/
34 mins read

Geride Kalmışlık ve Yolculuk

Son zamanlarda üzerine çok fazla düşündüğüm bir konu var. Bunun en büyük sebeplerinden biri de özellikle son zamanlarda mail kutumun biraz fazla kişiselleşmesi ve insanların kendi tecrübelerini aktarıp fikir sorması yüzünden. Biraz Güzin Abla’ya döndü diyebilirim mail kutusu. İnsanlar fikir soruyorlar, kendileriyle ilgili kişisel özel bilgiler veriyorlar. Portföyleriyle ilgili veya iş hayatlarıyla ilgili, şu anda içinde bulundukları durumu ve önündeki seçenekleri anlatıp yorumlamamı istiyorlar. O yüzden bugün ve belki önümüzdeki bölümde bahsetmek istediğim bazı şeyler üstüne çok düşünmeye başladığım bir dönem oldu. Bu arada kesinlikle rahatsızlık duymuyorum bu tarz maillerden, onu da söylemem lazım. Bugün biraz borsa dışına çıkacağız ama; birlikte düşünmeye çalışıp problemlerimizin kaynağına inmeye çalışacağız. Bunun içinde hayattaki yerimiz var, birikim ve portföy büyüklükleri yine ayrı bir etmen. Eğitimlerimiz, ailelerimiz, evliliklerimiz, belki çocuklar; yine hayatlarımızın büyük bir kısmını ayırmak zorunda kaldığımız iş dünyası, bu bölüm biraz bunların hepsi üzerine olacak. Çünkü çoğunlukla, yüksek ihtimalle yanlış hedeflerin peşine düşebildiğimizi sanıyorum. Veya kendimize hedef olarak belirlediğimiz noktanın ki bu her ne olursa olsun; gerçeklikle veya oraya ulaştığımızda bile beklentilerle pek bir alakası olmadığını fark ediyoruz. Hepimiz iyi bir iş; iyi bir ev, belki yine çoğumuz iyi bir evlilik arıyor. Fakat bu tanımların içini doğru doldurduğumuzdan pek emin değilim. Hepimiz daha iyisini hak ettiğini düşünüyor, emeklerinin karşılığını tam olarak alamadığını sanıyor çünkü belki biraz da içten içe egosantrik ben merkezci bir yapımız var. Olayları ve durumları bir başkasının gözünden değerlendirebilsek de insanlarla empati kurabilsek de kendi kendimizle yeterince iyi anlaşamıyoruz. Belki ne istediğimizden de emin değiliz. Banka hesaplarında milyonlar; aylık sabit ve dolgun bir gelir, geleceğe ve gelecek derken 1 yıl değil, 20 yıl sonra bile bize yetebilecek bir birikim ve varlık sahibi olmak gibi maddi hedeflerimiz var. Fakat, gerçekten istediğimiz şey bu mu? Bu sorunun cevabına daha sonra gelmek istiyorum. Öncesinde yine her zaman olduğu gibi her bölümde yaptığımız gibi daha derinlere inmemiz gerekiyor bence.

Bu arada, ben belki tüm bu problemlerimizin çözümünü borsada bulmuş birisiyim. Fakat bugünlerde soruların cevaplarının hisse senetlerinde veya portföy büyüklüklerinde yatmadığını düşünmeye başladım. Ya da başlıyorum diyebiliriz. Ama konunun bu kısmını büyük ihtimalle bu bölüm içinde çok fazla konuşamayacağız o yüzden ikinci bir devam bölümü gelebilir şimdiden söyleyeyim.

Elit %10’luk veya bu civardaki kesimi bir kenara bırakırsak; geri kalanlar için ki bunlar toplumun en fazla katma değer üreten üyeleri oluyor, sürekli bir geride kalmışlık hissi içinde bu kesim. Neredeyse tamamı hayatında tam olarak istediği noktada değil, hayallerinin gerçekleşmesinden çok uzakta ve çevresiyle kendini kıyasladığında çok daha gerilerinde olduğunu hissediyor. Sürekli bir kıyas içindeyiz. Bu biraz Y jenerasyonunun kronik problemi de olabilir çünkü henüz okul zamanında başladı bu yarış ve çok erken yaşlarda girdik bu döngüye. Belki skalayı biraz daha net göstermek istersek; sanki 70 ve 2000 arası doğumlular henüz bugüne kadar yaşadıkları hayatlarının yarısından fazlasında bir yarış atı muamelesi gördüler. Tabi ki şu anda da benzer şeyler var ama bugünün çocuklarının ve gençlerinin bu problemden çok daha derin problemleri olduğunu düşünüyorum artık. Hayatın adil olması gerektiği üzerine veya dürüstlüğün, ilkeli olmanın, merhametli ve şefkatli olmanın önemi üzerine uzun süre konuşabiliriz ama komşumuzun veya bir arkadaşımızın aldığı çok pahalı bir arabayı gördüğümüzde genellikle bu erdemlerimizi bir kenara bırakabiliyoruz. Ego devreye giriyor. Pek cinsiyetçi gibi görünmesini istemem ama kadınlar için bu problem daha derin bir seviyede. Topluma kendini kanıtlaması için maddi ve görünür hedefler onlar için çok daha önemli olabiliyor. Veya böyle bir yanılgı içindeler. Kadın veya erkek aslında pek fark etmez de; farklı görünen ama sonuçta birbirleriyle aynı kökten gelen aynı hormonları besleyen bir yarışın içindeyiz. Genellikle ailelerimiz bizi yetiştirirken gelişimlerimizin ve hayattaki yerlerimizin aynı yengeçler gibi olacağı gibi bir yanılgıya düşüyoruz. Böyle öğretiliyor çünkü.

Belki yengeçlerle ilgili verdiğim örneği video olarak izleyenler de vardır aranızda. Bir belgeselde vardı; kabuk değiştirmek istedikleri zaman, yani yengeçler büyüdükçe ve artık kabuklarına sığamaz olduğunda sahilde 5-6 tanesi toplanıyor ve büyükten küçüğe bir sıraya giriyorlar. Birbirlerini ölçüyorlar, kimin kabuğu diğerine tam olur ona bakıyorlar sonra sırayla hepsi kendini rahatsız eden eski deniz kabuklarını çıkartıyor ve bir diğerinin de çıkardığı kendine daha iyi oturan kabuğu üstüne giyiyor. Bu takas mekanizması, herkesin istekli bir şekilde büyümeye açık olmasıyla gerçekleşebilir ancak. Yengeçler kendini koruyabilecek daha büyük ve daha iyi bir kabuk takası yapabilmek için saatlerce birbiriyle kavga edebilirler.

Biz insanlar olarak, yine çok benzeriz. Bir başkasının daha büyük evini gördüğümüzde, daha iyi arabasını gördüğümüzde veya çok daha iyi bir işte çalıştığını anladığımızda benzer bir kavganın içine giriyoruz ama karşımızdaki ile değil. Kendimizle. Pek kendimize itiraf edemediğimiz bir kavga bu. Yarışın da bir parçası. Dışarıda çok tehlikeli bir dünya var ve aynı yengeçler gibi biz de daha iyisini hak ettiğimizi düşünüyoruz. Ama bunu yaparken, bence bu geride kalmışlık hissimize ve maddi hedeflerimize yanlış bir noktadan yaklaşıyoruz. Bana kalırsa buradaki en büyük sorun, kendimizle yeterince odaklı bir kavga vermiyor oluşumuz. Kendimizle kavga ederken odak noktamız dış etkenler oluyor çünkü. Merkeze diğer insanları koyuyoruz. O kişi kimse veya çoğunlukla o kişiler kimse, onlar sorunun bir parçası değil; bizim sorun olarak gördüğümüz yapay kavganın yine aynı ölçüde suni hedefleri sadece. Kendimizle farkında olup ya da olmayıp verdiğimiz bu kavgada kıyas ve karşılaştırma ölçütümüz yine kendi kapasitemiz olmalı. Kendi yanlışlarımızı veya kendi öz eleştirilerimizi merkeze koymalıyız bir başkasının hayatını değil. Bu çok değişik bir çelişki ve bir paradoks yaratıyor. Kendisiyle ciddi bir iç kavgası ve çatışması olan kişileri ki kendimi de bu gruba dahil ediyorum, dışarıdan çok mütevazi ve anlayışlı, uysal olarak görsek de merkezinde ciddi bir ego problemi var bunların. Tamamen çelişkili bir durum bu da. Aksine diğer insanları odak noktasına alıp kıyas yarışmasına girenler ego ve ben merkezini ön plana çıkartsa da çok daha yüzeysel bir dışavurum gibi geliyor onların durumu bana. Özünde kolay parçalanabilen ve dışa bağımlı bir şekilde dağılabilen bir egoları var. Görünüşte güçlü görünen bu problemli yanları aslında zayıf bir egoyu işaret ediyor. Peki soru şu? Temelde zayıf bir ego sahibi olmak ve ben merkezci gibi görünüp dış etkilerden kolay etkilenen biri mi olmak gerekiyor yoksa; dışarıdan çok sakin ve olumlu görünüp içeride çok yıkıcı bir ben merkezci savaşı yürütmek mi daha iyi?

Ben bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var; bir kıyas yarışı içinde sürekli gruptaki, odadaki, topluluktaki en dikkat çekici kişi olmaya çalışmak veya en çok dikkat çekenlerin sahip olduklarını nesnelere dönüştürüp bir arzu biçiminde saplantı oluşturmak pek sağlıklı değil gibi. Ayrıca bu şekilde hiçbir zaman geride kalmışlık hissinden kurtulmak da mümkün değil. Sanırım yapılması gereken şey anlamlı bir kıyas içinde olup bu tarz dış etkenleri içselleştirerek kendi özünde bir çözüm yaratabilmeye çalışmak. Bunları kendine birer feedback şeklinde dönüştürüp kendinin en iyi versiyonu olmaya odaklanmak. Aksi durumda instagram faresine dönüşülebilir. Bu kelimeyi kullanma sebebimi birçoğu anlıyordur fakat bölümlerin bir kısmını dinlememiş olanlar için açmak gerekirse; fare yarışından bahsediyorum. Hepimize toplum tarafından biçilmiş ve sürekli kıyas ölçütü olarak önümüze konulan maddi, nesnel hedeflere ulaşmak üzere içinde bulunduğumuz yarış. Instagram bunun en güzel örneklerinin olduğu yerlerden biri. Herkes çok mutlu orada, herkes sürekli gülümsüyor, hayat yeterince zor değil gibi özenli bir çaba gösteriliyor. Fakat bunun gerçeklikle pek ilgisi yok. Özellikle bu tip sosyal medya kullanımı veya kendi çemberimizdeki kişiler üzerinden yürütülen gizli bir yarışta, kendimizden daha genç daha başarılı görünen birine rastladığımızda ruhsal bir çöküş yaşıyoruz. Çözümümüz de çok basit, taklit etmek. Belki bu karşılaştırma içinde geç kalınmışlığı ve yeterince efektif sonuca ulaşamadığımızı anlatıyor. Belki zamanımızı boşa geçirdiğimizi düşündürüyor. Fakat bunlar asıl problemlerimizin hiçbir kırıntısını içinde barındırmayan yüzeysel ve görünür tarafları bu yarışın.

Bir konfor alanı arayışı içindeyiz aslında. Bu arayış içinde şu anda konforlu görünen ama ulaşmak istediğimiz noktaya ulaşmamızı engelleyen özelliklerimizden veya ihtiyaçlarımızdan, daha da doğrusu ihtiyaç gibi görünen alışkanlıklarımızdan, nesneleştirdiğimiz ve anlamlar yüklediğimiz yanılgılarımızdan vazgeçemiyoruz. Yani problemin çözümü, ulaşmak istediğimiz nihai konfor alanına ulaşmak için şu anda içinde bulunulan konfor alanından çıkmak olabilir. Yüzeysel taklitlerle belirli bir süre her şey iyi gidiyormuş gibi yapabiliriz, içinde çözümü barındırdığını düşündüğümüz yanılgılarımıza ve ego olarak görülen dışavurumlarımıza sarılarak güçlü bir karakter çizebiliriz fakat, sonunda tüm bunların problemi daha da derinleştirdiğini fark ettiğimizde genellikle çok geç oluyor. Beynimiz yaşımız ve kariyerimizi bir eksene koyup; diğer eksene başarıları ve ele geçirilen varlıkları koyarak bir grafik çizmeye çalışıyor. Bu grafiğin 45 derece açıyla sabit bir eğri üzerinde sürekli olarak doğrusal yükseleceği gibi bir düşüncemiz var. Fakat hayat; inişli çıkışlı. Eğrinin çok üstüne çıktığımızda kendimizi iyi hissediyoruz, yine bazı dönemlerde beklentilerimizin ve olmamız gerektiğini düşündüğümüz noktanın biraz altında kaldığımızda korku ve panik başlıyor.

Borsada da durum aynı şekilde. Sürekli olarak sabit bir oranda yükselmesini bekliyoruz piyasaların. Beklentilerimizin üstünde artışlar gördüğümüzde bu bizim yeni gerçekliğimiz oluyor ve daha fazlasını istiyoruz. Yine bazı dönemler panik halinde olması gerektiğini düşündüğümüz fiyatların altına düştüğünde hisseler; biz de aynı paniğin içinde buluyoruz kendimizi. Zaten işte bu durum dışa bağımlı ve karşılaştırmalı, sürekli kıyas yaptığımız maddi yanılgılarımızın akışa göre hareket etmesine sebep oluyor. En başta konuştuğumuz konu. Akış halinde olmanın kendimizin değişime ayak uydurduğunu ve gereğini yapıldığını gösterdiğini düşünüyoruz. Fakat aslında olan şey; suyun içinde nehrin akıntısına kapılıp verdiği hiçbir kararı kendi başına alamayan tamamen kendini akışa bırakmış olmak. Warren Buffett’ın bahsettiği yağmur yağdığında nehrin yükselişini kendi ayak çırpması sanan ördeğin hatası bu işte. Hayatın kendisiyle de doğrudan bağlantılı bir konu.

Ve şöyle düşünmemiz gerek. Akan bir nehirde sonsuz su moleküllerinden biri; ben geride kaldım, diğer moleküller benim önümde ve daha iyi bir zamanda akıp geçtiler diyebilir mi? Yanımdaki, hemen önümdeki diğer su tanelerinin durumları benden daha iyi diye düşünebilir mi? Sanırım biraz böyle bakmamız gerekiyor. Elimizdeki kullanmak üzere bulunan zamanı da böyle düşünmeliyiz. Bir nehirde hareket eden ve bir yerlere ulaşmak üzere başlangıç ve bitiş noktası olan çağlayan bir nehrin içindeyiz. Kararlarımızı ve düşüncelerimizi kendimizin oluşturduğunu düşünüyoruz ama çoğunlukla hayatımızı etkileyen birçok faktör tamamen dış etmenlerden kaynaklı. Benim neden bir mühendis olduğum veya bu yayını dinleyen herhangi birinin neden öğretmen olduğu, neden avukat olduğunu açıklamak sadece kişisel kararlarımızla mümkün değil. Zaten birikim ve yatırım üzerine konuşurken ve finansal bağımsızlık konusunu ortaya atarken bunu anlatmaya çalışıyorum bir yandan. Kararlarımızı saf bir şekilde bağımsız olarak alabilmek konusu yani. Büyük bir çoğunluk bundan mahkûm. Ama öyle olmadığı gibi yanılsamanın içine giriyor. Ve bu yanılsama; tüketim ve maddiyat üzerine kurulu gücün paradan geldiği ve bunu göstermenin insanı güçlü yaptığı gibi bir denklemle kabul ediliyor. Bu çok yanıltıcı. Çıkarımlarımızın hatalı sonuçlarının önümüze koyduğu yaşam tarzları bizi sisteme ve düzene daha çok bağlıyor.

Bu bölümü hazırlarken özellikle gençliğim üzerine çok fazla düşünmeye çalıştım. Şu andaki düşüncelerime ulaşmak için geçtiğim yolları tekrar hatırlamaya odaklandım. Hatırlıyorum, özellikle liseden itibaren genellikle düşündüğüm şey; bu günlerin bir şekilde biteceği ve bir gün tamamen özgür olabileceğim üzerineydi. Her sabah okula gitmek veya zorunlu bir şekilde derslere girmek benim için çok ciddi bir işkenceydi. Hele hele ödev yapmak. Hiçbir ödevin olmayacağı okuldan sonraki iş hayatının özgürlüğünü hayal ediyordum sürekli. İşe giden insanlara özeniyordum. Çoğunlukla yazları istedikleri gibi tatil yapabiliyorlardı ve sürekli düşünmek zorunda oldukları bir dersleri veya almaları gereken notlar yoktu. Hayatımın tamamen kurtulacağını düşünüyordum okul biter bitmez. Üniversite için bu konuda çok hevesli değildim ama yine de biraz da olsa daha serbestlik yaratacağı için heyecanlıydım. Ve hatırlıyorum, küçüklüğümden beri bir şeyleri zorunlu olarak yapmanın acısını yaşadım. Bu benim için çok büyük bir acıydı, kemiklerim kırılsa veya bir uzvum kopmuş olsa ancak bu kadar acı çekebilirim sanırım. Sonra, zorunlu olarak okumam gereken eğitim hayatı bitti. Diplomamı aldığım gün Çarşamba veya Perşembe olması lazım. Büyük bir şans eseri bir sonraki pazartesi hemen iş başı yaptım bir yerde. Çok heyecanlıydım çünkü sonunda istediğim gibi yaşayabilecektim. Devamsızlık diye bir şey yoktu artık. Gerçi üniversitede bunu biraz gördüm ama artık net bir şekilde istediğim zaman izin alabileceğim bir işim vardı. En azından öyle olduğunu sanıyordum. Not sistemi diye bir şey de yoktu artık. Sonraki 1-2 yıl içinde fark ettiğim bir şey oldu. İş hayatı; okul sisteminden çok da farklı değil. Hatta çok daha problemli. Özgürlüğüme kavuşacağımı düşündüğüm yerde kendimi çok daha fazla köleleşmiş bir halde buldum. Aldığım kararları değerlendirdim, bu noktaya nasıl geldiğimi anlamaya çalıştım. Nerede hata yaptığımı bulmak için kafa yordum. Halbuki her şeyi olması gerektiği gibi yapmıştım. Hatta bir sonraki adım evlenmekti. Önümdeki checklistteki tüm maddelerin üzerine tek tek tik atmıştım neredeyse. Ama bulunduğum nokta; olmak istediğim yerden en uzak noktaydı. Sanki kendi başıma aldığımı düşündüğüm tüm kararlarım, günün sonunda tik attığım tüm hedeflerim, beni olmak istediğim kişiden uzaklaştıran birer illüzyon ürünü gibi görünmeye başladı. Hata yaptığımı fark ettim ve artık geri dönüşü olmayan bir yarışın içindeydim. Herkesin yaptığı gibi yaparak farklı sonuçlar elde edemeyeceğimi anladım ve çok kısa bir çalışma hayatı süresi içinde sanıyorum ilk 3-4 yıldan sonra, aradığım cevapların ve istediğim hayatın bu şekilde ulaşılamayacak bir hedef olduğunu fark ettim.

Aslında hepimiz benzer bir durumdayız. Çok basit ve sade hedeflerimiz var içsel olarak ama bunun dışavurumunda işler birazcık karmaşıklaşıyor. Özgür olabilme fikrinin herkes için geçerli olduğunu düşünüyorum ama buna ulaşmak için izlediğimiz yol bizi daha fazla kapana kıstırıyor. Sonrasında kendimize sahibi olabileceğimiz nesneler üzerinden bir geçici dopamin etkisi yaratıyoruz. Araba, ev, telefon, kıyafetler, sonra daha güzel kıyafetler, telefonlar, daha akıllı telefonlar, ayakkabılar, sonra yeni bir yürüyüş ayakkabısı; bunlar üzerindeki sahiplik duygumuz asıl hedefimize ulaşmak üzere yola devam ettiğimizi düşündürüyor. Fakat gerçekte olan şey; sonunda nesnelerin kontrolüne girmiş bireylerin yarışı içinde bulmak kendini. Sahip olduğumuz şeyler; sonunda bizim sahibimiz oluyor. Bütün ulaşabildiğimiz veya borç harç içinde elde ettiğimiz nesnelerin bizi tamamladığını düşünüyoruz çünkü fazlalık ve kalabalık bir sahiplik dürtüsü bize bunu hissettiriyor. Fakat yine aslında olan şey; tamamlanmaktan ziyade yeni boşluklar yaratılmasına sebep oluyor böyle nesneler. Açılan boşlukları tekrar doldurma isteği ve son çıkan telefona sahip olma isteği işte bize geride kaldığımızı ve başarısız olduğumuzu hissettiren illüzyonun bir parçası. Hayata bir yarış pisti gibi veya kontrolü bizde olan bir aracın pilotuymuş gibi yaklaştığımız sürece bu ruhsal çöküntülerimizden kurtulmamızın da bir yolu yok. Hayat aynı bir nehir gibi ve bazen yükseklerden aşağı düşeceğiz, bazen yolumuz daralacak hızımız artacak, bazen geniş bir ovada sakin bir şekilde ilerleyecek ve sonunda bir noktada yolculuk bitecek. Sürekli aynı hızda ilerleyip ve sürekli doldurmak için çabaladığımız bir checklist şeklinde değil yaşam.

Zaman kavramı üzerinde daha önce de çok defa konuştuk ve finansal olarak kendi lehimize nasıl kullanabiliriz zamanı bunları da kendi düşüncelerim üzerinden anlatmaya çalıştım. Piyasalarda da hayatın içinde de sürekli olarak geçmiş şimdi ve gelecek üzerine düşünerek bir yolda gidiyoruz. Bazen geçmişe çok fazla odaklanıyoruz; bazen geleceği çok fazla düşünüyoruz veya şimdinin kölesi olabiliyoruz. Hepsini aynı anda aynı oranda ve olması gerektiği gibi hissedemiyoruz. Problem de burada zaten. Geçmişi düşünmeliyiz, dersler çıkarmalıyız ama sürekli olarak geçmişte takılıp kalmamalıyız. Geleceği düşünmeliyiz; planlar yapmalıyız ve kendimize hedefler koymalıyız ama ertelediğimiz şeylerin önemini atlamamalıyız. Şimdi, şu an elimizde olan zaman belki en değerlisi fakat anı yaşamak olgusunu yanlış değerlendirebiliyoruz. Elimizdeki 3 zaman birimi de hep bir arada görüyoruz ve birbirleri içinde bir kıyasa sokuyoruz bunları. Sürekli bir çatışma halinde bu 3 zaman dilimi. Ve o yüzden elimizdeki kısıtlı zamanı anlamlı değerlendirmek yerine, geçmişe baktığımızda çoğunlukla pişmanlıklarımız oluyor. Şimdiyeyse yetişemediğimizi fark ediyoruz ve geleceğimizi şekillendiremiyoruz. Kurmaya çalıştığım zaman konsepti, çok kısa bir özeti olabilir aslında yaşadığımız geride kalmışlık hislerimizin.

Peki, zamanımızı iyi kullanma konusunda kendimizi nasıl değerlendiriyoruz? Biraz onlar üzerine de konuşmak gerekiyor. Başarıyı bir ölçü birimi olarak kullanıyoruz değerlendirme yaparken. Ama başarının tanımını yaparken ama yine bazı hatalar yapıyoruz. Nesneleri edinme yeteneklerimizle başarılı olma hali iç içe geçmiş durumda. Edinebilme kapasitemizle ölçülüyor çoğunlukla başarı. Bu bizim kendimize koyduğumuz bir ölçü biriminden çok çevresel faktörlerin bize dayattığı bir kıstas çeşidi. Başarılı olmaktan çok; başarılı görünmek bizim için her şeyden önemli o yüzden. Saydam bir fanusun içindeyiz ve çevremiz dışarıdan baktığında görmesi gerekenleri asıyoruz fanusun saydam duvarlarına. Kendimiz için yarattığımız birden fazla persona var. Ailemizle birlikteyken farklı bir maskenin altındayız. İş hayatında yine bir başka maskemiz var. Eşimize karşı da belki eğer iyi bir ilişkimiz varsa neredeyse kat kat giydiğimiz maskelerimizin en alt katmanı var. Genellikle sadece yalnız olduğumuzda tüm maskelerimizden arınıyoruz. Yarattığımız personaların ve dijital karakterlerin sanki gerçek bir simülasyon oyunundaki gibi başarılarını ve edinimlerini yarıştırıyoruz. Ve bunun bizi mutlu ettiğini düşünüyoruz. Kimse gerçeklerle yüzleşmek istemiyor çünkü maskeleri çıkartmak demek; saf hale dönmek ve tamamen çıplak kalmak, başarısızlıkla eşdeğer. Arabamız bizim koruma kalkanımız. Oturduğumuz ev güvenlikli kalemiz. Gittiğimiz tatiller fetih ettiğimizi düşündüğümüz yeni topraklar. Gittim, gördüm, yendim. İçinden çıkılmaz bir durumdayız. Tüm bunların sonunda kendimiz için umut kalmadığını fark ettiğimizde yani en azından kendimize bu itirafı yaptığımızda bu kez çocuklarımız üzerinden aynı döngü tekrardan başlıyor. Onları aynı yarışta bu kez başarılı bir karakter haline dönüştürmek için benzer hedeflere sürüklüyoruz. O yüzden belki de bütün problem bir başkasının bizim adımıza koymasına izin verdiğimiz başarı hedeflerinden kaynaklanıyor olabilir. Ne demek istediğimi tam olarak anlatabiliyor muyum emin değilim; belki borsayla – yatırımla hiçbir bir ilgisi olmadığını da düşünebilir büyük bir kesim ama; hepsinin birbiriyle çok yakından bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğer ne demek istediğimi anlatabiliyorsam; bu içinden çıkılmaz durumdan kurtulmak için yatırım yapmak zorundayız. Hatta en önemlisi de maddi olanlar değil, kişinin kendine yaptığı yatırımlar. Yine Babil’in En Zengin Adamı’na dönmüş olacağız ama orada Arkad; oğluna altın dolu bir sandık verirken yanında bir başka hazine daha önermişti. Diğer seçenek yalnızca bir kâğıt parçasıydı. Genç çocuk tabi ki altın dolu sandığı seçmişti ve kendini kanıtlamak için bu parayla bir başka şehre gidip yeni bir zenginlik inşa etmeye çalışmıştı. Babasının yarattığından daha büyük bir varlık kalesi inşa etmek istiyordu. Kitap hakkında konuştuğumuz bölümde yanlış hatırlamıyorsam detaylarına girmiştik, o yüzden başından geçenleri hatırlıyorsunuzdur. Arkad’ın oğluna verdiği diğer zarfta bir başka zenginlik olarak tarif ettiği şey; bilgi ve tecrübeleriydi.

Biz başarı kriterlerimizi maddi hedefler ve görünür materyaller üzerine kurguladığımız sürece; kendimizi başarılı olarak görmemizin hiçbir şansı yok. Elbette ölçümlenebilir bir başarı kriteri mutlaka olmalı fakat belirlediğimiz kriterlerin kaynağı; yeteneklerden ve bilgiden gelmesi gerekiyor sürdürülebilir olması için. Ben de Arkad’ın oğluyla benzer bir hatanın içindeydim çok uzun bir süre. Hatta zaman zaman baba konusunu açıyorum, bence evlatların hayatlarındaki en önemli rol modeller onlar. Çünkü günün sonunda belli bir yaşa geldiğinde bir bakıyorsun neredeyse tamamen ona dönüşmüşsün. Şöyle bir hayat görüşüm de var özellikle erkek çocukları için: oğlanlar en azından babalarından birkaç kat daha iyi şartlar sunmak durumundalar kendi çocuklarına. Bu benim için önemli bir başarı kriteri. Fakat benim işim biraz zor çünkü babam 11 kardeş içinde 2 göz bir köy evinde ilkokula 5-6km yürüyerek gidip ortaokuldan sonra yatılı okuyarak belli bir şartlara gelmiş. Onun babasından aldığı ve kendi çocuklarına yarattığı şartlar arasında dağlar kadar fark var. Eğer ben de kendi çocuklarıma hadi diyelim ki onun ve babasının arasındaki gibi aynı oranda bir artışla yaşam şartları sunmak istesem; bu neredeyse imkânsız gibi bir şey oluyor. Ama ben kendime hedef olarak bunu koydum çok uzun bir süre önce ve bir varlık kalesi inşa etmekten bahsederken bu hedefe atıf yapıyorum aslında. Genellikle aile şirketlerinin 3. nesilden itibaren batmasını veya çökmesini de tam olarak bu jenerasyonlar arasındaki asıl önemli olan, geçirilmesi gereken şeylerin atlanmasına bağlıyorum. Çok fazla babacı olduğum da düşünülmesin ama çünkü bir gün Zengin Anne, Yoksul Baba adında bir bölüm de yapmak istiyorum. Bu paraya bakış açıları farklı iki insanın aynı Robert Kiyosaki’nin anlattığına benzer bir şekilde bendeki etkilerini ve öğrendiklerimi anlatmak belki herkes için yararlı olabilir. Tabi çok fazla dağıtmayalım konuyu, kişisel örneklemeler üzerinden gitmeyi de çok fazla sevmiyorum. Kavramlar üzerinde konuşmak bence daha anlamlı.

Konuya dönersek, geride kaldığını düşünmek için insan kendi önüne birçok bahaneler sunabilir. Beynimiz bu tip işlerde gerçekten çok başarılı. O yüzden herkesin kendi için kurduğu ve çoğunlukla bir iğnenin dokunmasıyla patlayacak illüzyon balonu içindeki yanılsamalardan kurtulmak gerekiyor. Asıl önemli olana odaklanmamız lazım. Hayatta önemli olan nedir? Asıl başarı nedir? Asli ve değerli olan şeyler nelerdir ve bunlara nasıl ulaşabiliriz soruları; içinde bulunduğumuz tüm yanılsamaları dağıtacak sorular bunlar. Tabi eğer kendimize karşı dürüst davranabilirsek. Tüm bunları biraz kuğulara benzetebiliriz belki. Ne kadar zarif ve asil hayvanlar gibi görünüyorlar dimi? Suyun üstünde süzülerek sanki havada yürüyormuşçasına hareket ediyorlar. Fakat kadrajı biraz alta indirdiğimizde, suyun altına baktığımızda orada tam bir kaos ve çırpınış durumu hâkim. Suyun üstünde o şekilde rahat ve zarif görünebilmek için suyun altında ayakları o kadar hızlı ve şiddetli bir şekilde hareket ediyor ki; onun tüm bu süzülme edasının sebebinin su altında yattığını fark etmiyoruz çoğu zaman. Önemli olan her değerimizin veya başarımızın arkasında bu biz de olmayabiliriz bir rol model olabilir baktığımız. İncelediğimiz şeyler genellikle sonuçlar oluyor ama arkasındaki çaba ve uğraşı görmezden geliyoruz. Her şeyin kendiliğinden olabileceği gibi bir yanılgıya kapılıyoruz. Konforu seviyoruz fakat o konfora ulaşmak için gerekli zahmete ya da çabaya girmek istemiyoruz. Girsek bile çok yüzeysel bir şekilde sadece tek bir denemede elde ettiğimiz başarısızlık bizim için sonuç oluyor. Sonuç almanın böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum. Borsayla da çok ilgili bir konu bu. Şu ana kadar neredeyse işlem yaptığım hiçbir günde veya belki bazen daha uzun bir süre, bir hafta ve bazen ayları da bulabiliyor aldığım hisse tekrar aynı seviyeye dönmüyor. Genellikle de neredeyse kesin bir şekilde ilk aldığım gün hiçbir şekilde aldığım seviyenin üstüne tekrar çıkmıyor. Her işlemde o günün en pahalı noktasından almayı başarabiliyorum bir şekilde. Büyük bir çoğunluğun başına da geldiğini düşünüyorum bunun. Kimisi bunu hızlı bir sonuç olarak değerlendirip hemen bir yargıya varabiliyor. Kimisi belki 1 hafta dayanabiliyor ekranda kırmızı görmeye ve çok az bir yatırımcı belki birkaç ay bu psikolojiyi yönetebiliyor. Sadece borsa için de geçerli olmayan bir durum aslında. İş hayatında da aynı şekilde davranıyoruz. Aile içinde de neredeyse aynı. Sonuçlarla çok fazla ilgilendiğimizden dolayı yolun kendisiyle ilgilenmiyoruz.

İngiliz yazar Alan Watts’ın çok güzel bir örneklemesi var bununla ilgili. Hedef odaklı duygu durumlarımızın bir müzik ve bir yolculuk olarak karşılaştırmasını yaparsak onun tarif ettiği gibi. Yolculuğun, tabi yolculuk derken ulaşılması istenen bir başarı veya hedeften söz ediyoruz. Ne kadar hızlı yol alınırsa hedefe o kadar çabuk varılır dimi? Hayat tam olarak böyle değil ama. Müzik dinlemek gibi hayat. Bir müzik dinlemek istediğinizde hemen şarkının sonuna atlamak ister misiniz? diyor Alan Watts. Sadece sonlardan oluşan bir konsere gittiğinizi düşünün. Çok saçma olur sanırım. İçinde bulunduğumuzu düşündüğümüz yarışın içinde, çevremizdekilerin durumlarını kontrol ederken, en iyi en hızlı şoförü kendimize ölçü olarak alıp geride kaldığımızı düşünüyoruz. Biraz anlaşılabilir bir problem bu çünkü zamanla ilgili bir sıkıntımız var. Fakat geride kalındığı düşünülen her ne ise; sadece hızlı olmakla ve varış noktasına ilk ulaşan olmakla çözülebilecek bir problem değil bu. Kalıp bir söz var; yavaş akıcıdır ve akıcılık hızdır deniliyor. Kuğu örneğini de buraya bağlamak için verdim zaten. Ve sadece yatırım dünyasında değil; hayatın tam içinde yer alan bir problem bu hızlı olma isteği. İş dünyasında bir an önce kariyer basamaklarını tırmanmak istiyoruz. Veya mesela artık 5 yıllık bir okulu 4 yılda bitirmeyi başarı kriteri olarak görüyoruz. Evliliklerde aceleci davranıyoruz. Sürekli olarak bir yarış atı efekti içindeyiz ve durmayı, sakinleşmeyi hiç istemiyoruz. Kendimizi tamamlanmış hissetmek için ihtiyacımız olduğunu düşündüğümüz nesnelerle boşluklarımızı doldurmayı ve tam bir portre yaratmayı arzuluyoruz. Bana kalırsa durum yalnızca tüketim çılgınlığı veya iş hayatının acımasızlığı ya da piyasaların irrasyonelliğinden bahsedilerek açıklanabilecek kadar basit değil. Ana problemin büyük bir çoğunluğumuzun dopamin bağımlısı olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Ayrıca bize öğretilen şey de bu. Ve farkında olmadan, zoom out yapmadan, döngüsel tekrarlı problemlerimizin dışına çıkmamız da mümkün değil. Bu arada biraz daldan dala atlıyor gibi mi oldu emin değilim.

Bu bölümde daha çok içinde bulunduğumuz görünür veya görünmez olan yarışlardan söz etmek istemiştim. Ayrıca bir kişisel gelişim konu başlığı gibi olmaması için de çaba göstermeye çalışıyorum, çünkü öyle anlaşılmasını istemem. Umarım vermek istediğim mesajı doğru bir şekilde verebiliyorumdur.

Bu zoom out olayı çok ciddi bir kırılma noktası. Piyasaları bu anlamda hayatla da çok benzer bir şekilde değerlendirebiliriz. Grafik okumaktan pek hoşlanmadığımı ve arkasında anlamlı hiçbir temel veri olmadığından bahsetmiştim daha önce. Özellikle saatlik, dakikalık grafiklere bakmayı tamamen zaman kaybı olarak gördüğüm bir yatırım tarzım var. Hayat da çok benzer bir şekilde aynı durumda. Şimdiyi yaşamak olarak gördüğümüz bir yanılgıya düşüyoruz. Aynı piyasalardaki gibi anlık verilerin, anlık gelişmelerin koşuşturmacası içinde kaybolabiliyoruz. Bazen birkaç adım geriye atıp daha geniş bir perspektiften bakmak gerekiyor. Koşuşturmanın içinde kaybolmaktan kendimizi geri çekebilirsek, yorum gücümüz ve kritik düşünme yeteneğimiz çok daha fazla gelişebilir. Bu da bizi yarıştan dışarı çıkartarak geride kalma hissinden kurtarabilir. Ciddi bir direnç gerekiyor bunun için. Ve direnme gücümüz aynı bir kas yeteneği gibi. Çalıştıkça gelişiyor. Ağrı eşiği gibi; zorladıkça, farkında olmadığımız sınırlarını keşfediyoruz. Ve işte böyle bir farkındalık, hiç içinde olunmayan bir yarışta size alt edilmesi çok güç bir avantaj sunabilir.

Objeler ve nesneler üzerinden tüketim odaklı bir hayatın bizi ulaşmak istediğimiz hedefe yaklaştırdığı gibi bir düşünce içindeyiz fakat gerçeğin bu hislerle pek alakası yok. Ama bir çoğumuz bu yüzden yatırım yapıyor. Bir hissenin fiyatı yükseldiğinde hedefe daha çok yaklaştığını hissedip seviniyor veya henüz hissenin paylarından yeterince edinmediğini düşünüyorsa üzülüyor. Bu metriklerle belirlenen hedefleri insanın önüne konulan ve hiçbir zaman yetişemeyeceğinden haberdar olmadığı havuçlara benzetiyorum. Bu yüzden sık sık finansal bağımsızlık yolculuğunda olanlar ihtiyaçları olan varlık miktarlarında güncelleme yapmak zorunda kalıyorlar. Her sene bir öncekine göre daha fazla yol almaları gerekirken enflasyon veya ekonomik sebeplerle hedeflerinden uzaklaştıklarını düşünebiliyorlar ya da en azından yerinde saydıklarını sanıyorlar piyasanın geri kalanına göre. İlerleyememiş gibi görünmek geride kalmış olmakla aynı anlama geliyor. Bir sonraki sene tekrardan %4 kuralına göre ihtiyaçları olacak portföy büyüklüklerini hesaplamaya başlıyorlar ve aynı bir matematik paradoksu gibi her defasında yolun kalan kısmının belirli bir oranını gidebildiklerini fark ettiklerinde, eğer hesaplama yetenekleri yeterince iyiyse bu şekilde yolu hiçbir zaman tamamlayamayacaklarını görüyorlar. Ve birçok belirsizlik var ayrıca hesaba katılmayan. Bu umutsuzluğu fark etmek, sizi bir anda belirli bir seviyeye geldiğinizi düşündüğünüz yarışta, tekrardan başlangıç çizgisine geri döndürebilir. Çünkü tam bu noktada genellikle portföyler bozuluyor veya yatırımla ilgili de olmayabilir; problem her neyse artık umursanmamaya başlanıyor ama bunu anın tadını çıkarmak söz kalıbıyla birleştiriyorlar ve başarısız olunduğunu gizleyecek bir maskeyle yapılıyor. Ben hayat ve piyasaların böyle işlemediğini düşünüyorum. Başarı kriterleri portföy büyüklükleriyle veya kariyer basamaklarındaki arzulanan pozisyonlarla; edindiğimiz objelerin, nesnelerin sağladığı dopamin miktarıyla belirlenmemeli.

Bizi anlamlı kılacak asli ve değerli olan şeyi belirlemek bence hayattaki tek amaç olabilir ve herkesin için farklılık gösterebilir. Ben tüm anlamsız yarışlardan sıyrılabilmenin ve önemli olana odaklanabilmenin en kolay yolunun kimsenin seni bir daha rahatsız edemeyeceği bir varlık kalesi yaratmakla mümkün olduğunu fark ettim kendi adıma. Kendi özgürlüğünü satın almış eski bir köle olarak kendimi tamamlanmaya yakın hissediyorum, bu şekilde. Son zamanlarda bunu bir kere daha fark ettim. Özgür olmak bana göre bir şeyleri yapabilme serbestliği değil; istemediklerini yapmama seçeneğini seçebilmek. Ve saf bir özgürlükten söz etmek belki mümkün de olmayabilir; o yüzden daha çok bağımsızlık kelimesini kullanmayı seçiyorum. Ve şunu unutmamak gerekiyor; her şey para değil. Belki birçok problemi çözebilir ama içsel huzurun sağlanmasında pek bir katkısı yok bu kâğıt parçasının. Dünyadaki bütün mutlulukları parayla satın alabileceğini düşünenlerin birçoğu o noktaya ulaşamıyorlar ve gerçekten de her şeye sahip olabilecek kadar zenginliğe ulaşanlar da bu kâğıt parçasının sadece bir araç olduğunun farkına varmış durumdalar. O yüzden nesnelere gereğinden fazla anlam yüklemek yerine cevapları başka bir yerde aramalıyız belki. Piyasalara biraz da bu gözle bakmak lazım. Önemli gördüğümüz herhangi bir şeyin içsel değerinden uzaklaştığımızda ekranlara bakan maymunlardan pek de bir farkımız kalmıyor çünkü.

Önceki Bölüm

Risk ve Getiri

Sonraki Bölüm

Şirket Seçerken Hangi Kriterlere Dikkat Etmeliyiz

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint