//
37 mins read

Bitcoin VS Modern Makroekonomik Teoriler

Hatırlarsanız; 2. bölümde paranın kısa tarihine detaylı olarak girmiştik. Hatta dinlemeyenleriniz için, bu bölümden önce ona da bir bakmanızı tavsiye de ederim. Çünkü bu bölümde işler biraz çirkinleşecek. Ekonomi ve İktisat biliminin illüzyonlarından bahsedeceğiz. Ben, kendi adıma, gerçekten hayretler içerisinde kalıyorum daha da derine indikçe. Bana tüm bu aydınlatmayı yaşatan şeyse, tabi ki bitcoin’in var olması. Ama önce modern ekonomi teorisinin kilit noktasından giriş yapalım. Zaman tercihi. Bunu aslında Özgür Demirtaş bir videosunda çok güzel detaylı bir şekilde açıklamıştı; zaman tercihini ve enflasyon ilişkisini. Konuya biraz daha farklı bir yönden girelim ama, şöyle düşünün, şimdi size 2 farklı teklifim var: bugün şu anda 1 tane muz verebilirim veya 1 hafta sonra 1 tane muz verebilirim. Tercihiniz ne olur? Tabi ki hemen şu anda muzu almak isteyeceksiniz. Biraz değiştirelim soruyu: size bugün 1 tane muz hemen şu anda verebilirim veya 1 hafta sonra şöyle güzel bir ısırık aldıktan sonra kalanı verebilirim. Tercih çok açık değil mi? İki teklifimde de muzu hemen almak istersiniz tabi. Peki size bugün 1 muz vermek yerine 1 hafta sonra 2 muz teklif etsem? Veya 3 muz veya 1 ay sonrası için 4 muz teklif etsem? Bir noktada anlaşacağız pazarlık sünnettir 😊 dimi.

Bu konuyla ilgili bazı çalışmalar da var, özellikle çocuklar üzerinde yapılan. Açıklamalar kısmına bir videosunu da bırakırım bunun. Hatta duymuşsunuzdur belki, küçük bir çocuğu annesi odada nefis bir marshmallow ile yalnız bırakıyor. Eğer geri döndüğünde hala marshmallow’a dokunmadıysa ona bir tane daha vereceğini söylüyor. Çocuklardan bazıları sabırla annesini bekliyor, bazıları dayanamayıp marshmallow’a hemen saldırıyor. Daha da akıllı bazıları, böyle kenarından köşesinden minik ısırıklar alıyor, ağzına atıp çıkarıyor, sonradan düzeltip masaya koyduğunda sanki hiç dokunmamış gibi annesini kandırmaya çalışıyor. Teknik olarak yemedi ama sonuçta belki de kandırmak biraz ağır bir kelime bu çocuklar için. İşte bu duruma, yani size verilen para veya bir malın hemen istenmesi durumuna yüksek zaman tercihi deniyor. Teklifi değerlendirip, gelecekte daha iyi bir sonuç bekledikleri için kendine hâkim olabilenlerin seçimini de düşük zaman tercihi deniyor. Keynesci ekonomistler işte bu basit ayrışmayı öyle bir denklem üzerine oturttular ki, arz-talep dengesi ve enflasyon-faiz ilişkisini de içine ağdalı bir şekilde yedirerek hepimizi yüksek zaman tercihli insanlara çevirdiler.

Bu konuya daha detaylı gireceğiz ilerde, şimdilik zaman tercihlerimiz üzerinde duralım biraz. Yüksek zaman tercihi; carpe-diem gibi bir şey aslında, anı yaşamak gibi.  Hani hepimize televizyonlarda pompalanan tüketim çılgınlığının ana fikri. Fakat derinlemesine düşündükçe, arkasında aslında öyle çok ruhani bir bakış açısı yok bunun. İnsanların her şeyi hemen istemesinin tek sebebi, aynı hizmete daha ileri bir zamanda ulaşamama riski veya daha fazla ödeme yaparak ulaşabilme riski. Bu aslında risk de değil, bir gerçek. Sistem zaten böyle kurulmuş, insanları daha fazla tüketime yöneltebilmek için. Bu çok garip değil mi ya sizce de? Bu işi gerçekten basite indirgeyip tüketim toplumunda yaşıyoruz diye kestirip atmamak lazım. İyice derinine inip, neyin buna sebep olduğunu çok iyi anlamak gerek. Neden bize şu anda teklif edilen muzu her zaman kabul ediyoruz? Bu bir tercih de değil, aslında kabul etmek zorunda bırakılıyoruz. Hepimiz özgür olduğumuzu düşünüp, kararlarımızı özgürce aldığımıza o kadar eminiz ki; ipteki cambazı izlerken illüzyonun ne olduğuyla ilgili bir fikrimiz bile yok. Çünkü çok eğleniyoruz anı yaşarken. Öte yandan düşük zaman tercihine bakarsak; çevremizde azınlıkta da olsa bu tip insanlar da var. Ve düşük zaman tercihli kalabilmek; annenin çocuğuna bıraktığı marshmallow’u yemezse; birazdan bir tane daha getireceği kadar basit bir denklem de değil. Hatta bu tip insanlar, günümüzde aykırı kabul edilip toplumdan dışlanabiliyorlar. Bu zaman tercihleri arasındaki farkı anlayabilmek için instagram’da şöyle biraz zaman geçirmek yeter de artar bile. Yüksek zaman tercihli insanlar instagramda günde 15-20 tane story atarken, düşük zaman tercihli olanlar kütüphanede kitap okuyor. Evet bu kadar basite indirgiyorum bu konuyu çünkü öyle. Düşük zaman tercihli olmak, son çıkan iphone’u almak için kredi çekmek yerine; bunun için para biriktirip de parasını denkleştirdiğinde, artık almak istediği telefonun en azından bir yeni modelinin daha çıkmış olduğunu görmek aslında. Sistem tarafından cezalandırılıyorlar. Hatta aptal yerine konuluyorlar. Tüm sistem bunun üzerine kurulu. Harcama üzerine.

Bunu sağlamak için de tabi ki enflasyon devreye giriyor. Enflasyon bilinçli bir şekilde uygulanan bir iktisadi yaklaşımdır, bunu bir kabul edelim önce. Her ne kadar televizyonlarda günümüz ekonomistleri çıkıp ne kadar kötü olduğundan bahsetse de, hiçbir keynesci ekonomist -ki günümüzdeki ekonomistlerin %99’unu kapsar bu tanım- enflasyonun bitmesini istemezler. Tüm sistem bunun üzerine kurulu çünkü. Bu Keynesci ekonomistler; araştırmalarının sonucunda, enflasyonun %2 gibi bir rakamda kalması konusunda neredeyse hemfikir. Ne öldüren ne süründüren bir rakam bulmuşlar. Çok ciddi akademik çalışmalar sonucunda bu rakama ulaştıklarını da söylemek lazım. Sözüm ona sosyal bilimler olan ekonomiden çıkan, tartışması bile absürt görünen bu modele inancımız öyle sağlam ki, 10 yıllar boyunca her çöküşünde suçu hep başkasına attık, atmaya devam ediyoruz. Başımızdakiler yani benim tabirimle, suyun başında oturanlar, yani suyun tazyikini ayarlamaya çalışanlar enstitüsü yani merkez bankaları ve arkasındaki hükümetler bunlar; üstümüze parazit gibi yapışmış ve kanımızı sadece azıcık emerek hem kendilerini hem de bizi hayatta tutmaya çalışıyorlar. Öyle bir mental hapishanedeyiz ki, enflasyonun olmadığı bir dünyanın nasıl olabileceğini bile tam olarak hayal edemiyorum. Yani mesela, uzak bir gelecekte belki, bitcoin dünyanın rezerv para birimi olsa mesela; nasıl bir ekonomik model ortaya çıkacak bunu hayal edemiyorum ben. İçinde bulunduğum bu mental hapishane yüzünden. Enflasyon, tüketimin ana tetikleyicisi ve borç yaratmanın hammaddesi işlevinde. Şöyle açıklayayım bunu; daha önce bahsettiğimiz yüksek zaman tercihimizden dolayı; bugünkü 100 liranın 1 yıl sonraki 100 liradan daha değerli olacağını o kadar net biliyoruz ki, o yüzden harcama eğilimlerimizi artırıyoruz. Yeteri kadar harcayamadığımızı düşündüğümüzde de, bankalardan borç alarak kaldıraçlı bir şekilde harcamaya devam ediyoruz. Çünkü biliyoruz ki, bankadan bugün 100 lira borç aldığımızda enflasyon şu anda ne olursa olsun, şu anda alacağımız 100 lira, 1 yıl sonrakinden daha değerli hale gelecek. Ve diğer bir deyişle, şu anki 100 lira ile bir yıl sonrakine göre çok daha fazla mal alabiliriz ödeyeceğimiz faiz ne kadar olursa olsun. Mal edinmeye dayalı koşulsuz bir bağlılık yaratıyor bu da.

Önceki bölümlerin birinde bahsettiğim, Monopoly oynamayı öğreten büyükanneyi hatırladık değil mi? Peki neden borç yaratmak için bu kadar teşvik edici davranıyor hükümetler ve merkez bankaları, bunu bir düşünelim mi? Çünkü yeni para, ancak borç ile yaratılabiliyor. En basit açıklaması bu ama sonlara doğru bu borç yapma konusuna daha detaylıca gireriz. Sistem gerçekten o kadar ince detaylandırılarak kurulmuş ki, mental olarak bu durumu aşabileceğimiz bir yöntem geliştirmek için hayal gücümüzü bile çalıştırmakta zorlanıyoruz. Gelişmiş ülkeler enflasyonu %2-3 seviyelerinde hatta daha aşağıda tutmaya çok yakınken, dünyanın geri kalanındaki enflasyon seviyelerinin nasıl yıllar içinde büyük çöküşlere sebep olduğuna şahit olmak, tam anlamıyla bu problemi açık açık göstermiyor mu? Gerçekten iktisat ve ekonomi alanlarında yaklaşık son yüz yıldır mutlak bir doğru olarak öğretilen bu sistemin çalışmadığını görmemek için kör olmak gerek. 10 yıllar içinde tüm sistem şişiyor, daha sonra patlayıp tekrar sıfırdan başlanıyor. Parasal büyüme müziği eşliğinde dans ederek kendimizden geçiyoruz. Müzik durduğunda sandalye kapmaca oyunu başlıyor ve birileri ayakta kalıyor. Ama Amerika bunu başarıyor, ama Avrupa Birliği bunu kısmen de olsa başarıyor savunması var değil mi? Hani şu suyun tazyikini ayarlamaya çalışanlar enstitüsü ya da bilinen adıyla FED veya kardeşi Avrupa Merkez Bankası’ndan bahsediyorsunuz galiba. Suyun başında oturanlar yani. Onlara da ilerde daha detaylı gireceğiz. Ondan önce enflasyonu daha iyi anlamamız lazım. Çok basit bir tanıma indirgemek istiyorum, enflasyon; toplumdan çalıp suyun başındakilere aktarılan iş gücüdür. Enflasyon; alt gelir sınıflarının üstünde, azar azar kanınızı emen parazitler gibi, hem sizi yeterince uzun çalıştırıp hem de emeğinizin karşılığını sürekli olarak ama kısmen çalarak en üst sınıfa aktarmaya yarayan bir çeşit vergi sistemidir. Fakir vergisidir de diyebiliriz buna aslında. Özellikle ülkemizden örnek verelim buna. Örneğin orta segment bir araç almak için 10 yıl önce; yaklaşık 50 asgari ücret vermeniz gerekirken, bugün aynı aracı yaklaşık 150 asgari ücret karşılığında alabiliyorsunuz. 2012 yılında asgari ücret 750 lirayken bugün neden 4250 lira olduğunu kimse sorgulamıyor. Sadece azlığı veya çokluğu ile ilgileniyoruz. Asgari ücretin 10 yılda yaklaşık 6 kat artmasının sebepleriyle ilgilenmiyoruz. Buna karşılık; o dönem alabileceğiniz aracın fiyatının 18 kat artmasıyla da ilgilenmiyoruz. Sadece hayat pahalılığından ve maaşların düşüklüğünden şikayetçiyiz. Sadece daha fazla kazanmak istiyoruz. İyi de çözüm bu değil ki. Çözümü bir kenara bıraktım, bu problemin asıl nedeni aslında. Daha fazla kazanmak istememizin kök nedenleriyle de ilgilenmiyoruz. Yalnızca biliyoruz ki, bugün asgari ücretle geçinmeye çalışmak imkansıza yakın bir şey. Bunun sebeplerini gıda fiyatlarının yükselmesine, barınma giderlerimizin yükselmesine veya ulaşım giderlerimizin yükselmesine bağlıyoruz. Fakat kök nedeni bu da değil. Keynesci ekonomistler %2 %3 gibi sağlıklı bir enflasyon oranından bahsediyor ama dünyanın çok çok büyük bir kısmı için bu ütopyadan başka hiçbir şey değil. Enflasyon ile de üretici-tüketici fiyat endekslerini birbirine bağlıyorlar. Bu hesaplamalara zaten bizim ülkemizde kimsenin güveni yok ama daha çarpıcı bir detaya girelim biz. Enflasyon sepetindeki mallar ve hizmetler mesela artık ülkemizde yayınlanmama kararına bağlandı TUIK tarafından. Yayınlamanın da çok bir anlamı yoktu zaten bana göre. Çünkü enflasyon sepeti şöyle bir şey; daha kalitesiz ve daha dayanıksız mal ve hizmetlerin fiyat artışını takip ediyor. Çok çok enteresan noktalara geleceğiz birazdan. Mesela yumurtayı ele alalım, çünkü bu konuda çok detaylı bir veri tarihimiz var. Bugün fabrikasyon üretilen, düşük besin değerli yumurtayla, köy yumurtasının fiyat artışları aynı oranda mı gerçekleşiyor? Peki enflasyon sepetinde ne var; fabrikasyon yumurta. Daha kalitesiz ürünü daha fazla üretmeye başlamamıza rağmen, bu kalitesiz ve fazla ürettiğimiz ürünü çıkartırken maliyetlerimiz de düşüşe geçip fiyatların düşmesi gerekirken çok daha garip bir sonuçla karşılaşıyoruz. Fiyatlar yine de artıyor. Bu çok garip gelmiyor mu size de? Hatta bundan daha da ileri gitmişiz bazı dönemlerde. 1970’lerde yumurtanın çok ciddi hastalıklara sebep olduğu, kolesterolü çok artırdığı ve sağlığa zararlı olduğu hakkında çok ciddi bilimsel araştırmalar yapılmış. Fiyatı çok fazla arttığı için kullanımını azaltmaya yönelik bir propagandaydı tabi bu. Arz-talep dengesine yapılan suni bir müdahale. 1950’lerde kurşunsuz benzine geçişten önce, kurşunlu benzinin daha avantajlı olduğu, herhangi bir zararı olmadığı hakkında çok ciddi çalışmalar var. Sigaranın yararlarıyla ilgili yapılan reklamlara girmiyorum bile. Tüm bunların sebebi ne? Toplumun tüketim alışkanlıklarını şekillendirmek tabi ki. Günümüzde de özellikle vejetaryen propagandası var bir de. Hayvansal gıdaların, hayvansal yağların zararlarından bahsediliyor. Bugün mesela, yemeklerde kullanılan bitkisel yağların kat be kat kanserojen ve zararlı olduğunu anlamaya başladık biraz biraz. Daha sağlıklı ve kaliteli besinler yerine, üretimi daha doğal ama ölçeklenmesi zor olan besinler yerine; bugün daha yüksek hacimli ölçeklendirilebilen, besin değeri açısından çok daha düşük tarımsal ürünlere yönlendiriliyoruz. Ve bunu çok duygusal bir noktadan, hayvan sevgisi üzerinden yapmaya çalışıyorlar. Ve ayrıca et tüketiminin yerini başka besinlerle de doldurabileceğimizi anlatıyorlar. Peki tüm bu ikiyüzlüler günün sonunda neden hala laboratuvarlarda yapay et üretmek için çalışıyor? Et üretim teknolojisini çok ileri götürmeye çalışırken, neden tarım ürünlerinde geriye doğru; ata tohumlarına dönmeye çalışıyoruz? Daha fazla ürün alabilmek için topraklarımızı o kadar kirlettik ki, bugün tamamen doğal ürün bulmakta zorlanıyoruz. Bulsak bile fabrikasyon bir domates ile arasındaki fiyat farkını enflasyon hesaplamasında görmezden geliyoruz. Her 10 yılda bir dünya olarak, küçük ölçekte de Türkiye olarak, aşağı yukarı domates üretimi 2 katına çıkıyor. Her 10 yılda üretim 2 kat artarken; domates fiyatları neden artıyor? Çünkü girdi maliyetleri artıyor diyebilirsiniz. Peki girdi maliyetleri neden artıyor? Halbuki enerji üretimi de artıyor. Mantıken maliyetlerin özellikle işi ölçeklendirince düşmesi veya en azından sabit sayılabilecek bir noktada kalması daha mantıklı. Böyle yavaş yavaş derinine indikçe sistemin kendi kuyruğunu yiyen yılan hikayesine döndüğünü anlayabilirsiniz belki. Arz-talep ve fiyat dengesi hani nerede? Arz logaritmik artıyor, talep doğrusal artıyor, fiyat parabolik artıyor neredeyse. Biraz abartıyorum, çünkü anlaşılmak istiyorum. Çünkü ben bu Keynesci ekonomik modele baktığımda, akıl tutulması yaşıyorum çoğu zaman. Tüm bu teorinin matematiksel modelinden kopmuş fiyat artışlarını sabunlayıp tüketici fiyat endeksleri açıklanıyor. Bu çıkan endekslere göre ekonomik plan yapılıp, sabun iyice köpürtülüp enflasyon suni bir şekilde %2 civarında tutulmaya çalışılıyor. Ülkemizde reel enflasyondan negatif ayrışmanın boyutlarından bahsetmiyorum bile. Gerçekten akıl tutulması yaşıyorum. Bu aynı zamanda maaş zamlarımızdan tutun da; bizim için asıl önemli olan; mal ve hizmetlerin karşılanmasındaki alım gücümüzün, yerle bir olmasına kadar günlük hayatta bizi derinden etkiliyor.

Kurbağa deneyi var belki bazılarınızın bildiği. Kurbağayı su dolu bir kavanoza atıp sıcaklığı yavaş yavaş artırdığınız zaman bunun farkına varamıyor. Ta ki tamamen yanıp pişene kadar. Enflasyon da böyle bir şey işte. Daha fazla tüketebilmek için; daha fazla üretim yapmaya mecbur bırakılıyoruz. Denizden, küçük kayıklarla balık çıkartan bir toplumdan; büyük teknelerle ve büyük ağlarla daha fazla balık toplamaya itiliyoruz. Çünkü 20 yıl önce 5 kilo balık çıkartıp sattığımızda ihtiyacımızı karşılarken; bugün belki de bunun 4-5 katı kadar fazla balık tutmamız lazım aynı ihtiyaçlar için. Enflasyondan, yani bizden çalınandan daha fazla üretmemiz lazım. Daha fazla üretince de fiyatların düşmesi gerekirken, daha da yükselerek alım gücümüz düşüyor. Alım gücümüz düştükçe de daha fazla tüketmek istiyoruz. Mahfi Eğilmez hoca -ki çok saygı duyarım kendisine- bu duruma; öne çekilmiş talep etkisi diyor. Ben buna; üstümüzdeki parazitlerin aslında matematik modeldeki %2 enflasyonla yetinmeyip, aç gözlü olmasına bağlayarak; pişmiş kurbağa etkisi diyorum. Bir de ayrıca daha fazla tüketebilmek için, daha fazla üretmemiz ve katma değer yaratmamız gerektiğinden bahsettik ya. İşte tam bu noktada, besin değeri düşük yiyecekler hayatımıza giriyor. Bunlara muhtacız, çünkü üretici tarlasına zehir atmadan, toprağı yormadan daha fazla ürün alamıyor. Daha fazla ürün alması lazım, çünkü en iyi ihtimalle enflasyon karşısında ezilir yoksa. Ve sağlık programları, haber bültenleri; en kolay ölçeklenebilen tarım ekonomisi olduğundan, otla beslenmenin yararlarından bahsetmeden duramıyorlar. Çünkü onlara bunun için para ödeniyor. Özellikle ekonomi ve beslenme alanında ısmarlama makaleler yazılıyor akademide. Akademiye daha sonra gireceğiz, çünkü bu işte en büyük paylardan biri de onların. Es geçersek olmaz onları da. Protein açısından zayıf beslendikçe üstüne bir de daha da aptallaşıyoruz. Daha çok aptallaştıkça, daha kolay yönlendirilip toplumsal olarak körleştirilebiliyoruz.

İşte tüm bunları düşündükçe bitcoin’e daha sıkı bağlanıyorum ben. Çünkü bitcoin’in rezerv para olduğu bir sistemde böyle suni ve bilinçli bir şekilde yaratılan enflasyondan söz edemeyiz. Emek ve iş gücümüzün zamana karşı erimesine izin vermeyen bir değer saklama aracı. Suyun başında oturanların, söylediklerinin başka, yaptıklarının başka olduğu bu dünyada; toplumların cebinden çaldıkları emek sömürüsü sayesinde, yarattıkları borç balonları sayesinde, kontrolsüz ve izinsiz bastıkları karşılıksız para birimleri sayesinde; sizin adınıza karar verip çevrelerine zenginlik ve varlık dağıtmalarına; verimli topraklarımıza gökdelenlerin dikilmesine; evine dün bir parça et götürmek için bir saat çalışması gereken birinin bugün iki saat çalışması gerekmesine; alacağı evin fiyatı bir yıl sonra çok daha yüksek olacağı için, şimdi aşırı borçlanarak sözüm ona “öne çekilmiş talep etkisi” yaratmasına; arz ve talebi manipüle edip fiyat dengesizliği oluşturarak israfa sebep olmasına; toplumsal sınıflar arasında uçurumlar yaratarak, sınıf çatışması yaratmasına; borç alanın köle borç verenin de onun efendisi olmasına; sadece aykırı davrandığınız için sizi tehlikeli gördüğünden dolayı tüm varlıklarınıza bir anda el koyulmasına; seyahat ederken ülkeden ülkeye geçmek istediğinizde üstünüzde ancak limitli bir para bulundurabileceğinizi söylemelerine; kısacası aslında bugün sizi kendinizin egemeni bir birey yapan tüm haklarınızın sınırlandırılmasına engel olan bitcoin, bu yüzden çok büyük bir tehdit olarak görünüyor. Ve bu oyunu onların kurallarına göre oynamamız gerektiğini, başka bir yolun olmadığını düşünmemizi sağlayan mental bir hapishaneye tıkılıyoruz. Uzun süredir borsada yatırım yapıyorum. Borsada bir başıma yolumu bulmaya çalışıyorum. Ama ben zor şartlar altında kazancımdan biriktirip, düşük zaman tercihli biri olmaya çalışıyorken, 10 yıl sonrasını 20 yıl sonrasını garanti altına almaya çalışıyorken, birkaç yıl içinde tüm birikimlerim üstün para birimi dolar karşısında eriyebiliyor. Türk borsası çok çok uzun süredir dolar karşısında değer kaybediyor zaten. Oyun böyle kurulmuş çünkü. İşte bu yüzden bireysel olarak yatırımlarımın belki de yarıdan fazlasını bitcoin olarak saklıyorum. Garip bir haz veriyor, sistemden belki de bir daha geri döndürmemek üzere, para çıkışı yaptığımı bilmek. Bozuk para kalıbında dondurulmuş buzlarla, kola makinesinden kola alır gibi hissediyorum. 

Bu konuyu biraz daha netleştirebilmek için mevcut fiat para sistemini; bitcoin sistemine benzetmeye çalışarak bir inceleyelim mi beraber? Önce bitcoin’in nasıl çalıştığını anlamak gerek tabi. Satoshi Nakamoto whitepaper’ın en üstüne başlık olarak atmış zaten tanımını. Şöyle diyor: “A Peer-to-Peer Electronic Cash System” yani eşler arası elektronik nakit sistemi. Bu arada çok detaylı bir şekilde sadece bitcoin’i anlattığım bir podcast ayrıca olacak, burada ana mantığını kavramamız ve fiat para ile benzeştirme yapabilmemiz için bir üstünden geçeceğim sadece. Önce eşler arası olabilmesi için, arada 3. bir aracı olmaması gerek. Bunu da dağıtık bir ağ sistemiyle sağlıyor. Aynı torrent gibi veya daha eskiden müzik paylaşım platformlarına benzetebiliriz bunu. Bu ağda bulunan eşlerin her birine node diyoruz biz. Bu ağda bulunan eşler ne yapıyor peki? Herkesin aynı anda ve sürekli olarak aynı kayıt defterini tutmasını sağlıyor. Bu kayıt defterini tutarken de; her 10dk’da bir sürekli yeni bir boş sayfa açıyor ve eski sayfaları bir daha değiştiremeyecek şekilde birbirine zımbalayıp kilitliyor. Her 10dk’da bir açılan yeni sayfaya, eşler kimin kime ne kadar bitcoin gönderdiğini kimin cüzdanında ne kadar bitcoin bakiyesi kaldığını kaydedip 10dk sonra sayfayı tekrar kapatıp yeni bir sayfaya geçiyor. Bu defterde titizlikle çalışan eşlerin hepsi birbirinden bağımsız ve birbirlerine karşı bir çıkar ilişkisi yok. Yani bu ne demek? Birisi gelip de; yav benim 50 bitcoin vardı şu eski sayfalarda, bir baksanıza, onu bir temize geçelim diyemez. Ve bir kişinin hem x alıcısına hem de y alıcısına aynı parayı ödememesi için, yani aynı parayı iki kere harcamaması için zaman damgalı iş kanıtlı bir ağ sistemi bulunuyor bu kayıt defterinin arkasında. Bu ağda da miner dediğimiz madenciler çalışıyor. Kriptografik şifreli bu ağda çalışan madencilerin çokluğu oranında, şifrelerin zorluk derecesi ayarlanıyor ki; örneğin ağda çok az madenci varken, çok çalışarak yavaş bir şekilde yeni defter sayfasını doldurmasın, ona göre basit olsun yaptıkları işler. Veya ağda çok çok fazla madenci varken, az çalışarak çok hızlı bir şekilde sayfayı doldurup yeni sayfaya geçilmesin. Her sayfa 10dk da çözülebilecek şifreli problemlerle ve otomatik ayarlanabilir zorluk derecesiyle aynı hızda devam etsin. Ve bu madenciler de bu işlemleri yaparken, ödül olarak yeni bitcoinler yaratılıp bunlara paylaştırılsın. Bu gerçekten hem çok çok basit ama bir o kadar da zarif bir çözüm. Büyük bir deha ürünü resmen.

Zaten kısmen artık büyük bir çoğunluğumuz bu blokzincir denilen yeni teknolojiye aşina sayılırız. Daha da detaya inmeden, mevcut parasal sistemi bunla bir karşılaştıralım mı? Önce kayıt defterinden başlayalım. Bunlar mevcut sistemde merkez bankaları oluyor tabi. Ama dünya genelinde o kadar fazla para birimi ve buna bağlı merkez bankaları, kamu bankaları, özel bankalar var ki; her birinde oldukça merkezi ve karmaşık bir kayıt defterimiz var. Bu kayıt defterine sadece birkaç eş erişebiliyor ve üzerinde oynanması, değişiklik yapması çok kolay. Güvenilir değil. Bir anda birileri için büyük servetler yaratıp, başka birilerinin servetlerine el koyma, dondurma yetkileri bile var. Hadi bu kayıt tutma veya transfer etme problemlerini de geçelim. Proof-of-work yani deftere kayıt için yapılan işin bir kanıtı var mı? Şaşırtıcı belki ama var. Peki bu iş kanıtını yapan madenciler kimler? Daha şaşırtıcı gelebilir ama biziz. Evet, emeğimizin kanıtı karşılığı, çalışma gücümüz karşılığı ödül olarak yeni para üretiliyor. İşte burada işler biraz karışmaya başlıyor. Bu bizim iş kanıtımız, yani emek ve enerjimiz karşılığında üretilen para ne oluyor sizce? Madencilere yani bizlere tabi ki eşit olarak dağıtılmıyor. Çünkü kayıt defterini tutan tek bir merkez olduğundan ödülü de kimseye sormadan istediği şekilde dağıtabiliyor. Sizin emeğinizi başka birine satarken, sizin katkınızı fiziksel olarak yükseltip, ödül karşılığı olarak düşürerek aradaki farkı istediğine dağıtıyor. Ödül nasıl belirleniyor peki, yani dağıtılan paranın bir standardı var mı? Bugün size 10 birim teklif ederken, 1 yıl sonra 15 birim teklif ediyor. 1 yıl sonra 20, sonra 30, sonra 50… Bu ne demek peki? Aslında daha fazla ödül kazanmıyorsunuz, kazandığınız ödülün gerçek değeri sürekli düştüğü için; daha fazla ödeme yapılıyor. İyi de bu kadar fazla ödülü nereden buluyor, nasıl yaratabilir böyle bir anda değil mi? Dedik ya tek merkezden tüm defteri kontrol ediyor diye. Kafasına göre toplam miktarı değiştiriyor işte.

Simcity oynayanlar bilir, para yetmediğinde şifreyle ekleme yapıp para arzını artırırdık. Fakat oyunla gerçek hayat arasındaki tek fark böyle şifre yazıp kontrolsüz bir şekilde arz eklemesi yaptığınızda, gerçek hayatta alım gücünüz düşüyor. O yüzden de sizi belli bir seviyede, yani bir nevi komada tutarak, daha fazla ödeyerek aslında daha az ödül dağıtıyor. Peki zorluk derecesi var mı, en azından yani aynı işle aynı kazanamasak da sistemde ayarlanabilir bir iş gücü zorluğu var mı? Hayır tabi ki yok. Çalışırken harcanan güce göre ayarlanabilir bir zorluk derecesi yerine, alım gücümüzün mecburen ve sürekli olarak düştüğü bir ağın içindeyiz. Mesela bitcoin’de iş kanıtına harcanan güç arttıkça diyebilirsiniz ki; zorluk da artacak dolayısıyla emeğimiz karşılığı ödül yani alım gücümüz de düşecek. Yanlış. Çünkü pasta küçüldükçe bu kalan küçük ödüllerin değeri daha da artıyor çünkü sınırlı bir pasta. Mevcut fiat para sisteminde ise; abartacağım çünkü anlaşılsın istiyorum. Pasta (yani para arzı) logaritmik olarak büyüyor, zorluk derecesi (yani enflasyon-alım gücü) parabolik olarak büyüyor, iş gücümüz ise elbette belirli sınırlar içinde ancak doğrusal büyüyebiliyor. Şimdi umarım daha net anlaşılabilmiştir tüm sistem. Belki de bu son cümleyle özetleyebileceğim bir konu için 20dk’dır konuşuyorum ama tüm bunları işte böyle basite indirgeyip daha net bir şekilde anlayabilmek için bu kadar detaya girmek gerekiyor. Çünkü anladıkça akıl tutulmasına uğramamak veya anlamaya çalıştıkça tüm karmaşanın içinde kaybolmamak elde değil.

Şimdi belki şu soruyu sorabiliriz artık. Gerçekten tüm bu makroekonomik para teorisi bundan mı oluşuyor? Evet, aptalca ama evet. Ve biz bu oyunun içindeyiz yani öyle mi? Maalesef ama evet. Tüm bunlar için üzgünüm ama evet. Tüm sistem bir illüzyondan ibaret ve biz bu mental hapishanenin hastalarıyız. Ha tabi bir de bu logaritmik bir şekilde büyüyen pastayı ya da para arzını ülkeler özelinde öyle büyük bir şey gibi görmeyin. Asıl pasta, dünya rezerv para birimi olan dolar. Biz ancak o pastadaki çilek olabiliriz türk lirası olarak belki. Pastamız diye önem bindirmeyelim diye bu kıyaslamayı yapmak istedim. Bu para arzı tüm dünya genelinde yılda %14 artıyor. Yani bu şu demek; her 5-6 yılda bir tüm para arzı ikiye katlanıyor. Yani bu şu demek; para miktarı bu şekilde arttıkça sizin cebinizdeki paranın alım gücü ciddi şekilde düşüyor. 1960’tan itibaren veriler var ve bu veriyi yayınlayan Dünya Bankası. Tabi bu dolar bazında ağırlıklı ortalama… Çünkü belki Venezuala’da Arjantin’de yılda %50 artıyor bile olabilir para arzı. Son 60 yılda ortalama %14 yıllık parasal büyüme varken; hedeflenen enflasyon rakamı %2 %3. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi için veya buna inanmak için akli melekelerinizi kaybetmeniz lazım.

(Global enflasyon rakamları. Kaynak: Dünya Bankası)

Ve bu kadar aptalca bir sisteme nasıl ortak olabildik diye düşünüyorsanız, artık akademisyenlerimize, o bilimin parlak, altın çocuklarına, üniversitelerde ekonomi, iktisat dersleri veren ve daha ilk dersten “çocuklar, bu bilim kıt kaynakların etkin kullanımını inceler” şeklinde ağızlarda kalıplaşmış bir giriş yapan ve hatta bazılarının neye hizmet ettiğinden dahi bir haber olduğu, devletlerin askerlerine gelelim artık. Ekonomi bir sosyal bilim demiştik değil mi? Çünkü teorilerin kanıtlanması için 2+2 nin her zaman 4 olması gerekir ama sosyal bilimlerde ve özellikle de ekonomide 2+2 çoğu zaman 4 yapmaz. Bunu zaten yaşayarak da görüyoruz. Fakat akademide o kadar ağdalı bir matematik ve formülizasyon kullanılır ki; kendinizi bir uzay mekiği projesinde sanabilirsiniz. Ekonomi sosyal bilimlerden biridir ve bana göre insanın para psikolojisini incelerken; geçmiş davranışsal örneklemelerle geleceği tahmin etmeye dayanır. Bunu aradan çıkardıktan sonra gelelim akademisyenlere ve ekonomistlere; daha önce söylediğim gibi %99’luk bir kısmı her 10 yılda – 20 yılda bir şişirip patlattıkları Keynes balonlarını mutlak bir şekilde savunur ve bunu savunmak zorundadır aslında. Çünkü üniversitelerde başka bir teori öğretmek mümkün değil. Eğer akademi basamaklarını, yukarı doğru çıkmak istiyorsanız, dergilerde yayınlarınızın yer almasını istiyorsanız buna mecbursunuz. Çünkü hükümetler, üniversitelere araştırma konusu üzerinden para aktarıyor. Bu dergiler de bu araştırmaları yayınlayarak destek alıyor. Hiçbir Doçent, Avusturya Ekonomik Ekolü üzerinden yayın yaparak profesör olamaz. Buna izin verecek dergi veya hakem heyeti mevcut değil çünkü. Aynı 50’lerde kurşunlu benzinin hiçbir zararı olmadığını savunan akademisyenler gibi veya 70’lerde yumurtanın ne kadar zararlı olduğunu anlatan akademisyenler gibi veya sigaranın sağlığa yararlı olduğunu anlatan doktorlar gibi; ekonomi kürsüleri de hükümetler tarafından fonlanan enflasyon araştırmalarıyla ve parasal büyüme tezleriyle büyüyen bir akademisyen ordusuna sahip. Bunu şuna benzetebiliriz belki daha basit anlaşılabilmesi için; bugün Türkiye’de evrim teorisiyle ilgili yayın yapan herhangi bir akademisyenin yükselme şansı, hatta onu da geçtim herhangi bir yerel dergide kendine yer bulması sizce ne kadar mümkün? Belki bu noktadan bakınca olayı daha net kavrayabiliriz. Hükümetler, kendi çıkarına olan konuları üniversiteler üzerinden akademisyen satın alarak oldukça bilinçli bir şekilde topluma yerleştirmeye çalışır, kendi varlığını tehdit edebilecek çalışmalarıysa, yasaklamasa bile teşvik kırıcı yaklaşımlarla sönümleyerek kaybolmasına sebep olur. Ve çoğu akademisyen bu yerel dergilerde ayrıca editörlük ve hakemlik yapar. Ve bu hakemler ve editörler nasıl seçiliyor derseniz, tabi ki para kaynağı devletlerin görüşleriyle ne kadar paralel gittiğine göre bu dergilere yerleşir ve sonra da zaten tahmin edebileceğiniz gibi bu tip dergilerde farklı bir görüş yayınlamanın güçlüğü de giderek artmaya devam eder. Hükümetler bu fikirleri topluma yerleştirmeye çalışıyor dedik, tabi bunu dergi üzerinden değil medya üzerinden yapıyorlar. Bugün bu dergilere erişim ancak çok yüksek ücretlerle mümkün. Bu bilimin yuvalarına ve yaptıkları bilimsel çalışmalara erişmek, sıradan insanlar için çok mümkün değil bu yüzden. Kimsenin okuduğu da yok zaten, kendileri çalıp kendileri oynuyorlar yani. Fakat bu tarz yerlerde adını duyuran ve popülerlik kazanan sözüm ona akademisyenler, bu sefer televizyon kanallarına çıkartılarak topluma bu fikirlerini aşılaması için platform veriliyor. İşte bitcoin; bu içi çürütülmüş akademik düzeni ve bilimsel araştırma illüzyonunu da düzeltiyor aslında. Çünkü buralara ayrılan kaynakları, cebinizden enflasyon ve iş gücü hırsızlığıyla çalarak bu şekilde ayarsızca aktaramayacaklar. İlk bölümde bitcoin’in beni nasıl şekillendirdiğini ve görüşlerimi netleştirdiğini kısaca anlatmıştım hatırlarsanız. Şimdi sanırım biraz daha iyi anlıyorsunuzdur bunu.

İşler biraz çirkinleşecek demiştik girişte, kafayı yemiş bir komplo teorisyeni gibi de görünmek istemem ama tüm bu modern makroekonomik yaklaşım, işte böyle bir illüzyondan ibaret. Tabi bu kadar ilerlemişken illüzyonistin kendine de değinmesek olmaz artık. Amerika, FED ve IMF üçlüsü. Aslında tek bir oluşum bu. Ayrı ayrı isimleri olduğuna bakmayın. Aynı şeyin laciverdi yani. IMF; Amerika tarafından fonlanıyor, e Amerika da FED tarafından fonlanıyor. Burada yanlış bir şey yok yani, aynı masada üç farklı koltuk var ama üçünde de aynı kişi oturuyor. Peki FED kim tarafından fonlanıyor? Vergi mükellefi Amerikan vatandaşlarıyla tabi. Büyük pasta burası işte. Amerika kıtasının zenginlikleri üzerinde 250 yıl kadar önce kurulan bu devlet veya parazit de diyebiliriz, konağı olduğu ev sahibi Kızılderilileri soykırımla yok ederek başladı tarihine. Soykırım diyorum, abartmadan anlaşılmak istiyorum bu sefer. Neyse o başka bir konu çok girmeyelim. Amerika’nın yükselişi; özellikle I. ve II. Dünya savaşındaki hakemlik rolüyle, önce büyük devletlerin güvence ve kredi olarak kullanabilmesi için altınlarını fiziki olarak aldılar. Daha sonrasında da, neredeyse tüm ulusların zenginliklerini kendinde toplayabildiği için, doları rezerv para olarak kabul ettirebildi. Tabi elindeki altınlar karşılığında dolar arzını sınırlayıcı anlaşmalar sonunda bunu yapabildi. Zaten bunu anlatmıştık daha önceki bölümlerde. Şimdi bu bıraktığımız noktadan devam edelim. 1971 yılında altın sınırlamasından, tek taraflı olarak çıkarak, artık doların çapasını da attıktan sonra, daha hızlı bir şekilde büyüyebileceğini fark etti. Para arzının 60’lardan sonra ivme kazanıp yıllık %14 artmaya başlaması ve 71’de altın standardından kopuşun böyle kesişmesi bir tesadüf değil yani. Altın standardından kopunca, önce doları dünyada geçer para olarak devam ettirebilmek için petrol anlaşmaları yaptı. Tüm dünyada artık petrol yalnızca dolar karşılığında satılabiliyordu ve tabi bu da doların gücüne güç kattı. Hatırlarsak hep birlikte Saddam, petrolü artık dolarla satmak istemediğine karar verince; Amerika Irak’a demokrasi getirmek zorunda kalacaktı.

Siyasetten ve politikadan hiç hazzetmem ama doların gelişimi ve kullanım alanlarını anlayabilmek için bu tip konulara maalesef girmek zorunda kalıyorum. Bu sisteme bugünlerde petro-dolar diyoruz. İran’a uygulanan ambargolar, Venezuela’nın bugün petrol zengini bir ülke olmasına rağmen, sefalet içinde olması, hepsi doların hâkim ve egemen rezerv para birimi olarak hayatına devam edebilmesi için yapılan şeyler. Gelelim, IMF’ye. Amerika’nın ekonomik tetikçisi de diyebiliriz. Hammadde ve enerji anlamında zenginlikleri olan ülkeleri kendilerine bağımlı hale getirmek için kullanılan bir araç. Burada uzun uzun anlatmaya çok da gerek yok, çünkü bu tip konulara gerçekten girmek istemiyorum.

Ne kadar kirli ve yozlaşmış bir sistem içinde olduğumuzu daha iyi kavrayabilmek için bir kitap önerim var. John Perkins’in yazdığı Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları kitabını şiddetle tavsiye ederim.

Biz yozlaşmış makroekonomik sistemimize geri dönelim. Bu sistemde borç yaptıkça zenginleşiyorsunuz. Evet garip gelebilir ama, ne kadar eksiye girerseniz; varlığınız da aynı oranda artıyor. Çünkü yeni para, borç ile yaratılıyor ve bunu anlatmıştık zaten daha önce. Buradaki illüzyon, kendi emek gücünüz ve enerjinizle belli bir borçlanma limitinizin olması, ama; başkalarının emeği ve enerjisi üzerinden ölçeklendirerek çok yüklü borçlanmalara girebilirsiniz. Yani şunu demek istiyorum; bankadan gidip araç kredisi alarak, ev kredisi alarak ve bunu belki 5 yıl 10 yıl geri ödemeye çalışarak zenginleşemezsiniz. Bunu yapmaya çalışan bizler bu sistemdeki parazitlerin aradığı sağlıklı konaklardan başka bir şey değiliz. Borçlanarak, bu borçlarınızla varlık almanız gerekli. İş yeri açmanız gerekiyor, fabrika kurmanız gerekiyor ve yarattığınız bu borcu kendi iş gücünüz yerine, başkalarının emeğini iş kanıtı olarak göstererek geri ödemeniz gerekli. Oyun bu şekilde kurulmuş. Ve bu oyunda kazanma şansınızı artırabilmeniz için; en azından madencilik ödüllerinizle varlık satın almalısınız. Sıfırdan başlıyorsanız bu gerçekten de çok zor. Çünkü siz para biriktirmeye yoğunlaşabilirsiniz ama günümüzde hiç borç kullanmadan ev sahibi olmayı bir deneyin isterseniz sıfırdan. Veya ciddi büyüklükte bir varlığı, size pasif getiri sağlayacak bir enstrümanı bulmaya çalışın bakalım. Siz bunun için birikim yapmaya çalışırken, zaman içinde birikimlerinizin değeri sürekli düşüyor. Dipsiz bir kuyuya taş atmaya benzetebiliriz bunu. Hatta daha da çarpıcı olanı, kuyunun dibini aslında görüyorsunuz; yani hedef belli ilk başta. Fakat siz taş attıkça, doldurmaya çalıştıkça sanki kuyunun dibinde birileri, sizden daha hızlı bir şekilde daha da derine kazıyor ve kuyuyu bir türlü doldurma şansınız olmadığını bir noktada anlıyorsunuz. Çünkü siz ayrıcalıklara sahip değilsiniz, sistemdeki konak rolünüzden çıkıp parazit olmaya çalışıyorsunuz. Dedik ya 10 yıl önce 50 asgari ücretle alabileceğiniz bir araç bugün 150 asgari ücret. Şimdi biraz daha net anlayabiliyoruzdur sanırım, bu piyasalarda kazanabilmenin tek yolu; onların oyununu oynamayı öğrenebilmekten geçiyor. Finansal özgürlüğünüzü kazanmayı istemek bunun ilk adımı. Ama bu oldukça zorlu bir yol. Bunun en kolay ilk adımı da; elinizdeki değersiz para birimini, arzı daha sınırlı ve daha güçlü varlıklara dönüştürmek. Bunu yaparken de en etkili yol; modern teorilerin aksine, çok geniş ve risksiz bir yatırım sepeti yapmak yerine; daha yoğun bir şekilde ve daha fazla risk alarak birkaç alana yoğunlaşıp, fark yaratmaya çalışmaktan geçiyor. Çünkü siz fon yönetmiyorsunuz. Sizin amacınız fon sepetlerini, oyun kurucularını yenebilmek. Bunu da fonlar gibi çok geniş bir yatırım sepeti yaparak; yani aynı şeyi yapıp farklı bir sonuç beklemeye çalışarak elde etmeniz mümkün değil. Masadan sadece kırıntıları toplamaya çalışıyoruz aslında.

Neyse biraz yumuşatalım konuyu; Platform diye bir film vardı eğer izlemediyseniz tavsiye etmiş olayım onu da. Yüzlerce katlı dikey bir hapishanede, ortada yer alan bir platformda, en üstten başlayıp en alta kadar asansör gibi inen bir yemek masası vardı. Sanırım sayısı 300 civarında bir kat vardı. En üsttekiler yemeye başlıyor ve daha 100 – 150. katlara geldiğinde tüm yemek bitiyordu. Filmin benim için asıl vurucu noktası, bir noktasında, yemekleri hazırlayıp en üst kattan platforma koyan aşçı ekipten sanırım öğreniyorduk. Aslında masadaki yemeklerin tamamı 300 kata tam olarak yetebilecek kalori hesabında. Eğer herkes ihtiyacı kadar olanı yemiş olsa en altta 300 küsürüncü kattaki kalan bile aç kalmayacak, yani toplam ihtiyaç kadar yemek var masada. Keynesci ekonomistleri aşçı gibi düşünürsek burada, bizim açgözlülüğümüze çözüm üretebilmek için masayı her seferinde %2 gibi az bir oranda büyütürsek problemi çözebileceklerini düşündüler. Ama kendileri de aynı açgözlülüğün esiri oldu, masayı keyfice ve orantısız bir şekilde büyütüp; bu büyümeyi yaparken de kaloriyi düşürüp, en üst katlara da yozlaştırdıkları politikacıları ve çevrelerini oturttular. Bir noktadan sonra; artık en alt katlardakilerin açlıkla mücadele etmesini bile önemsemez duruma geldiler. Bitcoin işte bunu da çözüyor. Bitcoin bu suni bir şekilde yaratılan sınıf farkını ve eşitsizliği ortadan kaldırıyor.

Lafı daha fazla uzatmadan çok sevdiğim bir Michael Saylor sekansıyla konuyu bağlamak istiyorum artık:

Önceki Bölüm

Babil’in En Zengin Adamından Öğrenmemiz Gerekenler

Sonraki Bölüm

Piyasalarda Yaptığımız En Tehlikeli 10 Hata

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint