani sen mi para için çalışıyorsun; yoksa para mı senin için çalışıyor sorusunun cevabı. Bu oran ne kadar yüksekse finansal özgürlüğüne o kadar yakınsın demek bir yandan da. Kendiniz için bu oranı hesaplar mısınız? Büyük bir kısmınızda bu oran çok yüksek ihtimalle %10 veya daha altında çıkabilir. Bu da portföy veya pasif gelirlerinizden ziyade çalışarak kazandığınız para ile yaşadığınız anlamına geliyor. Ev ve aldığınız arabayı yatırım olarak görmemeniz gerektiğini görebiliyorsunuz bu şekilde. Çünkü size göre bu varlıklar, bana göre yükümlülükler tabi, bunları pasiflerinizde tuttuğunuz sürece paranızın yüklü bir kısmı burada oturduğundan bahsettiğim oranı çok yukarı taşıma imkânı da mümkün değil. Elbette ev ve araba sahibi olmayın demek değil bu. Fakat Charlie Munger’ın o ünlü sözünü yine hatırlamamız lazım. İlk 100 bini yapana kadar hiçbiri önemli değil. Sonrasında ayağımızı gazdan çekip bu tarz pasifleri kendimizi daha rahat hissettiğimizde elde etmek gerekiyor. Peki birikimlerimizi nasıl yatırımlara dönüştüreceğiz? Tam olarak da bu konuyla ilgili Robert Kiyosaki’nin kitabını inceledik bir önceki bölümde. 7. bölüme mutlaka göz atmanızı öneririm. Yani kısaca bahsedersek Zengin Baba, Yoksul Baba kitabında bu aktifler olarak tanımladığı yatırımları 7 kategoriye ayırıyordu:
- Fiziksel varlığınızı gerektirmeyen işyerleri. Bu işletmeleri, işveren olarak başka yöneticiler üzerinden idare etmeniz gerekiyor. Eğer siz de tüm gün işletmenin başında durmak zorundaysanız, orası sizin yatırımınız olmaktan çıkar, işiniz olur.
- Hisse senetleri. Hisse senetleri üzerinden, özellikle düzenli temettü ödemesi yapan şirketler üzerinden bir gelir modeli yaratabilirsiniz. Bu konuya zaten detaylı gireceğiz çünkü benim ilgi alanıma giren yatırım çeşitlerinden birisi bu.
- Tahviller
- Gelir getiren gayrimenkul. Burada gelir getiren kısmının özellikle altını tekrar çizmek lazım, oturduğunuz ev bir yatırım değildir.
- Borç senetleri, bonolar
- Müzik, yazılı eser, patent gibi fikri içerik telifleri
- Değeri olan, gelir üreten başka ne varsa.
Robert Kiyosaki’nin bu net bir şekilde kategoriye ayırdığı yatırım çeşitlerinin üstüne bir de ben ekleme yapmak istiyorum.
- Kendine yatırım. Sağlığına, vücuduna ve özellikle beynine yatırım. Bilginin bileşik getirisi, öğrendikçe önünüze açılan yeni kapılardan geçip yeni şeyler öğrenme isteği, disiplinler arası kendini eğitme, kısacası öğrenme. Tüm bu kendine yatırımın bileşik getirisinin belki de Robert Kiyosaki’nin kategorize ettiği 7 yatırım çeşidinin toplamından bile önemli olduğunu düşünüyorum.
Babil’in En Zengin Adamı Arkad, oğluna servetini bırakmadan önce ona çok güzel bir ders vermişti, okuyanlar hatırlayacaktır. Oğluna bir kese dolusu altın ve bir de içinde bir not olan bir zarf vermişti. İkisini de al ve uzak bir diyara git oğlum, orada kendini kanıtla ve bana bu kese dolusu altını geri getir, ben de sana tüm servetimi aktarayım demişti. Zarfı da gösterip, ikisinden birini tercih etmesi gerektiğini söyleyince oğlu tabi hiç düşünmeden altınları tercih edip yola koyuldu. Yolda tabi bir sürü badireler atlatıyor. Hırsızlarla, dolandırıcılarla karşılaşıyor. Kalan altınlarıyla tam bir düzen kurdum derken yaptığı işi de batırıyor. Tamamen parasız kalıyor. Artık utancından ve babasının karşısına eli boş gitmek istemediğinden çaresiz bir duruma düşüyor. Sonra babasının verdiği zarf aklına geliyor, zarfı açıp okuduğunda, altını elinde tutmanın 5 kuralını anlattığını görüyor babasının. Önce bu zarfı açıp okusa belki de tüm servetini kaybetmeyecekti. Bu kurallar hep konuştuğumuz, paranın bir kısmını önce kendine ayır, lüks tüketim yapmak yerine harcamalarını yatırıma dönüştür gibi devam eden klasik kurallar aslında. Zaten zor olan da bu basit kısmı disiplinli bir şekilde uygulamaya çalışmak. Tabi oğlu tüm bu bilgileri özümsedikten sonra birikim yapmaya başlayıp uzun yıllar sonra babasının karşısına, ona verdiği kese haricinde, sandıklarla altın getirip tüm zenginliğini önüne seriyor. Bilgi her şeyden önemli. Ve öğrendikçe, insan ne kadar az şey bildiğini gördükçe daha da heyecanlı bir şekilde kendini geliştirmeye ve öğrenmeye daha aç bir şekilde sarılıyor. Ve benim düşüncem tüm öğrendiklerimizin bileşik getirisi, bütün bu bilgilerin tek tek getirisinin toplamında belki kat be kat daha fazla. Bilginin bileşik getirisi çok acayip bir şey gibi geliyor bana.
Neyse konudan uzaklaştık, benim eklediğim bu 8. yatırım kategorisi üzerine inşa edeceğimiz; diğer 7 kategoriden kendimize uygun olanları seçip yola çıkmalıyız. Siz harekete geçmeden çünkü kimse sizin yerinize, altın bir tepside emekliliğinizi 35 yaşında veya 40-45 yaşında size teklif etmeyecek. İlk tohumu ektikten sonra onu büyütmek ve koca bir ağaç yapıp meyvelerini toplayabilmek çok zorlu bir yolculuk. Ve bu yolculukta önümüzde çok ciddi engeller de çıkıyor. Bizi yolumuzdan saptırabilecek, amacımızdan uzaklaştırabilecek, hayatın akışında kaybolmamıza sebep olabilecek o kadar fazla detay var ki dikkat etmemiz gereken. Herkes finansal özgürlüğe giden yolun veya daha genele de yayabiliriz bunu başarıya giden yolun düz bir çizgide sürekli yükselerek yürümeye benzer bir şekilde görüyor. Bir görsel vardı hatta başarıya giden yolun nasıl sanıldığını ama aslında ne olduğunu çok güzel gösteriyordu. Onu twitter’da paylaşırım, açıklamalar kısmına bir linkini de koyarım bakmanız için. Bu yolda ilerlerken bazı metriklere de dikkat etmemiz gerektiğinin altı çiziliyor. Finansal Özgürlük için 300 kuralı, %4 kuralı gibi ve daha birçok metrik var. Basite indirgenmiş bir istatistik çalışmalarının sonucu aslında bunların hepsi. %4 kuralı şöyle işliyor; öyle bir portföy oluşturmanız lazım ki siz yıllık portföyden %4 miktarında bir çıkış yaptığınız sürece portföydeki paranızı uzun vadede eritmemeniz sağlansın. Yani mesela yıllık enflasyon hadi diyelim ki normal bir dönemden geçiyorken %10 olsun. Sizin portföyünüz de %14 artmalı ki ve bu %4’lük farkı siz o yıl harcayabilmelisiniz ve bu şekilde enflasyon karşısında da paranız erimemiş olsun. Bu yaklaşımla ilgili Amerikan hisse senetlerinde geriye dönük ciddi istatistik çalışmaları var ve çoğunlukla bazı yıllar kötü geçiyor gibi görünse de uzun vadede başka zamanlardaki ciddi artışlar %4 kuralının çalıştığını gösteriyor. Fakat bu model, bizim gibi, bazı dönemlerde neredeyse hiper enflasyonist ortamlarda kırılıyor resmen. Açıklanan enflasyon yıllık %80 ama gerçekte belki %150. Yani siz belki 3-4 yıl sürecek bu yüksek enflasyon altında yılda %154 varlıklarınızın artışını sağlayabilmelisiniz ki aradaki %4 ü çekip yaşamınızı sürdürebilesiniz. Çok sağlıklı değil bizim gibi ülkelerde. 300 kuralı da bu %4 kuralının kendi içinden çıkan bir denklem yine. Aylık giderlerinizin 300 katını portföy büyüklüğü olarak elde ettiğinizde bunun %4’lük kısmıyla ilk metodu uygulamaya geçirebileceğinizi anlatıyor. Ve yine tüm bu modeller genel olarak şu teoriyi savunuyor: sen aylık kazancının 300 katını elde et veya öyle büyüklükte bir varlığa ulaş ki; %4 çekim yaptığında bu sana ömrünün sonuna kadar yetsin. Bir de bu teoride genellikle ana fikir emekli olup hiçbir şey yapmamak. Yani 40-50 yaşlarında erken emeklilik elde edip önceki biriktirdiğin parayı yemek demek nerdeyse bu fikir. Çok uygun görmüyorum ben bunu. Daha çok Robert Kiyosaki’nin yaklaşımını beğeniyorum bu konuda. Yine tabii ki bu birikimlerimizi yatırıma dönüştürmeliyiz ama bunlardan bir nakit akışı sağlanması çok çok önemli. Burada hem temettü emekliliği devreye giriyor hem işletme sahibi olma fikri, gayrimenkul tarafı falan hepsini kapsıyor Robert Kiyosaki’nin yaklaşımı. Ve aynı zamanda büyümeye de imkân veren bir tarafı var. Hazıra dağ dayanmaz diye boşuna dememişler diye düşünüyorum atalarımız. Belki Amerika’da bu %4 kuralı işleyebilir veya coğrafik arbitraj dediğimiz, birikimlerinizle birlikte para biriminin daha zayıf olduğu bir ülkeye geçmek çözüm olabilir. Ama bizim gibi en azından her 10 yılda bir parasal anlamda çok ciddi krizlerin içinden geçen ülkelerde çok güvenli bir yöntem değil bence bu modeller. O yüzden yatırımlarımızdan nakit akışı sağlayıp ve mümkün mertebe bu nakit akışlarını tekrar ana yatırım üzerine ekleyip kar topu etkisi yaratmamız gerektiğini düşünüyorum. Önümüzde iki tane yol var aslında. Biri klasik finans düzeni içinde fare yarışında kaybolup kişinin kendi bağımsızlığını ilan etmesine engel oluyor. Engel oluyor da demeyelim aslında ama işleri daha zorlaştırdığı kesin. Ki zaten bir fare yarışı içinde olduğumuzu bile anlayamıyoruz, sistem buna izin vermiyor. Dövüş Kulübü’nden bununla ilgili bir alıntı yapmıştık daha ilk bölümde; “Reklamlar yüzünden araba ve kıyafetler peşinde koşuyoruz. İhtiyacımız olmayan saçma sapan şeyleri alabilmek için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz.” diyordu Tyler Durden. Baby Boomer jenerasyonunun bize dayatmaya çalıştığı bir sistemin içinde kaybolmuş durumdayız. İkinci yol biraz daha uzun ve zorlu. Yatırım yapmak zaten riskli. Ve bizim gibi kendi risk primi de yüksek ülkelerde bu daha da fazla risk içeriyor. Zeytin fidanı dikmek gibi bir şey bu iş. Yıllarca beklemek durumundasınız meyvelerini toplayabilmek için. Ayrıca yolda önünüze birçok farklı engel çıkıp bütün yatırımlarınızı tekrar yükümlülüklere çevirebiliyorsunuz. Sürekli ekran takibi yapıp; ana fikirden uzaklaşıp günlük veya kısa vadeli kaygılarla portföyünüzü bozabiliyorsunuz.
Robert Frost’un çok sevdiğim bir şiiri var; gidilmeyen yol diye. Konuyu toparlayıp o şiiri bir dinletmek istiyorum size.