//
34 mins read

Yatırım Felsefesi Üzerine

Bugün yatırım felsefesi üzerine konuşmak istiyorum biraz. Fakat bu, bir strateji oluşturmaktan, ya da bir tarz yaratmaktan çok daha farklı bir konu olacak. Genellikle bu konuyla ilgili araştırma yapmaya çalıştığınızda karşınıza felsefi anlamda bir şeyler çıkmıyor, daha çok yatırım çeşitleri ve genel geçer tarzları görebiliyorsunuz. Fakat bana göre yatırım yapmak bundan çok daha temel ve daha derin bir konu. Uzun bir süredir bunu anlatmaya çalışıyorum çoğu bölümde, artık bu konuya kendi başlığını verip daha derin bir konuşma yapmanın zamanı geldi sanırım. Daha önce değer ve özgürlük teorileri üzerine konuştuk. Finansal özgürlüğü zaten sürekli dile getiriyoruz. Zengin Baba’dan, Babil’in En Zengin Adamından konuştuk. Olağanüstü yanılgılarımız üzerinde durduk. Warren Buffett Tarzını konuştuk. Ve daha birçok farklı konuda aslında genel olarak değişik bir pencereden yatırım dünyasına bakmaya çalıştık hep birlikte. Hep birlikte diyorum çünkü bana göre interaktif bir yayın bu. Sizden gelen mailler veya mesajlarla siz de bana katkı sunuyorsunuz ya da farklı bir sorunuzla ilgili ben de size bir katkı vermeye çalışıyorum. Tüm bu attığımız temeller üzerine bence artık ilk katı çıkmanın zamanı geldi.

Yatırım felsefesi bana göre, bir strateji oluşturmaktan veya bir tarz belirlemekten daha öncesinde geliyor dediğim gibi. O yüzden önce felsefe yapmamız gerek. Bu durum bizde genelde kafa açmak olarak görülüyor ama soru sormadan, bilge olmaya çalışmadan, doğru diye sunulan bir çıktıya şüpheyle yaklaşmadan yatırım tarafında eksik kalınacağını düşünüyorum. Bunu en basit tabirle şöyle anlatabiliriz. Özellikle borsada işlem yaparken, karşımızda bir fiyat vardır ve o fiyatın arkasında da bir kişi vardır. Satıcı fiyatın adil olduğunu düşünebilir veya satış için karlı bir işlem yaptığına karar vermiştir. Bu kişi biz de olabiliriz. Onun karşısında bir de alıcı vardır. Alıcı da aynı şekilde düşünür ve karşı tarafın yanıldığını, kendi değerlendirmesinin doğru olduğunu savunur. Bu iki taraflı bir işlemdir ve aslında iki taraftan sadece biri haklıdır. Her işlemin alıcı ve satıcı dediğimiz iki tarafında da bir insan vardır. Bunun farkında olmak lazım bazen unutabiliyoruz. Gerçi artık günümüzde işlemin bir tarafında botlar da yer alabiliyor. Buna da zaten yer geldiğinde gireriz mutlaka. Ama genel olarak alıcı ve satıcı, bu takas işlemi yapılmadan önce kendi düşüncelerinin sonucuna göre hareket edecekleri bir karara varmıştır. Düşünüp, sorgulayıp, doğru olanı yaptıklarına inanarak harekete geçerler. Felsefe yaparlar yani. Düşüncelerini fiziksel bir eyleme dönüştürürler. Tabi bu sadece bir kısmı. Bu takas işlemi aynı zamanda davranışsal finans alanının incelediği yatırımcı psikolojisinin de temellerinin atıldığı bir eylem. Olağanüstü yanılgılarımız üzerine konuşurken bu konulara biraz girdik ama belki ilerde sadece piyasa psikolojisi üzerine de bir bölüm çıkar, çünkü bu da oldukça geniş düşünülmesi gereken bir konu. Tabi yine bu eylem anında daha başka yaklaşımlar da mevcut. Temel analiz bunlardan biri veya bir maymunun eline dart oklarından vererek piyasa tahtasına atması üzerine de eyleme geçebilirsiniz.

Ya da Norveç’te yapılan bir deney gibi, bir ineği alanlara böldüğünüz tarlada otlatıp, dışkısını yaptığı bölge için seçtiğiniz hisse senedi üzerinden de seçim yapabilirsiniz. Ya da fal bakmak için grafikleri de yorumlayabilirsiniz. Fakat eninde sonunda bir karara varmadan önce, belirli bir düşünce deneyi yaparak ve soru sorarak başlarsınız tüm işe.

Biz bugün daha çok, bizi bu fiziksel harekete iten, işin felsefi tarafından bakmaya çalışacağız piyasaya. Çünkü eğer bir yatırım felsefesi yaratmazsak, başarı şansımızın da o kadar az olacağına inanıyorum. O yüzden ilk sormamız gereken soru, neden yatırım yapmak istiyoruz olmalı. Sanırım bu konuyu ben kendi içimde yeterince çözdüğümü düşünüyorum. Hatta son 5-6 yıldır da büyük bir değişikliğe giderek daha farklı yaklaşmaya başladım piyasaya. Beni bu değişime iten en önemli sebep de sanırım bitcoin’i daha iyi anlamaya başlamak oldu. Özellikle 2015’ten sonra zihinsel olarak yatırım alanında biraz daha farklı bir temel yaklaşım benimsedim. Paranın ne olduğunu anlamakla başlıyor aslında her şey. Neredeyse 30 yaşıma kadar bunu öğrenememiş olduğumu fark ettim. Aslında bir yandan bakınca bu da bana normal geliyor çünkü okullarda ve hatta ekonomi, iktisat alanında lisans eğitimi alırken bile paranın ne olduğuyla veya anlamına ilişkin düşünmüyoruz. Felsefe üretmiyoruz yani. Başka bir bakış açısıyla, kendimce doğru bulduğum bir düşünceyle yaklaşıyorum paranın ne anlama geldiğine artık. Tabi ki doğru olmayabilir fakat öncelik olarak bunun üzerine düşünmekle başlamak lazım. Doğruyu arama fikrinden bahsetmiştim daha önce liberal görüş hakkında konuşurken. Doğruluğuna en yüksek güvenle inandığınız şeyin üzerine gitmek de çok önemli bir konuda fikir yürüttükten sonra. Parayla ilgili ve makroekonomik teorilerle ilgili yaptığım bölümlere bakabilirsiniz bu konu hakkında daha detaylı ne düşündüğümü görmek için. Bugün konumuz bu değil çünkü.

Bitcoin’in yatırım aracı özelliği haricinde bana öğrettiği en önemli şeyler; işte o diğer bölümlerde bahsettiğim felsefi düşünce sonucu geliştirdiğim fikirlerim üzerinde oldu. Neden yatırım yapmak istediğimi anlamamı sağladı. Çünkü bazen bir şeyin doğru olduğunu hissetsek bile onu neden yaptığımızı açıklayamayabiliriz. Kendi adıma içsel olarak bunu keşfettim. Bu ayrıca herkes için farklı bir keşif olabilir fakat ben kendi penceremden anlatmaya çalışıyorum bu durumu. Mutlak bir doğru olduğuna da pek inanmıyorum yani ve yine de en doğru düşünce benimki gibi bir şey de söylemiyorum. Her zaman dediğim gibi, borsada bi’ başına olduğumuzu ve kendi doğrularımızı keşfetmek üzere kendi kararlarımızı almamız gerektiğinden bahsediyorum. Bunu yapabilmek için de ihtiyacımız olacak temel prensipleri ve kişisel olarak oluşturacağımız ilkeleri herkesin kendi adına keşfetmesi için kafa açmak üzerine, belki de bazılarına sıkıcı gelebilecek şeyler anlatıyorum. Yaptığım şey sanırım tam olarak bu. Ya da yapmaya çalıştığım demek daha doğru.

Neden yatırım yapma ihtiyacı duyarız? sorusuyla başlayalım o halde. İçinde bulunduğumuz tüketim coşkusu hakkında konuşurken bunun üzerinde biraz durmuştuk zaten. Birikim yapmak ve yatırım yapmak kararları vermeyi aynı spor salonuna kayıt olmaya benzetiyorum ben biraz. Onlar beslenme anlamında bir diyete girerken, yatırım yapmaya başlamak isteyen biri de tüketim anlamında bir diyet uyguluyor aslında. Ve bu karara genellikle kendi başımıza ulaşmıyoruz. Çevremizden gördüğümüz veya twitter’da denk geldiğimiz kişiler üzerinden, aynı spora başlarken salondaki resimlere bakarak, 6 ay sonra böyle olacağım derken yaptığımız gibi feyz alarak başlıyoruz. Ve ayrıca yatırımı sadece piyasalar üzerinden değerlendirmemek de gerekli. İnsan vücuduna da yatırım yapabilir. Eğitimine yatırım yapar. Kişisel gelişimine yatırım yapar. Aklına yatırım yapar. Vicdanına yatırım yapar. Ya da benim konuşmak istediğim konu özelinde finansal durumunu iyileştirmek üzerine yatırım yapar. Ben tüm bu yatırım alanlarının temeline iyi bir hayat yaşama isteğini koyuyorum. Mutluluğu arama ve kişinin kendini gerçekleştirebilmesi arayışı olarak görüyorum. Olmak istediğin en iyi versiyonun olmak için adım atmak olarak değerlendiriyorum. Öyleyse ilk adım, hayatta yer kaplama ve var oluş duygusundan geliyor sanırım. Ayrıca tabi ki en önemli içgüdülerimizden biri ve genetik kodlarımıza işlenmiş saklama duygusundan geliyor belki de yatırım yapmak. Hatta şu anda hemen bununla ilgili bir tez uydurabilirim, saklama konusunda özellikle ev içinde, belki kıtlıkta kalsan 1 yıl yetecek erzak bulunduran insanlar, aynı zamanda iyi birer yatırımcı da olabilirler. Bana çok benzer bir içgüdü gibi geliyor bu iki durum. Fakat bunu ihtiyaçların karşılaması üzerine yapıldığını düşünmemiz gerek. Gereksiz ve belki bir daha hiç ihtiyaç duyulmayacak eşyaların saklanmasından bahsetmiyorum. O grubu da sanırım birikim ve yatırımın karşıtı olarak tüketici olarak görebiliriz. Bu arada elbette hepimiz tüketiciyiz fakat benim söylemek istediğim net toplamda tüketici olmak. Bunu kastetmeye çalışıyorum tüketici derken. O halde yatırım, net toplamda birikimci biri olmak anlamına gelebilir. Bunu yaparken de nasıl evimizi gereksiz çöp eşyalarla doldurmak istemiyorsak, yatırım araçlarımızı da aynı şekilde değerlendirmeliyiz. Çeşitlilik, yeterince çeşitli olmayana kadar iyidir bana kalırsa. Ayrıca yine kendi kendime düşünürken şunu fark ediyorum, eşya veya erzak biriktirme konusunda da çok seçiciyim ve biraz da minimalistim sanırım. Aynı tarzı yatırım yaparken de kullandığımı şimdi bunları düşünürken birbirine bağladım. Bir eşyanın sadece yeterince gerekli olmasına ve en iyisi olmasına dikkat ederim. Aynı işlevi gören ama daha kalitesiz olduğunu düşündüğüm bir nesneyi saklamam. Erzak veya gıda konusunda da yine aynısı, en verimli şekilde ihtiyacım olacak kaloriyi alacağım besinleri saklarım. Bunları artık atalarımız gibi toprağa gömmek yerine, buzluğa atıyoruz. Onları da sınırlayan ve verimli saklamalarına sebep olan nedenleri vardı. Bizim de var. Bizimki artık biraz daha farklı olarak, sadece saklama kaplarımızın büyüklüğüne göre sınırlandırdığımız bir alan olmaya başladı sadece. Yine de sanırım en ilkel atalarımıza bile sınırsız bir saklama alanı verilse, ya da tam tersi sınırsız tüketebileceği bir kaynak önüne konulsa, sınır tanımadan bu iki zıt yönde de gidebilirlerdi. Aynı bizim gibi. Buradaki en büyük ve belki de tek problem, biz sadece sınırlarımızı daha bulanık görüyoruz. Sınırsız bir kaynaktan tüketiyoruz gibi hissediyoruz ve bu durum paranın yaratılış süreciyle başlıyor. O yüzden biriktirmekten çok tüketmeye daha çok yatkınız. Warren Buffett’ın delikli kart örneğindeki gibi, bize gerçekten sadece sınırlı bir saklama alanı, ya da sınırlı bir kaynak fikri sunulsa, sanırım net toplamda tüketici olmak yerine, tam tersi yönde daha verimli bir şekilde birikimci olabiliriz. Problemin kaynağını bu illüzyonumuz olarak görüyorum. Sadece biraz kişisel farkındalık ve kendimizin en iyi halini ortaya koyma çabasıyla çözüme kavuşturabileceğimiz bir problem bu. Birikim ve yatırım yapmaya yönelik temel düşüncelerimi tam olarak bu düzleme oturtuyorum ben.

Ayrıca yatırımlarımızı genellikle bir risk algısı üzerinden yapıyoruz. Fakat riskin tanımını tam olarak doğru yaptığımızdan emin değilim. O yüzden büyük bir çoğunluk portföy çeşitliliğine gidiyor. Yumurtalarını aynı sepete koymuyor. Bu stratejiye karşı değilim fakat bana göre riskin tanımı biraz daha farklı. Riskin bilinmezlikten doğduğuna inanıyorum. Bilmediğimiz ve anlayamadığımız şeylere karşı korkarız ve bu korku, risk duygusunu beraberinde getirir. Aşırı riskli görünen bir yatırım aracı, görüşümüz kapalıyken bu şekilde hissettirir. Ama görüşümüzü kapatan bulutlar dağıldığında ve gelecekte bir zamanda bu yatırımın dışardan biri olarak ne kadar kazançlı olduğunu gördüğümüzde, hissedilen risk duygusu da kaybolur. Hepimiz büyük babalarımızın, şehrin günümüzde gelişmiş olan bölgelerinden neden tarla almadığını veya elindeki tarlayı neden sattığını sorgularız ve onları suçlarız. Çünkü şu anda orada daha önce oluşmuş bir riskin varlığını hissetmeyiz. Fakat belki de büyükbabamıza göre bu ıssız yerdeki bilinmezlik içindeki tarla büyük bir risk taşıyordu onun zamanında. Risk aslında bilgisizlik ve zaman üzerine iki değişkenli bir denklem olabilir.

Bunu çok basit bir örneğe de indirgeyebilirim. Geçtiğimiz günlerde eşimle birlikte 2-3 günlüğüne bir tatil kaçamağı yaptık. Son günü için de bir gezi programı ayarladık. Yeterince iyi bilmediğimiz bir bölgede park yeri ararken, biraz da riskli bir şekilde aracı park yasağı olan bir yere park ettim. Hatta park ettiğim yerin asfaltında kocaman yasak olduğunu söyleyen işaretler de vardı. Bu riski aldım ama 1-2 saat dönmeyecek şekilde araçtan uzaklaşırken, zihinsel olarak işkence çekiyordum resmen. Aracın çekilip çekilmemesi veya ceza yazılıp yazılmayacağı bilgisinden, yani aracın başından uzaklaştıkça algıladığım risk artmaya başladı. Artık aracı göremeyecek bir uzaklığa geldiğimizde kafamdaki risk yüzdelerini dağıtmaya başladım ve eşime %70 ihtimalle ceza yiyeceğiz- %30 ihtimalle araç çekilecek dedim. Biraz gezindik, yemeğe oturduk. Bu geçen zamanda risk algım biraz daha değişti, eşime %60 ihtimalle ceza, %30 ihtimalle aracın çekileceği, belki %10 ihtimalle bir şey olmayacağını söyledim. Bu %10 nerden çıktı bir anda? Artık belirsizliğin en uç noktasındaydık ve daha umutsuz bir yerde olamazdık. İşte bu noktada iyimser bir düşünce filizlenir. Aptalca olabilir fakat, bir ihtimal -küçük de olsa- risk katsayılarınızda değişiklikler başlar. Toplamda birkaç saat gezintinin ardından, tekrar araca doğru dönerken hatta neredeyse tam park ettiğimiz köşeyi dönem üzereyken; %50 ihtimalle ceza yedik, %20 ihtimalle aracımız çekildi, %30 ihtimalle paçayı sıyırdık dedim eşime. Durumu zaten fark etmişti, bilgiye ve sonuca yaklaştıkça, olan bitenin ne olduğunu bulmak üzereysen galiba risk algın da azalıyor doğru mu? dedi. Sanırım tam olarak olan da bu işte. Köşeyi döndükten sonra gerçeklerle karşılaşacaktık ve bilinmezlikten en uzak noktadaydık artık. Aslında aynı yola ilk çıktığımızda o köşeyi ilk defa uzaklaşmak üzere dönerken, yani bilinmezliğin zirve noktasına doğru ilerlerken, dönüşte aynı nokta bizim için gerçeğe en yakın olduğumuz yere dönüşmüştü. Bu tamamen bir algı meselesi. Risk oranı belki de en başından beri aynıydı. Ve hatta benim düzenlediğim şekilde de değil, daha farklı oranlardaydı. Tüm süreç boyunca sabit kalmış bile olabilir. Köşeyi dönerken ilk yanılgımızın bu sefer tersi yönünde bir yanılgıya düşmüş de olabiliriz. Fakat ortada gerçek olan bir şey varsa o da; risk bilgi eksikliğinden kaynaklandığı için; kişiden kişiye algılama şekillerimizin farklı olduğu ve bunun duygusal bir durum olduğu. Yani tüm bu gidiş ve geliş sürecindeki risk algısı değişikliğinin tamamı bir yanılsama aslında. Warren Buffett da benzer bir şey söylüyor: “Risk, ne yaptığınızı bilmemekten kaynaklanır” diyor. O yüzden risk ve kazanç arasında bir korelasyon olduğunu söylemek pek doğru değil. Bunu biraz yanlış anlıyoruz ama, risk ve kazancın aynı denklemin iki parçası olmadığını savunuyorum sadece. Denklemin bir tarafına risk, diğer tarafına da kazancı koyduğumuzda eksik kaldığını ve başka değişkenlerin de hesaba katılması gerektiğini söylüyorum. Çünkü risk değişken ve tamamen soyut olmayan bir kavram. Kazanç veya hatta kayıp; sonuç olarak net bir şekilde gördüğümüz maddi bir kavram. Yüksek risk yüksek kazanç getirebilir; bunu milli piyango’ya da benzetebiliriz. Maddi olarak değil ama olasılık olarak yüksek bir risk alırsınız fakat sonucunda yüksek kazançlı bir şekilde ayrılabilirsiniz. Bu sizin yüksek kayıp vereceğiniz anlamına gelmiyor piyango bileti alırken, ki biletlerin satışını sağlayan şey de bu. Fakat olasılığı hesaplanabilir bir şekilde yüksek bir risk alıyorsunuz gerçekte. Tam bu noktada Beklenen Fayda Teorisi’nden bahsetmem gerekiyor. Adam Fawer, Olasılıksız romanında bunu çok güzel açıklıyor. Şöyle anlatıyor:

Caine’ye boş gözlerle bakıyordu öğrenciler. “Peki, anlaşıldı, daha doğrusu anlaşılmadı. Neyse, gerçek hayattan bir şeyle örnekleyelim: piyango. Bu haftaki piyangoda ne kadar para birikmiş? bilen var mı bu hafta powerball ne kadar veriyor?”

“10 milyon dolar,” dedi arka sıralardaki atletik yapılı bir öğrenci.

“Peki, vergi diye bir şeyin olmadığı hayali bir ülkede yaşadığımızı varsayalım. Şunu da biliyoruz ki powerball’ı kazanma olasılığı 120 milyonda 1. Çünkü sayısal kombinasyonların toplamı bu. Bir loto bileti alarak ne kazanmayı beklediğimi hesaplamak için yapacağım işlem kısaca şöyle oluyor: kazanma olasılığını kazanacağım miktar ile çarpacağım, sonra da buna kaybetme olasılığımı sıfırla çarpıp ekleyeceğim; sıfırla çarpmamın nedeni de kaybedersek bir şey kazanamayacak olmamız.”

Beklenen değer: (piyango bileti) = (kazanma olasılığı*toplam ödül) + (kaybetme olasılığı*(0$)

(1/120,000,000,000) * ($10,000,000) + (119,999,999 / 120,000,000) * ($0)

= (0.00000083%) * ($10,000,0000) + (99.99999917%) * ($0)

=$0.083 + $0.000

=$0.083

“Yani bu hafta bir powerball bileti alsanız ancak 8.3 sent kazanmayı bekleyebilirsiniz. Ama bilet 1 dolar ve görüldüğü gibi aslen değeri 8.3 sent. Olasılık kuramına göre piyango bileti almak mantıklı değil, çünkü ödenen bedel beklenen değerden daha düşük. Yani, siz 1 dolar ödeyip de 10 milyon dolar kazanma şansınız olduğunu düşünerek buna değeceğini düşünseniz de bu doğru değil, çünkü aslında biletin değeri 10 sent bile değil.”

Kitapta geçen bu bölüm hem Beklenen Fayda Teorisini hem de risk ve olasılık ilişkisini çok net açıklıyor. Öyleyse bildiğimiz riski alma konusunda, bu teorinin de katkısıyla kararlar alabiliriz gibi görünüyor. Buna piyango bileti almak da dahil tabi ödediğimiz fiyatın elde edeceğimiz değerin altına olduğunu bilerek. Aynı şekilde hisse senetleri için de geçerli bu durum. Ayrıca hayatın kendisi için de kullanışlı bir teori. Genellikle bir karar almadan önce; yapacağım eylem sonucu elde edeceğim kazancı ve tersi durumdaki ihtimalde elde edeceğim kaybı bu şekilde tartarak harekete geçmeye çalışırım. Bu tabi hemen herkes için geçerli ama bunu Beklenen Fayda Teorisiyle daha rasyonel bir şekilde yapmanın imkânı var. Burada, tam geldiğimiz bu noktada, konu biraz da etkin piyasalar hipotezine bağlanıyor. Bu tez piyasaların tüm bilgiyi zaten mevcut fiyatın içine yansıttığını savunuyor. Ayrıca yeni bilgilerin de hızlı bir şekilde işlem görüp hemen tepki verdiğini ve bu şekilde tüm verilerin etkin bir şekilde var olduğunu söylüyor fiyatın içinde. Eğer tüm bilgi ve gelecekte gerçekleşecek tüm yeni bilgiler de fiyatın içine hemen dahil olsaydı, yani piyasalar etkin olsaydı, risk ile ilgili bir problem de kalmazdı ortada. Risk ve olasılık her zaman vardır, zaten bu yüzden piyasaların serbest olduğuna inanırız. Aksi halde nedensel bir determinizmden bahsetmemiz gerekir ki bu çok sevdiğim bir çıkarım değil.

Nerden geldik buraya şimdi diyenler için, Laplace’ın Şeytanına ufaktan bir değinip konudan çok sapmadan devam edelim. Fransız matematikçi aslında her şeyin belirlenebilirliği durumunu, üst bir varlık üzerinden bir düşünce deneyiyle açıklıyor. Şöyle anlatıyor: “Evrenin şimdiki halini, geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir”diyor. Eğer Laplace’ın Şeytanı var olsaydı, şu anı geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak hesaplayıp, zaten etkin bir piyasa da olduğundan her şeyi hesaba katarak belirsizliği ortadan kaldırırdı. Ben buna pek inanmıyorum. Ya da inanmak istemiyorum. Çünkü determinizm sonucunda özgür iradeyi de sorgulamak zorunda kalıyorsunuz. Heisenberg bu durumu Belirsizlik İlkesinde açıklıyor ama kuantum fiziği konumuz değil tabi.  Ya da en azından Laplace’ın Şeytanının iktisatta veya piyasalarda verimli olamayacağını söyleyerek çok da dallandırıp budaklandırmadan bir nokta koyalım buraya. Ha bir de ayrıca algoritmik trade denilen, yapay zekâ ürünü veri işleme modelleriyle piyasanın ne yapacağını tahmin edip harekete geçen ürünler geliştirdik. Tam olarak Laplace’ın Şeytanının bir denemesi bu aslında. Elbette bir ölçüde bu yapay zekalar başarılı görülebilir fakat eğer sıfır hata ile çalışıyor olsalardı, şu anda piyasalar yerle bir olmuştu. Kim bilir belki bir gün bu gerçekleşir ve yanılmış olurum fakat en azından şimdilik buna inanmak istemiyorum.

Konuyu biraz dağıttık, fakat risk ve kazanç durumunu anlayabilmek için de bu gerekliydi. Toparlarsak; belirsizlik piyasalarda her zaman vardır. Bundan dolayı risk de bulunur çünkü risk belirsizlikle ve olasılıkla birlikte oluşur. Dolayısıyla etkin piyasalar hipotezinin de var olmadığını söyleyebiliriz. Zaten tam olarak bu sebepten dolayı, kısmen serbest piyasadan da söz edebiliriz. Kısmen diyorum, bu konuya zaman zaman giriyoruz, tam olarak serbest bir piyasadan söz etmek de mümkün değil ama onun nedenlerine belki daha detaylı başka bir bölümde gireriz.

Konuya dönersek, riski bu şekilde algılamaya başladığınızda, çeşitlilik yapmanın da ne kadar mantıksız olduğunu fark ediyorsunuz. Ayrıca piyasalardaki amacımız ortalamanın üstüne çıkabilmek olmalı ve bunu tüm piyasaya parçalar halinde sahip olmakla elde edemeyeceğimizi de anlamış olmamız gerekiyor. Aynı zamanda tüm piyasaya sahip olmak olasılıkları da ortadan kaldırmıyor. Aksine daha fazla belirsiz seçtiğiniz için riskinizi artırıyor. Belki çoğunluğa değişik bir yaklaşım olarak gelebilir fakat en azından benim düşüncem bu şekilde.

Şu ana kadar önce, neden yatırım yapmalıyız onu konuştuk ve üstüne yatırımlarımızı yaparken risk-kazanç ve belirsizlikler üzerinde baya bir durduk. Sanırım artık değer konusuna girebiliriz.

Değer, aslında tüm eylemlerimizin sonucunda hedeflediğimiz şeydir bana göre. Fiyatsa, piyasada herhangi bir şeyin değerini göstermeye çalışıp, piyasadaki oyunculara hedeflerine ulaşmaya çalışırken ihtiyaç duyabilecekleri şeyleri alma konusunda tamamen isteğe bağlı bir seçenek sunar. Ve zaman zaman, hatta çoğunlukla fiyat ve değer birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Hatırlarsanız bir önceki bölümde Warren Buffett gibi düşünürken, bir şeyin ederini belirlerken onun içsel değerinden bahsetmiştik. Bunu da şirket üzerinden düşündüğümüzde o şirketin hayatı boyunca kazanacağı nakitlerin günümüze indirgenmiş haline içsel değer diyebiliriz demiştik. Şimdi çok daha farklı bir şey söyleyeceğim. Belki değeri tanımlarken bu yaklaşımın yetersiz olduğunu hissettiğimden ve ayrıca Warren Buffett ile özellikle bitcoin konusunda ciddi ayrıştığımdan, bir çıkıntılık yapabilirim sanırım yine. Neden bitcoin’e yatırım yapmadığını çok net anlayabiliyorum çünkü ilgilenmediği ve anlamadığı konulara para yatırmadığını kendisi söylüyor fakat yine de zaman zaman bitcoin’i kötülemekten geri kalmıyor. Anlamadığını söylese bile.

Yine de sadece itiraz etmiş olmak için değil, değer konusuna farklı bir bakış sunmak için, ben de daha değişik yaklaşmak istiyorum bu konuya. Avusturya Okulu İktisat teorisinin önemli isimlerinden Ludwig von Mises şöyle diyor: “Değer içsel değildir, bir şeyin içinde değildir. O bizim içimizde; insanın, çevresinin koşullarına tepki verme şeklidir.” Bu yaklaşım işte ekonomide su – elmas çelişkisi olarak bilinen bir değer karmaşasının en basit açıklaması gibi aslında. Mahfi Eğilmez’in “ekonomideki bazı çelişkilerbaşlıklı bir yazısı vardı, onu bulup linkini açıklamalar kısmına eklerim. Suyun içsel değeri, ya da faydası diyebiliriz buna; elmastan daha fazla olmasına rağmen, elmas sudan daha değerli. Hatta bu çelişkiyi en güzel Adam Smith şöyle özetlemiş; “İnsanların [malları] parayla veya birbirleriyle değiş tokuş ederken doğal olarak uyguladıkları kuralların neler olduğunu inceleyelim. Bu kurallar, malların göreceli veya değişilebilir değeri olarak adlandırılabilecek şeyi belirler. Görüldüğü üzere DEĞER kelimesinin iki farklı anlamı vardır ve bazen belirli bir nesnenin faydasını, bazen de o nesneye sahip olmanın taşıdığı diğer malları satın alma gücünü ifade eder. Biri “kullanımdaki değer” olarak adlandırılabilir; diğeri, “değişimdeki değer”. Kullanımda en büyük değere sahip olan şeylerin çoğu zaman ya çok az değeri vardır ya da hiç değeri yoktur; bunun tersine, değişimde en büyük değere sahip olanların kullanım değeri çok azdır veya hiç yoktur. Hiçbir şey sudan daha yararlı değildir: ama hemen hemen hiçbir şey satın alamaz; karşılığında neredeyse hiçbir şey elde edilemez. Aksine bir elmasın neredeyse hiç kullanım değeri yoktur; ancak bunun karşılığında sıklıkla çok büyük miktarda başka mallar takas edilebilir.”

İşte tam olarak Adam Smith’in açıklamaya çalıştığı gibi, ya da bu çelişkinin bize gösterdiği gibi; bir şeyin değerini belirlemek öyle sadece içsel bir şey değil gibi görünüyor. Sanat eserlerinin değerini de yine bu şekilde açıklayabiliriz. İnsanlar hedefler belirledikçe ve bu isteklerini gerçekleştirmek için harekete geçtiğinde, onları hedeflerine götüren yolda yardımcı olacak her şey değerlidir. Ve yine onları bu hedef yolunda alakasız olarak engelleyen şeyler değersizdir. Bu durum zaman içinde tersine de dönebilir. Okyanusun dibinde elmas bulmakla, çölün ortasında bir vaha bulmak değer bakımından neredeyse birbirine eşittir, fakat durum ve koşullar bu şekilde farklılaşınca bu gerçekleşir. Yani değer hiçbir zaman herhangi bir somut mal için nesnel olarak “içsel” olamaz; her zaman doğası gereği öznel olan istekler tarafından belirlenir. Aracımı park yasağı olan yere park etme riskini aldığımda, o park yerinin benim için değerli olduğunu anlatmaya çalışıyorum mesela. Çünkü gitmek istediğimiz her nokta için en optimum yer, her ne kadar yasak olsa bile. Tüm insanlar, her zaman ve her yerde, diğerlerini dışlayarak kendileri için en değerli tercihi seçerken, bu seçimlerini değer skalasına göre dizdikleri bir hiyerarşi üzerinden eyleme geçirirler. Herkes kendine özgü bir değer skalası üzerinden harekete geçer. Birçok kişi o park yerinde ceza yiyeceğini bildiği için onlar adına orası değersizdi ve boş bıraktılar. Eğer ben oranın da dolu olduğu görseydim, kendi adıma değer hiyerarşimde en iyi 2. seçenek olacak başka bir park yeri arayacaktım.

Peki, değer maddi olmayan ve öznel bir şeyse, para nesnel olarak onu nasıl uzay-zaman boyunca hareket ettirebilir? Soruyu daha da basitleştirip sorayım; ölçümünü gerçekleştiremediğimiz bir şeyi, ölçebildiğimiz bir referans araçla nasıl geleceğe aktarabiliriz? Ayrıca bu aracın, yani paranın kontrolünün sizin elinizde olmadığını ve miktarının da sürekli olarak değiştirildiğini düşünün. Fakat bize referans olarak sunulan tek maddi karşılık da bu. En azından bitcoin var olana kadar böyleydi. İnsan; zamanının, enerjisinin ve yaratıcılığının sonucu olarak, diğer insanların kendi sorunlarını çözmek için ihtiyaç duyduğu hemen her şeyi üretir. Para da bunun karşılığında, takas edebildiğimiz maksimum verimli bir araç olarak, piyasa oyuncularına kalite, verimlilik ve performans anlamında mümkün olan en geniş seçeneği sunar.

Almak istediğimiz malın fiyatı, para karşılığıdır. Para karşılığında bir malın ticaretini yaparken, satan kişi piyasada başka bir malla takas edilebilecek bir jetona sahip olur. İşte tam olarak bu şekilde, ister ticaret yapmayı seçin, ister nakit jetonu elinizde tutmayı seçin, piyasadakiler parayı bu şekilde değeri uzay-zaman boyunca hareket ettirmek isterken bu jetonu araç olarak kullanır. Yani para bir araçtır, değer amaçtır. Ayrıca bitcoin tutarken “nakitte beklemek” kavramı belki anlam kazanırken, kâğıt para birimlerimizle bunu yapmayı pek tercih etmem ve önermem. Değer böyle karmaşık bir kavram ve bunu sadece indirgenmiş nakit akımı veya benzer bir teoriyle açıklamak yeterli olmayabilir yani. Fakat yine yatırım alanında en önemli öğretmenlerden biri olan Warren Buffett zaten bunun farkında, o da kendince bir içsel değer bulmak için bu yöntemi kullanırken, belki yeterince doğru olmayabilir ama onu doğru sonuca en yaklaştıran yöntemin bu olduğunu ve böylece yeterince iyi olduğu söylüyor. Bunun da ona yeterince iyi bir sonuç verdiğini savunuyor, böyle bir güvenlik marjı gözetebildiğini ve belirsizlikleri azaltarak riski düşürdüğünü söylüyor. Ben değer kavramına daha soyut yaklaşmayı tercih ediyorum ve Warren Buffett karşısında sadece bir öğrenci, belki çırak bile değilim.

Yine de benim fikrim; yatırım kısaca, belirsizlikleri en aza indirerek riski minimum düzeye çekip, elimizdeki değeri düşük olan bir varlığı daha değerli olan bir varlıkla takas etmektir. Tabi burada elmas-su yanılgısına düşmeden bunu yapmak lazım. Bunu yapmamızın nedeni ve belki de en önemli amacı, aynı zamanda özgür olabilmek için yatırım yapılmalı. Yatırım felsefesi dediğimizde başta da dediğim gibi bu konu daha çok strateji ve yatırım tarzlarıyla karşılaştırılıyor fakat içerikleri çok farklı kavramlar aslında. Sanırım bunu biraz gösterebildim. O yüzden bir strateji geliştirmeden önce felsefe yapmak gerekiyor.

Finansal özgürlük kazanmayı, kişinin kendini gerçekleştirmesinin başlangıç noktası olarak kabul ediyorum ben. Ancak bu şekilde gerçekten yapmak istediklerinizi yapabilirsiniz çünkü. Bunu başarabilmenin yolu da yatırım yapmaktan geçiyor. Kendi adıma denklemi bu şekilde kurdum ve bu yolda ilerliyorum. Ayrıca bir değer yaratamazsan, sana verilen aracı yani parayı yatırım olarak kullanamazsan bir süre sonra köle olduğunun farkına varıyorsun. Çünkü en temel ihtiyaçların gıda ve barınma konusunda mutlaka bir otoriteye bağımlı hale geliyorsun, bu statüyü de günümüzde işverenler veya bankalar dolduruyor. Ludwig von Mises sosyalizmi eleştirirken serbest ve kapitalist piyasada tüketicilerin asıl efendiler olduğunu şöyle savunuyor: “Piyasa ekonomisinde tüketiciler üstündür. Tüketiciler, satın alma veya almama ile neyin, kim tarafından ve nasıl, hangi kalitede ve miktarda üretileceğini belirler. Tüketicilerin henüz tatmin edilmemiş isteklerinin en acilini mümkün olan en iyi ve en ucuz şekilde karşılayamayan girişimciler, kapitalistler ve toprak sahipleri, işlerinden çıkmak ve tercih ettikleri konumlarını kaybetmek zorunda kalırlar. Kapitalizmin temel ilkesi kitleleri beslemek için üretim yapmaktır. İşletmelerin büyümesini sağlayan şey kitlelerin himayesidir. Sıradan insan, piyasa ekonomisinde üstündür. O, “her zaman haklı olan” müşteridir.” diyor. Fakat eğer manipüle edilen bir piyasadan söz edersek, ki serbest piyasanın tam olarak işlemediğini söylediğimde aslında buraya gönderme yapıyordum. Manipüle edilmiş bir piyasada, üreticiler Ludwig von Mises’in tarifi dışında, müşteri tercihlerine önem vermeden fiyat belirleme konusunda asimetrik bir yetenek elde ederler. Bu şekilde ekonomik düzeni diktatörlüğe; serbestliği de tiranlığa dönüştürürler. Şirketler sektöründe diktatör olmak ve tiranlık yapmak için motive olurlar. Vizyon ve misyon kısımlarında bunun izlerini rahat bir şekilde görebilirsiniz. Bu tekelleşme de; işverenlerin adil olmayan bir piyasada insanların emeğini daha düşük değerlerle elde edebileceği anlamına gelir. Başka bir şekilde söylersek, özellikle para ve piyasa manipüle edildiğinde, doğal olarak ortaya çıkan tekelleşme efendiler yaratır. İnsan emeği de kötü niyetli olarak köleleştirilen bir şeye dönüşür. Yüzyıllardır çözüme ulaştıramadığımız en büyük problemlerimizden biri de bu zaten. Artık 15. 16. Yüzyıldaki gibi Afrika’dan gemilerle köle taşımıyoruz fakat, gelişmemiş ülkelerin vatandaşları benzer bir şekilde çalışma izinleri veya vize istenerek ve ancak onay alırlarsa refah düzeyi yüksek ülkelere giriş yapabiliyor. Ten rengimize göre sınıflandırıldığımız bir dünyadan; daha eşitlikçi bir tarafa doğru geçiş yaptık ama bundan 200 yıl önce; Jamaika’ya şeker kamışı ticareti için giden bir beyazın daha limandan ilk çıkışında, gözüne kestirdiği çikolata renkli bir kadın köleyi satın alabildiği, ve benzer şekilde adada 138 kadınla birlikte olduğunu anlattığı kayıtlardan günümüze geldikçe, daha özgürlükçü ve daha ilkeli bir yaşam haklarımız için bazı kazanımlarımız oldu, bu doğru. Yine de 1960’lara kadar Amerika’da ve daha birçok yerde, siyah ve beyaz renkli insanların evlenmesi, çocuk yapması yasalarca engellenmişti. Çok geçmiş bir zaman değil sadece bundan 60 yıl öncesi. Geçtiğimiz yüzyılda kişisel hak ve özgürlüklerimiz ve çalışma hayatımız üzerine bazı kazanımlar elde ettik. Henüz yasalarca bazıları kabul edilmese bile, belki 100 yıl sonra daha ilerici bir topluma evrilebiliriz. Kişinin kendi mutluluğunu arama hakkı ve özgürlüğünü eline alma isteği bir noktada sanırım devletlerce kabul görecek ve daha anlamlı bir yaşam elde edeceğiz. Şimdilik bana göre bunu sağlamanın en önemli yolu; bireysel bağımsızlığımız ve mutluluk arayışımız için önce yatırım yaparak bunu kendi kendimize sağlamaya çalışmak. Bu yüzden yatırım çok önemli. Kişinin kendini gerçekleştirmesi ve özgürlüğünü eline alması için temel yapı taşı. Ayrıca bunu gelecek nesillerimizi de gözeterek, onların mutluluk arayışı için finansal bir kale sağlamak, en azından görev bilincimiz olmalı.

Warren Buffett’tan kısa ama öz tavsiyelerle konuyu toparlayalım. Yatırımı şöyle özetliyor:

“Yatırım yapmak pek karmaşık bir iş değildir. İş dünyasının dili olan muhasebeden anlamanız gerekir. Akıllı Yatırımcı’yı okumanız gerekir. Doğru kafaya ve doğru huya sahip olmanız gerekir. Bu sürece ilgi duymanız ve sürecin yetenek daireniz içinde olması gerekir. Benjamin Graham ve Philip Fisher’ı okuyun, yıllık raporları, borsa bültenlerini okuyun, ama içlerindeki Yunan harfli denklemleri çözmeye kalkmayın” diyor.

Önceki Bölüm

Warren Buffett Gibi Düşünmek

Sonraki Bölüm

Sri Lanka’da Neler Oluyor?

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint