/
36 mins read

Paranın Kısa Tarihi

Bu bölüme ufak bir hikayeyle başlayalım; çünkü çok kullanacağız ilerde. Monopoly oynamayı çoğumuz biliyoruz sanırım. Bilmeyenler için veya aslında bildiğini sananlar için de hikâye şöyle başlıyor:

Büyükannem müthiş bir insandı. Bana Monopoly oynamayı öğretmişti. Oyunun amacının elde etmek olduğunu anlamıştı. Biriktirebildiği her şeyi biriktirir ve sonunda oyun tahtasının tek hâkimi olurdu. Ardından bana hep aynı şeyi söylerdi. Bana bakar ve şöyle söylerdi: “Bir gün bu oyunu oynamayı öğreneceksin.”

Bir yaz, neredeyse her gün, sürekli Monopoly oynadım ve o yaz oyunu oynamayı öğrendim. Anlamıştım ki kazanmanın tek yolu elde etmeye olan koşulsuz bağlılıktı. Anlamıştım ki para ve mevkiler sizin skorunuzu artırmaya yarıyordu. O yazın sonunda, artık büyükannemden daha acımasızdım. Eğer oyunu kazanmam gerekiyorsa, kuralları bile eğip bükmeye hazırdım. O yılın sonbaharında büyükannemle oturduk ve tekrar oynadık.

Sahip olduğu her şeyi elinden aldım. Onu, son dolarını verip mutlak bir yenilgiyle ayrılırken izledim. Ardından, bana öğreteceği bir şeyi daha vardı. Sonra dedi ki: “Şimdi hepsi kutuya geri dönüyorlar.” Bütün o evler ve oteller. Bütün demiryolları ve kamu şirketleri. Bütün o gayrimenkuller ve olağanüstü para. Hepsi kutuya geri dönüyorlar. Zaten hiçbiri gerçekte senin değildi. Bir süreliğine olayın büyüsüne kapıldın. Sen oyunun başına oturmadan çok önce de buradaydılar… ve, sen gittikten çok sonra da burada olacaklar. Oyuncular gelir ve gider. Evler ve arabalar… unvanlar ve kıyafetler… hatta bedenin bile.

Aslında gerçek şu ki; elde ettiğim, tükettiğim, biriktirdiğim her şey; gün gelip kutuya geri dönecek ve ben her şeyimi kaybedeceğim. Kendinize sormanız gereken soru; nihai terfiinizi aldığınız zaman, nihai alışverişinizi yaptığınız zaman, mükemmel evinizi satın aldığınız zaman, birikim yapıp maddi güvencenizi sağladığınız zaman ve başarı merdivenlerinin basamaklarını tırmanıp gelebileceğiniz en yüksek noktaya geldiğinizde… heyecanınız da kaybolur. Kaybolacaktır. Peki sonra ne olacak? Yolun sonunu görebilmek için daha ne kadar çaba sarf etmek zorundasınız? Eminim anlıyorsunuzdur… hiçbir zaman yeterli olmayacak. Öyleyse kendinize şu soruyu sormak zorundasınız: Asıl önemli olan nedir?  

Bazılarınızın bildiği, Zeitgeist belgeselinden bir kısımla başlamak istedim bu bölüme. Moving Forward yani Yol Almak bölümü bu konuşmayla başlıyor. Parayla olan ilişkimizle ve tüketici alışkanlıklarımızla doğrudan bağlantılı bir giriş olduğunu düşünüyorum. Çok eski bir belgesel ama tavsiye ederim herkese. Mutlaka izlenmesi gerekenler listemde üst sıralardadır bu belgesel.

Çarpıcı bir bilgiyle direkt konuya girelim mı? Dünyanın en zengin %1‘lik kesimi tüm dünya varlıklarının toplamının %50’sinden fazlasının sahibi. Böyle bir şey nasıl olabilir? Nasıl bu noktaya geldik? Bunun üzerine düşündükçe sizi bilmem ama bende biraz mide bulantısı oluyor.

Nasıl bu noktaya geldiğimizi anlamak için önce paranın ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Bildiğiniz gibi para bir takas aracı. Popüler yanlış yorumlarımızın aksine; aslında para bir devletin yarattığı bir şey değil-di en azından. Bunu anlayabilmek için paranın evrimini anlamamız gerekiyor ilk başta.

Ta en başından başlayalım. Homo sapiens tarihinin -günümüzdeki verilere göre- yaklaşık 250.000 yıl öncesinde başladığını kabul edersek -bu arada evrim karşıtlarına da selam olsun. – neyse, ilk atalarımızın torunları bir noktada; avcı toplayıcı toplumdan, tarım toplumuna geçiş yaptı bildiğiniz gibi. Bu noktada, yerleşik hayatta artık üretim üzerine ve saklama-depolama üzerine inşa edilen bu yeni düzende; insanlar birbirleriyle daha maddeye dayalı bir iletişime geçmeye başladı. Örneğin; buğday eken bir köylü, köyün ihtiyacını karşılarken et ve süt ürünleri karşılığında elindeki buğdayı takas ediyordu. Geçen kış mesela 20 kilo buğday verdiği bir arkadaşından daha sonra almak üzere et veya başka bir şey istiyordu. Herkes bir başkasıyla alışverişinde bu şekilde akıl defterinde yazılı olan bir kayıt tutuyordu. Tabi herkesin takas için kullandığı mal, bir diğeri için bazen bir anlam ifade etmiyordu veya ihtiyacını da karşılayamıyordu. Çok küçük popülasyonlu ve dışa kapalı olan ilk yerleşik atalarımızda bu çok fazla sorun olmamış olabilir ama bir noktada artık takas konusunda problemler, karmaşalar yaşandığı çok açık.

John Nash’in Oyun Teorisine benzer bir problem var burada aslında. Bazı toplumlarda bu takas problemi merkezi bir sistemle çözülmeye çalışıldı. Herkes yetenekleri doğrultusunda üretip; buğday tarlası olan buğdaylarını, demir işleyebilen yetenekli bir köylü alet edevatlarını veya üzüm yetiştiren biri üzümlerini bu merkezi bir otoriteye verecekti. Bu merkezi otorite de toplumun ihtiyacına göre herkese eşit bir şekilde tüm ürünleri ihtiyaç duyulan kadar dağıtacaktı. Hatta böyle bir toplum deneyinin en ünlüsü ve en büyük ölçeklisi de çok zaman önce değil, Sovyetler Birliği’nde yaklaşık 40 yıl önce son buldu. Yaklaşık 3.000 yıl önce akıllı bir atamız; buğday ve et takasında veya bir savaş aleti ile kıyafet takasında gerçekleşen bu değer biçme karmaşasına farklı bir çözüm sundu. Dedi ki; yahu bu şekilde hem herkes tam olarak ihtiyaçlarını karşılayamıyor, hem de neyin neye karşı ne kadar değerli olduğu konusunda tartışma yaşıyoruz. Gelin şu bronz ve bakırlar var ya? Onları takas edelim birbirimizle. Onlara bir değer biçelim. Yani en azından bir malın değerini bakır sikkelerle ölçebiliriz. Bize 3. bir madde lazım daha kolay alışveriş yapabilmemiz için. Tabi bronz ve bakırlara gelene kadar, hatta daha sonrasında da, geride kalmış toplumlarda deniz kabuklarından tutun, tuza kadar -evet bildiğimiz tuz bu- çok daha farklı maddeler de takas aracı yani para olarak kullanıldı bu arada. Peki toplumların geride kalmasının ana sebeplerinden biri, kullandıkları para birimleri olabilir mi? Bu soruya ileride geleceğiz.

Tabi bir süre sonra, köyün ihtiyacı için gerekli yüklü et alımında mesela; karşılık olarak taşınamayacak kadar tuz istendiğinde bunun zorluklarıyla karşılaştık. Veya dışa kapalı bir adada kullandığımız deniz kabuklarıyla mutlu mesut yaşarken karşı adadan gelen yabancıların duruma çakması sonucunda kısa sürede deniz kabuğu rezervleri 10 katına çıkınca devalüasyonla karşılaştık. Yavaş yavaş bu yeni icat olan paranın nasıl olması gerektiğiyle ilgili bir fikir yürütüyorduk artık. Yine ilk borç senetleri de bu dönemlerde çıktı. Ama bildiğimiz borç senetlerinden değil bunlar; hani kırtasiyeden aldığımız hiçbir değeri olmayan, yoktan var edilen senetlerden değil. Veya hani şu hazinenin yoktan var edip de; merkez bankasına para bastırdığı senetlerden de değil. Merkez Bankaları da hazineyi mi kırtasiye gibi kullanıyor yoksa? Hımm şimdi biraz düşünmeye başladık dimi? Ama daha oralara var, biraz frene basalım. Tüm bunların keşfi için zekamızın daha da sivrilmesi ve 5000 küsür yıl daha geçmesi gerekiyor. Bu bahsettiğim senetler proof of work senetleri. Bitcoin’e ucundan bir yerden girmesem olmaz yani geç bile kaldım. Proof of work yani iş kanıtı senetleri. Sümerler MÖ 3000 yıllarında kullanıyordu bunu. İşçilere o günlük çalışmaları karşılığında alabilecekleri bira, yemek gibi ihtiyaçlarını kazıdıkları kil tabletleri dağıtıyorlardı çalışma sonunda. Yevmiye gibi, yani bir nevi maaş. Ne kadar ekmek o kadar köfte. İşçi-işveren ilişkisi yani anlayacağınız binlerce yıllık bir geçmişe sahip. Bu kadar geriye gitmişken Babil’in En Zengin Adamı Arkad’ı anmadan geçmek olmaz. Mutlaka tavsiye ederim bu kitabı okumanızı da. Finansal düzene binlerce yıl öncesinden açılan bir pencere adeta, başucu eseri bir kitap benim için. Aslında Babil İmparatorluğunda kurulan sosyal statü ve Hammurabi kanunlarıyla oluşturulan sosyal düzen 3000 yıl sonra bile çok değişmedi. O dönem 3 çeşit sınıf ayrımı vardı; üst insanlar, sıradan insanlar ve köleler. Hani başlarken demiştik ya şu anda dünyanın en zengin %1’lik kesimi toplam dünya varlıklarının %50’sinden fazlasının sahibi diye. Şu anda bile milattan sonra 2000’li yıllardayız, düşünün sınıflar arasındaki gelir adaletsizliğini ve farkını. Hatta kendi topraklarımızı ele alalım çok uzağa gitmeyelim, yoksulluk sınırında yaşayan bir aileyle; açıp Türkiye’nin en zengin iş adamları listesinden herhangi bir isme bakın ve karşılaştırın aradaki farkı… Sizce Babil’deki bir köleyle üst insan arasındaki farktan çok farklı olabilir mi bu aradaki sınıf farkı? Büyükanne ne demişti? Biz oyunun başına oturmadan çok önce de buradaydı oyun. Ve biz gittikten çok sonra da burada olacak. Oyuncular gelir ve gider.  Neyse biz konumuza dönelim, para teknolojisi en büyük atılımını yapıyordu. İlkel bir takas yönteminden kil tabletlere, borç senetlerine oradan da bakır bronz sikkelere çok hızlı bir geçiş yaşandı, geniş ölçekten baktığımızda tabi.

Periyodik tablonun da keşfine daha çok olduğundan hangi materyallerin para olarak daha iyi iş yapacağına çok emin değildik. Metal alaşımlar yapma veya doğadaki saf olmayan metalleri ayrıştırıp saflık oranını artırma gibi yeteneklerimiz de yoktu. Ya niye olsun ki? Böyle bir şeye ihtiyaç duymamıştık binlerce yıldır. Yine de periyodik tablodan ve alaşım yeteneklerimizden çok daha önce altın ve gümüşün bu iş için en ideal metaller olabileceğine kafa yormaya başlamıştık aslında. E tabi insanlığın doğuşundan beri parlak şeylere karşı hep bir ilgimiz vardı, güneş, ay, yıldızlar… Paranın da altın veya gümüş olarak kabul görmesi çok da şaşırtıcı değil yani. Şehir Devletlerinin de toplumsal düzeni yeniden organize etmesiyle birlikte imparatorluklar, krallıklar kuruldu. Bu imparatorluklar ve krallıklar, genellikle dönemin çok ciddi altın ve gümüş hazinelerine sahip ailelerinin üstünde yükseldi. Paranın binlerce yıldır, zaman içinde kaybolmayan en önemli özelliğini; sağladığı güç olarak değerlendirebiliriz bence. Para = güç denklemi çok eski bir hikâye yani. Tam da bu noktada, milattan önce 600 yıllarına geldiğimizde; Lidya Kralı Alyattis yeni bir parasal düzeni başlatan ilk darbeyi vurdu. Krallığın kendi madeni parası; semboller bulunan kalıplarda darp edilerek basılmaya ve şekil verilmeye başlandı. Bu sembollerle basılan metallerle birlikte bugünkü darphane kelimesinin kökeni de bu basım işlemine atfedildi. Yeni parasal düzen başladı diyorum çünkü; devlet ve para artık birleşmişti ve bundan sonra da kolay kolay ayrılacağa benzemiyor gibi. Bunu büyük bir gelişme olarak değerlendirmemizin nedeni artık paranın yavaş yavaş bazı standartlara oturması. Çünkü Kral Alyattis bu sikkelerin %75 altın ve %25 gümüş alaşımından olacağının sözünü vermişti bize.

Çoğumuzun aslında pek düşünmediği, ama en önemli konu bana göre… 1 tane Lidya sikkesiyle ne alabilirdik? Bu konuda net bir cevabımız yok çünkü… hani Kral Alyattis bize söz vermişti ya %75 %25 karışım oranında? İşte şimdi geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki -tabi burada sadece kralı tek başına suçlamak istemem ama- krallık maalesef bu sözünü tutmamış, zaman içinde altın gümüş oranları %50’ye kadar düşmüş, hatta zamanla daha da az saflığa. Elimizdeki bu döneme ait eski sikke kalıntılarına bakarak bunu çok net görebiliyoruz.

Bu noktada Satoshi Nakamoto’nun kendisinden bir alıntı yapmak istiyorum. Şöyle diyor bir yazısında: Geleneksel para birimleriyle ilgili temel sorun, sistemin çalışması için gereken tüm o güven mekanizmasıdır. Merkez bankasına para biriminin değerini düşürmemesi için güvenilmelidir, ancak fiat para birimlerinin tarihi bu güvenin ihlalleriyle doludur.

Kısmen hard money kabul edebileceğimiz bu ilk versiyonda bile; para birimlerinin tarihini geçtim, daha ilk çıkış noktasında bile bu güven ihlaliyle karşılaşıyoruz. Bu gerçekten çok ilginç geliyor bana. Bu arada fiat para, hard money gibi değişik kelimeler kullanmaya başladım biliyorum, tüm bunların hepsine ilerde geleceğiz. Ama hız kazanmadan önce biraz daha yavaşlayalım. Çünkü bu ilk çıkış noktasını iyi anlarsak, daha sonrasında iyice karmaşıklaşacak para piyasasını da daha iyi anlayabiliriz bence.

Takasta kullanılan bu sikkelerin değerini ağırlıklarına göre ölçmek yerine, face value denilen yani görünür değerleri kabul edilip ve takasta bu şekilde kullanılmaya başlandı. Bu ilk darphanelerde de paranın üstüne kimin bastığını, değerinin ne olduğu işlendi. Yani kral diyordu ki; ben bu metalleri darp ettim ve üzerine çeşitli şekiller koydum dolayısıyla bilin ki bu sikkeler krallığın koruması altında, gerçek değeriyle uğraşmak yerine belirlediğimiz face value yani görüntüdeki değerleriyle kullanın. Bugün fiat paraların üzerinde gördüğümüz rakamlar da birer face value’den ibarettir. Tanıdık geldi dimi? Bugün elinize herhangi bir para birimini alın. Üstünde bir kral/kraliçe veya bir kurucunun resmiyle birlikte, kimin bastığını ve imzasını görürsünüz. Tamamen bir güven mekanizmasına bağlıdır paranın üstünde yazan rakamın alım gücü de. Güvenilir ve güçlü olmayan devletlerin para birimleri diğer devletlerin para birimlerine göre daha değersizdir her zaman. Paranın ilk defa içsel gerçek değerinden uzaklaştırılıp, tartarak değerlenmesi yerine; manevi ve nicel olmayan bir değer ekledi Lidya Kralı Alyattis. Ve bu yeni yaklaşım şüphesiz çok hızlı bir biçimde benimsendi. Aklınıza Venezuela’daki el arabasında ağırlığınca para taşıyan ve bakkaldan kilolarca para karşılığında tavuk alan adamı getirin. Venezuela Bolivar’ının üstündeki görünür değerin yerle bir olduğu, sadece ağırlığının önemli olduğu bir dönemden geçtik, hala geçiyoruz. Face value denilen şey böyle bir şey işte; inanç sistemine dayanıyor. Tabi milattan önce Lidya krallığında bu daha kolaydı, çünkü kral yeni bir kanun çıkarttığında buna koşulsuz şartsız uymak gerekiyordu ve sorgulamak da mümkün değildi.

Alyattis’in oğlu Kroisos da kendini en güçlü ve en zengin Lidya kralı yapan farklı bir atılım yaptı; babasından sonra devraldığı krallığında, yeni para standardı oluşturarak; saf altın ve saf gümüş olarak parayı ikiye ayırdı. Tabi bunu yaparken çok enteresan bir şey daha yaptı; gümüş ve altının bu eski alaşım paralara karşı takas oranını aşırı yükseltti. Toplumun zaten altına olan ulaşımı çok kısıtlıydı; insanların elindeki gümüş veya gümüş-altın alaşımlarının değerini daha da düşürüp yeni teknoloji diyebileceğimiz altını saflaştırma işlemi yaparak kendi hazinesini daha da güçlendirdi. Yine bir devalüasyonla karşı karşıyayız burada da. Onun döneminde Lidya, topraklarını 3 katına çıkardı ve elde ettikleri hazinelerle birlikte o zamana kadar yaşamış en zengin krallar arasına girdi Kroisos. Ta ki Persler gelip de şehirlerini yıkıp geçene kadar. Büyükannenin dediği gibi. “Şimdi hepsi kutuya geri dönüyorlar.” “Bir süreliğine olayın büyüsüne kapıldılar.”

Artık paranın ne olması gerektiği ile ilgili binlerce yıldır süregelen bir tecrübemiz vardı. En önemli aranan özellikler nelerdi peki;

  • Kolay taşınabilir olmalı
  • Birimlere bölünebilmeli
  • Çok kolay üretilememeli
  • Fiziksel olarak da dayanıklı olmalı

Tüm bu süreç sonunda, bana göre aynı Darwin’in Evrim Teorisinde olduğu gibi en güçlü olan değil en uyumlu olan ayakta kaldı. Altın ve gümüş. Bu metaller para olarak yaşamını sürdürebilmesi için tüm kriterlere uyuyorlardı çünkü. Sapsarı parlaklığıyla ve tüm ihtişamıyla her gün bize kendini gösteren, gözlerimizi kamaştıran güneşe tapınan en eski atalarımızdan sonra, artık tapacak yeni bir parlak sarı nesne bulmuşlardı yeni daha akıllı atalarımız.

Yani öyle ki zamanda biraz ileriye sıçrayalım; 1519 yılında İspanyol denizci Hernan Cortes yanında 550 adamıyla bugünkü Meksika’ya ilk geldiklerinde, yerli Aztec’lerin altınlarını gözleri dönerek alırken; yerli halkın sadece süs için kullandığı bu parlak sarı taşı neden bu kadar çok istediklerini, tıpkı maymunlar gibi taşları çalmaya çalışmalarının sebebini sorması üzerine: “Ben ve arkadaşlarım, sadece altınla giderilen bir kalp hastalığından mustaribiz.” diyecekti.

Kızılderililer, Aztecler, İnkalar hepsi üzerinde oturdukları doğal zenginliklerle uyumlu hareket ederken; doğudan gelen ve daha önce görmedikleri büyüklükte, ihtişamda denizin üstünde hareket eden devasa gemileri gördüklerinde hayrete düştüler. Bu gemilerden inen, değişik kıyafetli varlıkların tanrı mı yoksa uzaydan mı geldiğini anlayamadılar; metale şekil verebiliyorlardı ve çok değişik silahları, hayvanları vardı. Gerçekten de bir uzaylı istilası gibi oldu Amerika’nın keşfi. Bu konuyla ilgili çok sevdiğim 2 kitap var Jared Diamond’ın yazdığı Tüfek, Mikrop ve Çelik. Harari’nin yazdığı Sapiens. Tabi Sapiens’te genel olarak insanlık tarihini anlatıyor ama Amerika’nın keşfini Uzaydan Gelen İstila isimli bir bölümde paylaşıyor.

Özellikle Amerika’nın nasıl keşfedildiği üzerinde duran Tüfek, Mikrop ve Çelik’te de neden bizim Amerika’yı keşfedip ele geçirdiğimizi ya da tam tersi neden Amerika’daki yerlilerin Avrupa kıtasını keşfedemediğini anlatıyor. Arada çok ciddi bir teknoloji ve güç farkı var keşfedilen ve keşfeden arasında yani. Ana sebepler kitabın adından da anlaşılacağı gibi gelişmiş silahlara, Avrupalıların salgın hastalıklara karşı gelişen bağışıklık sistemine ve çeliğe şekil verebilmemize bağlanıyor. Ama ben burada biraz küstahlık yapmak istiyorum. Bana göre asıl neden; asıl teknolojik fark, daha üstün bir para biriminin keşfi. Çünkü çeliğe neden şekil verdiğimizin, neden gelişmiş silahlara ihtiyaç duyduğumuzun, salgın hastalıklara karşı neden bağışıklık kazandığımızın ana sebebi para ve onunla birlikte gelen güç.

En üstün para birimi olarak altını keşfettik milattan önce. Sonrasında da altını ele geçirmek için vahşice bir yarışa girdik. Köyler yağmalandı, madenler ele geçirildi. Taşı ve tuncu yontmayı çok öncesinden öğrenmiştik zaten. Silahlar ürettik başkalarının zenginliklerine el koyabilmek için. Bir başkaları da bizden daha gelişmiş silahlar üretti gasp ettiğimiz zenginlikleri kendilerine alabilmek için. Zarlar atıldı, oyun tahtası kuruldu ve düzen oturtuldu. Krallıklar, imparatorluklar, derebeylikleri kuruldu çalınan zenginliklerle. Doğunun zenginlikleri; ipek ve baharat Avrupa’ya taşındı. Dünya küçük bir köye döndü yavaş yavaş. Paranın elden ele dolaşmasıyla, insanların sarı parlak bir taş için oradan oraya koşturmasıyla hastalıklar yaydık etrafımıza. Kara vebayı atlattık mesela. Bunların hepsi, daha fazla o parlak sarı taştan toplayabilmek içindi. İnsanları aldatmayı öğrendik, zekâmız gelişti daha fazla sarı taş toplayabilmek için. Yalan söylemeyi öğrendik, doğaya hükmetmeyi veya katletmeyi demek daha doğru olabilir, hepsini öğrendik. O parlak sarı taşı ele geçirebilmek için her türlü hileyi öğrendik. Simyacı olmayı denedik, yoktan var edebilmek için. İnsanları alıp satmayı öğrendik, insan pazarlarında. Birbirimizin yanına hileyle ya da parayla nasıl sokuluruz, bunu öğrendik. Sokakta nasıl durup bekleriz, nasıl tuzaklar kurarız birbirimize, nasıl sözleşiriz, yolsuzluktan kazandığımız parayı nasıl savurup nasıl yeriz, hepsini öğrendik.

Şimdi anlıyoruz sanırım; neden Amerika’nın bizi değil de bizim Amerika’yı keşfedip yağmalayabildiğimizi… Çünkü 1521’e kadar Hernan Cortes, sadece 2 yıl içinde ve sadece 550 kişiyle 25 milyonluk Aztec İmparatorluğunu parçaladığı sırada, Aztec’ler para birimi olarak kakao taneleri ve kumaş toplarını kullanıyordu. Toplumların özelinde baktığımızda doğru veya yanlış para birimi seçimi diye bir şey yok aslında. Ama bu seçimlerimizin sonuçları var. Biz sadece altınla giderilebilen bir kalp hastalığından mustariptik. Onlarsa yenilip içilemeyen veya kıyafet yapılamayan; yani kendi başına içsel bir değeri olmayan ve sadece maymunların çalmaya çalıştığı bu parlak sarı taşı hiçbir zaman anlayamamışlardı.

Biraz derine indik ama; tüm gerçekliğiyle parayı anlayabilmek için ilk çıkış noktasına bakmamız gerekiyordu mutlaka. Para için ne demiştik; kolay taşınabilmeli, birimlere bölünmeli, kolay üretilmemeli ve fiziksel olarak da dayanıklı olmalı. Belki de tüm bunların ana kümesinde kapsayıcı bir özellik de son olarak; değer saklama aracı olmalı mutlaka. Yani daha önce de bahsetmiştik bundan; harcadığımız zamanı, emeği ve iş gücünü saklayabilmeliyiz. Belki de en önemli özelliği bu paranın. Nesilden nesile bile aktarılabilmeli. İşte tüm insanlığa şekil veren de bu özellik oldu bana göre. Avcı toplayıcı günlerimizden beri bir şeyleri saklamak, sonra kullanmak için stoklamak genlerimizde var zaten. Emeğimizi ve iş gücümüzü depolayabilme fikri; parayla yaratılan asıl teknolojik gelişim bana göre.

Paranın gelişimi de hayal gücümüzün ve zekamızın gelişimiyle orantılı bir şekilde gelişmiş gibi görünüyor. Maddesel bir varlıktan manevi bir varlığa geçişi de çok uzun sürmedi aslında hard money dediğimiz, yani gerçek paranın. Elle tutulur, gözle görülür ve tüm insanlık olarak ortak bir değer biçtiğimiz altından; bana göre hiçbir değeri olmayan ve tamamen bir illüzyondan ibaret olan kâğıt paraya veya diğer ismiyle fiat para da diyebiliriz buna, geçişimiz çok ani, bir anda olmadı. Yumuşak bir geçişti. İsmi de çok ince düşünülmüş aslında. Fiat kelimesi Latinceden geliyor. İncil’de geçtiği gibi “Ve tanrı ışığı yarattı.” Yani “let there be light.” gibi fiat kelimesinin anlamı da “let it be done.” yani “hadi olsun.” gibi bir şey. Yoktan var etmek gibi yani. Biraz tanrıcılık oynamaya da benziyor aslında. Fiat money anlam olarak böyle bir şey işte. Hani dedik ya hayal gücümüz ve zekamızın ürünü diye, bu aynı zamanda ortak bir inanışın sonucu aslında. Devletlerin “let it be done.” diyerek ürettiği ve inanç sistemimize işlenen paranın değeri yalnızca bir güven meselesi. Ortak bir bilincin ürünü. Çok basit anlatırsak, bugün 26 Mayıs 2022, ama kime, neye göre? Tabi ki Gregoryen takvimine göre. Çünkü en akılcı zaman çözümünün bu olduğuna inanıyoruz. Bu bizim zamana karşı attığımız bir çapa aslında, tutunmamızı ve gerçeklikten kopmamamızı sağlıyor. Bugün 26 Mayıs 2022 ve 1gr altın yaklaşık 970 lira; ama kime, neye göre? Çok saçma gelebilir ilk bakışta bu söylediğim fakat; takvim yaparken ana birimimiz zamanken, aynı hayal gücümüzle parayı yaparken ana birimimiz altındı çok çok uzun bir süre. Önümüzdeki 100 yılda da, geçtiğimiz 1000 yılda da 26 Mayıs günü 24 saat olacak. Yani mutlak bir sabit. Ta ki biz yeni bir takvim sistemi geliştirip, matematiksel olarak mükemmele yakın yeni bir sisteme kitlesel bir şekilde inana kadar hangi günde olduğumuz değişmeyecek. Peki önümüzdeki 10 yılda, hatta 3 yılda, hatta 1 yıl sonra bile 1gr altın ne kadar olabilir? Yine 1gr olacak tabi ki fakat karşılığında kullandığımız hayali ürün fiat paranın alım gücünün aynı kalmayacağında hemfikiriz sanırım. Burada altını mutlak sabit olarak kabul ettiğimi düşünebilirsiniz ama bunun altın veya deniz kabuklarının bile olmasının çok bir önemi yok aslında. Önemli olan mutlak bir sabitimizin olması. Bu sabitin de bulundurması gereken özellikleri saydık zaten daha önce. Şu anda fiat paranın doğrudan bağlı olduğu bir sabitlik yok. 1971’de tüm dünya olarak altın standardından tamamen kopuşumuzu da inceleriz ilerde -hatta tek başına bir podcast bölümü çıkar bundan- ama ondan daha öncesinde de aşağı yukarı son 100 yıldır böyle bir mutlak sabitimiz yok aslında. Para piyasasını bir havalı balon gibi düşünürsek; bunu bir sabitliğe bağlayan bir çapa da olması lazım. Biz bu çapayı koparttık ve sabitlikten uzaklaşarak çok yükseklerden uçmaya başladık. Icarus’un hikayesini hepimiz biliyoruz sanırım.

İşte bu yüzden mutlak bir değer saklama aracı olarak da bitcoin’e inanıyorum. Sadece bitcoin’le ilgili bir bölüm de gelecek ilerde, aslında o kadar çok anlatmak istediğim şey var ki; hepsini birbiri içine geçirip karman çorman bir şeyler de yapmak istemiyorum bir yandan da. O yüzden hem yavaş yavaş, hem de konu başlıkları halinde piyasalarda, borsada, bir başına hareket etmemiz gerektiğinin önemini kavratacak çok uzun bir giriş bölümü olacak tüm bunlar. Aslında önümüzdeki bölümler de dahil bu girişe. Temel bir yatırım ve değer saklama felsefesi kazanabilirsek hep birlikte; bana göre en büyük kazanım da bu olacağı için, böyle garip konulardan bahsediyorum aslında. Hani şunu da söylemek lazım, e kardeşim ben buraya hisse senedi tavsiyesi, kripto para tavsiyesi veya al-sat tavsiyesi almaya geldim diyenleriniz varsa; onlara da yanlış yerdesiniz demek istiyorum şimdiden. Şu ana kadar anlattıklarımla biraz ilgisini çektiklerimin anlayacağı gibi; asıl yapmak istediğim şey, harcadığımız enerjiye ve emeği en doğru nasıl saklarız ve gelecek zamana hatta gelecek nesillere nasıl aktarabiliriz.

Biraz kafanız karışmaya başladıysa kâğıt paraya geçelim artık. Çünkü kafanızı daha da karıştıracağıma emin olabilirsiniz. Bu kâğıt para kısmını, giriş gibi çok uzun tutmayacağım. Çünkü özellikle altın standardından çıkışımızı, yani benim deyişimle çapayı nasıl koparıp attığımızı anlatacağım bölümde çok daha detaylı gireriz zaten bu kısma. Dedik ya maddesel bir varlıktan, manevi bir varlığa geçtik. Çok uzun bir süre, binlerce yıldan bahsediyorum yani; maddi olarak metal bir para, altın kabul gördü. Bu binlerce yıllık para sisteminin geçmişinde bir noktada, insanlar artık dünyanın daha da küçük bir köye dönmesiyle birlikte, ellerindeki bu altınların yerine, daha basit bir takas yöntemi olan, altını temsil eden kağıtlara geçiş yapmaya başladı. İlk bakışta her şey çok güzel aslında. Çin’de falan milattan önce 800’lü yıllarda bunun ilk örnekleri var ama genel olarak ilk yaygın kullanımını 16. Yüzyıla dayandırıyoruz. Yine aslında ihtiyaç niyetiyle böyle bir yola girildiğini görüyoruz. Ve yine ilk başta devletler, krallıklar tarafından değil halk tarafından geliştirilen bir para çeşidiydi bu. İlk olarak, bugünkü bankalar gibi diyebileceğimiz özel kurumların ortaya çıkması gerekiyordu. Bunlardan en önemlisi olarak İtalya’daki Medici Ailesini örnek gösterebiliriz. Yüzyıllar boyunca tüccarların zenginleşmesiyle ve servetini koruyabilenlerin çok güçlü bir konuma gelmesiyle, bu tip ailelere; insanlar kendi zenginliklerini teslim etmeye başladı. Niye? Çünkü kimse evinde, malikanesinde 20 kilo, 50 kilo işte 100 kilo neyse altınını saklamak istemez. Hele hele orta çağ gibi bir dönemde. Bu tip servetlerin bazı yerlerde toplanıp saklanması önem kazandı. İlk banka tarzı kurumlar da böyle ortaya çıktı. Yani siz elinizdeki serveti bir bankaya, tüccara götürüp teslim ediyorsunuz. O da size bunun karşılığında bir kâğıt veriyor. Paranız bankada dururken, bu kâğıt parçasıyla daha kolay ticaret yapabilesiniz diye. Bir mal alışverişinde karşınızdaki kişiye bu kağıtları veriyorsunuz, o da biliyor ki istediği zaman kâğıdın üstündeki tüccardan, bankadan gidip bu kâğıdın karşılığı olan altınları alabilir. Çok mantıklı. Burada ama hemen akla 1-2 tane kurnazlık yöntemi de gelmiyor değil. Ya tüccarın farklı ilişkileri olan -bir yakını falan mesela- karşılık yatırmadan bu kağıtları alıp bunun karşılığında piyasadan mal alırsa? Peki ya tüccar kendisine teslim edilen altınların karşılığında, elindeki altının değerinden daha fazla bu kâğıt paradan çıkararak piyasaya sürerse?

Tüm bu soruların cevabını bugünkü Merkez Bankaları bilançolarına bakıp bularak, akıl tutulmasına uğrayabilirsiniz. 500 yıl kadar önce bu tarz tüccarların ve bankaların yok olmasına sebep olan bu kurnazlıkları, 17. yüzyıldan sonra, bu kurulan yeni dünya devletleri kendi lehine çevirerek devlet bankalarını kurmaya başladılar. Paranın mutlak kontrolü de devlet bankalarına tamamen geçmiş oldu bu şekilde. Hatta ve hatta demokrasinin de gelişmesiyle birlikte artık kâğıt para basmak falan da mümkün değildi diğer özel bankalar tarafından. Kâğıt para o kadar başarılı oldu ki; insanlar bir noktada bu illüzyona artık ortak bir şekilde inanmaya başlamışlardı. Aslında çok basit bir matematiği olması lazımdı, elimdeki bu kâğıt karşılığında herhangi bir anda gidip bankadan gerçek paramı yani altınımı alabilirim. O kadar hayali bir varlığa dönüştürmeye başlamıştık ki bu parayı, artık gerçek bir değer olarak yarattığımız altınla ilgilenmeyip bu kâğıt paraların peşine düşmeye başladık ve değeri olduğuna inandık. Hala inanıyoruz.

Bu bana biraz rai taşlarını hatırlatıyor, paranın nasıl bir şeye dönüşebileceğini anlamak için önemli bir hikâye. Çok da eski değil, 100 yıl öncesine kadar pasifik açıklarında Yap Adası diye adlandırdığımız bir bölgede yaşan bir topluluk, rai taşlarını para olarak kullanıyordu. Daha 100 yıl öncesine kadar bu taşları, ticaretlerinde ve ihtiyaçlarında takas ediyorlardı. Şöyle düşünün; en küçüğü birkaç kilo en büyüğü birkaç tondan daha büyük bu rai taşları aslında elden ele gezmiyordu. Kabilenin ortak kullandığı bir alanda herkese açık bir yerde duruyor ve hangi taşın kime ait olduğu da tüm topluluk tarafından bilinip kabul ediliyordu. Aslında mantıklı, herkese açık bir kayıt defteri var yani, kimse bu kayıt defterini tüm topluluğun hafızasını silmeden değiştiremez. Kimse bu topluluktan ayrışarak bir anda büyük bir servet yaratamaz. Bitcoin’in kayıt sistemine benzer bir özellik aslında. Bu taşlar karşı adadaki bir maden ocağından çıkarılıp şekil verilip adaya getiriliyordu. Taşa değerini veren şey de yapılan işçilikle orantılı, ne kadar temiz ve şekilli olduğuyla, büyüklüğüyle bağlantılıydı. Proof of work yani bir nevi. Bir gün, ailenin biri kendilerine ait tonlarca ağırlıktaki bir taşı ocaktan çıkarıp, diğer rai taşlarının yanına yerleştirmek için, adaya taşımak için yola çıktı. Kendi küçük gemileriyle bütün servetleri olan, bütün hayatlarını bağladıkları bu tonlarca ağırlıktaki taşı getirirken, tekne bu ağırlığa dayanamadı ve bütün servetleri okyanusun dibine battı. Aile kendini adaya attığında, bütün servetlerini kaybetmiş, bütün hayatlarının emeği kaybolmuş bir şekilde perişan haldeyken, kabilenin şefi; o büyük taşın okyanusun dibinde de olsa ekonomilerinin bir parçası olduğunu, ha burada diğer taşların yanında durmuş ha okyanusun dibinde diyerek diğer taşlar gibi takas edilebileceğine karar verdi. Tüm topluluk o taşın orada olduğunu biliyordu zaten. Fiziki olarak sürekli görmelerine gerek yoktu bir değeri olması için. 

İlkel bir kabile de olsa, gelişmiş bir toplum da olsa bir taşın, bir kâğıt parçasının veya elimizde tutmadığımız hayali bir maddenin değeri olduğuna inanırsak, toplu bir şekilde bunu kabul edersek, başka hiçbir şeye ihtiyacımız kalmıyor değer saklamak için. Tabi bu emeğimizi ve ürettiğimiz değeri saklamak için seçtiğimiz para birimine, bence yine de çok dikkat etmemiz lazım. Bir gün, İspanyollar karşısındaki Aztecler veya İngilizler karşısındaki Hindistanlıların durumuna düşmemek için.

İngilizler 1800’lerde Hindistan’ı sömürgesine almaya başladığında Hindistan’da bir nevi para birimi gibi tuzun kullanıldığından bahsetmedik henüz değil mi? Gandhi’nin meşhur tuz yürüyüşünün sonuçlarını az çok biliyoruz ama gerçekten neden tuz için yürüdüğünün sebepleriyle çok fazla ilgilenmiyoruz. Seçtiğimiz para biriminin önemini ve sonuçlarını kavrayabilmek için bu tip olaylar çok önemli. Tarihteki bu müthiş olaylar önümüzde duruyor ama biz görmezlikten gelmeye devam ediyoruz.

Öyle bir noktaya geldik ki, I. ve II. dünya savaşları sonunda bütün yıkılmış imparatorluklar ve batmış Avrupa devletleri, finansal ve sosyal olarak çökerttikleri medeni toplumlarının kurtuluşu için en sonunda 1944’te Bretten Woods anlaşmasıyla, tüm ülkelerin para birimlerini direkt olarak dolara endekslediler. Avrupa, harap ve bitap haldeydi ve hayal gücüne, güvene dayandırdıkları para birimlerinin ve toplumlarının çöküşünün kurtuluşunu, güçlü ve güvenilir Amerikan dolarında gördüler. Zaten savaş sebebiyle hazinelerindeki altınların büyük bir kısmını çok öncesinden Amerika’ya göndermişlerdi, güvenlik için. E tüm para birimlerini direkt dolara bağlamakta da çok büyük bir problem yoktu yani. Tabi tek bir şartla; Amerika, bu anlaşmaya göre sonradan kurulacak Dünya Bankası ve IMF aracılığıyla diğer tüm devletlerin altınlarını saklarken, Amerikan dolarını da yalnızca bu altın karşılığında basacaktı. Yani yoktan var etmeyecekti. En önemli şart buydu ve Lidya Kralı Alyattis’in binlerce yıl önce yaptığı yanlışa tabi ki Amerika da düştü. Sözünü tabi ki tutmadı. Sadece 30 yıla yakın sürdü doların altından ayrışması. Bundan sonra tüm dünya olarak farklı bir ekonomik modele yöneldik, toplumun ve uygarlığımızın gelişmesi için parasal büyüme şarttı ve altın çapası bizim sadece daha yüksekten uçmamızı engelliyordu. Icarus’un yanılgısına tarih boyunca yaptığımız gibi tekrar ve tekrar düşmeyi yeniden başardık. Tüm bu yakın tarih olaylarına ileride daha detaylı bakarız zaten. Ama şu anki parasal sistemin ve ekonomik modelin anlaşılması için, kendinizi Yap Adasında hayal etmenizi istiyorum. O kutsal kabul edilen, taşların sergilendiği geniş meydanı bir düşünün. Tüm topluluğun, ailelerin; bütün birikimlerini ve emeklerini sakladıkları o tonlarca ağırlıktaki bir rai taşının sahibi olduğunuzu düşününün. Tek varlığınız olan o taşı ne kadar sevebileceğinizi bir hayal edin. Ama bir gün, taşınızı görmeye gittiğinizde bir bakıyorsunuz ki, kabile şefi oraya yeni taşlar yerleştiriyor. Bu yeni taşların, gelişmeleri için gerekli olduğunu, artık taşların sayısı arttığı için sizin taşınızın değerinin düştüğünü, daha çok çalışarak daha fazla taş biriktirmeniz gerektiğini söylüyor. Tabi akıllı bir kabile üyesi olarak şefinizi dinleyip daha çok çalışmaya başlıyorsunuz. Aradan geçen bir zaman sonra tekrar taşınızı görmeye gittiğinizde yine başka başka taşlar eklendiğini görüyorsunuz sizin taşlarınızın yanına. Tüm ailenizin bir ömür boyu, emeğini biriktirip değer olarak sakladığı rai taşınızın yanına, aynısından onlarcası eklendiğinde ve bunu hiç emek veya güç harcamadan yaptığında, kabile şefinize tepkiniz ne olurdu? Bu yeni konulan taşların da belli bir zümreye ve kişilere aktarılıp, bunu tüm toplum olarak hafıza defterinize yazıp kabul etmeniz söylediğinde, ne yapardınız?

Tüm bu soruları havada bırakıp gitmeden önce, Genco Erkal’ın sesinden çok sevdiğim bir şiiri dinletmek istiyorum. Bir Bertolt Bretch şiiri. Tüm bu düzenle ilgili bakın ne diyor:

Önceki Bölüm

Başlangıç

Sonraki Bölüm

Babil’in En Zengin Adamından Öğrenmemiz Gerekenler

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint