34 mins read

Beyaz Yakalının Bazı Tonları

Henüz daha 12-13 yaşlarındayken, yazları genellikle babamın yanında sekreterlik yapıyordum. Kendisi avukat. Ve o dönemler tabi böyle uyap sistemi veya dijital ortamda dava takibi mümkün değildi. 90’ların sonu 2000’lerin başında bu avukatlık ofisinde fotokopici, sekreter, dosyacı olarak iş hayatına girdim diye anlatıyorum bugünlerde. Tabi bunu bir iş olarak sayarsak. Pek yaptığım bir şey yoktu ve boş günlerde genellikle babamla ya da iş ortağıyla satranç oynayarak geçiriyordum zamanımı. Bir de beni zaman zaman çok fazla fotokopi çekilmek istendiğinde arka sokaktaki fotokopiciye gönderirlerdi. Sonra biraz da bu ofis boy işinde geliştikçe adliyeye göndermeye de başladılar. Herhangi bir dosyanın içine evrak eklemek ya da evrak takibi yapmak için. Davalarda da zaman zaman babamla adliyeye çok gittim. Aklı bir karış havada biri olarak bu tip işler için dışarı çıktığımda bu kalabalık sokakların insan seli içinde hoplaya zıplaya iş takibi yapıyordum. Bir gün benim için çok enteresan bir şey oldu. Babamla bir duruşma için adliyeye ben de yanında gitmek üzere ofisten çıktık. Burada bir dipnot vereyim, genellikle avukatlık büroları adliyeye çok yakın noktalarda olur. Aynı hastane ve eczaneler gibi. Birbirlerinden beslenen bir yapıları var. Bu kısa yolculuklarda sokaktaki insan selinin arasında babam hızlı adımlarla adliyeye giderken ben de arkadan onu kaybetmemeye çalışarak peşinden giderdim. O gün, yine böyle onu takip etmeye çalışırken, -ki bulunduğumuz yer tam merkezi bir nokta, her tarafa doğru bir insan seli var herkes bir şeylere yetişmek için koşuşturuyor. Sanırım babamın yanında yürüyordum ve ona bir soru sordum. Neden bu insanlar hatta biz de koştura koştura bir acele içinde yürüyoruz. Niye kimse sakin yürümüyor, herkes birbirine çarpıyor gibi bir şeyler sordum. Verdiği cevap çok basitti: büyüyünce sen de anlarsın.

O yaşlarda buna hiç anlam verememiştim ama bu söz aradan neredeyse 25 yıl geçmiş olmasına rağmen hala aklımda. Neyi anlayacaktım onu bile anlamamıştım söylediğinde. Şimdi ne zaman yolda hızlı hızlı yürüsem, bir yerlere yetişebilmek için acele içinde olsam hep bu söz gelir aklıma. Mandıra filozofuna bağlamayalım ama Müfit Can Saçıntı’nın çok güzel bir TEDx konuşması var, hatta açıklamalar kısmına bir link bırakırım bununla ilgili. Domatesler acele etmez diyor. Bu açıdan düşünüldüğünde gerçekten de neyin acelesi içindeyiz hala anlayamıyorum, babamın anlarsın demesinin aksine, fakat niye acele ettiğimizi artık anlayacak yaşları çoktan geçtim sanırım. Bir de bugünlerde şunu fark ettim, bu tarz caddelere sokaklara bir bakın; acele etmeyenler daha çok dikkat çekiyor. Bir yere yetişmeye çalışırken önünüzde sinir bozucu bir yavaşlıkta yürüyen insanları düşünün. Genellikle gerçekten eğer çok sinirlendiysek ufak bir omuz teması bile yapabiliyoruz bunlara. Fakat bu tarz caddelerde böyle insanlara rastlamak pek mümkün değil yine de. Acelen olmasa bile mecburi bir tempo tutturmak zorunda kalıyorsun bu sokaklarda. Çocukluğumda geçtiğim bu keşmekeş sokaklardan bugünlerde acelem olmadığı halde bazen geçerken ben de yine bir anda sanki bir yere yetişecekmiş gibi; sanki dünyayı kurtarmaya gidiyormuş gibi bir telaşa kapılabiliyorum. Sonra kendi kendime bunu sorguluyorum n’oluyor bana diye. Sürü psikolojisi galiba bunun bir diğer adı da.

Lafı özellikle bir yerlerden alıp buraya getirdim, çünkü bugün sürü psikolojimizden girip Beyaz Yakalılar özelinde iş hayatını, hayat akışlarımızı ve sınıfsal durumlarımızı sorgulamak üzerine bir podcast bölümü kaydetmek istedim. Ayrıca sürü psikolojisi borsa ile de çok iç içe geçmiş bir durum, sanırım bunu şu ana kadar fark etmiştir büyük bir kesim de. Aslında borsada olduğu kadar hayatın birçok alanında etkili bir durum bu. Okul – iş – evlilik – çocuk – emeklilik döngüsü herkes için geçerli olan büyük bir kalabalık halinde takip ettiğimiz yaşamın en önemli sıralı kurallarından. Bugün bu döngümüz içindeki çalışma hayatı kısmı üzerine biraz konuşmak istiyorum ve küçük bir sistem eleştirisi üzerine kuracağız konuyu. Bu bir bakıma hepimizin yaptığı bir sistem eleştirisi ayrıca, fakat kimimiz bu döngülerin içinden çıkabiliyoruz veya bu konuda daha şanslı olabiliyoruz ya da döngüden kurtulamayıp ama yine aynı eleştirileri yapabiliyoruz. Belki de ne istediğimizi pek bilmediğimizden kaynaklanıyor olabilir tüm bunlar. Ve bu bilgisizliğimiz; bizi kullanılabilir bir kaynak haline getiren en önemli durum.

Çoğunlukla iş hayatına girdiğimizde sudan çıkmış bir balığa dönüyoruz. İlk başlangıç zamanlarında her şey çok iyi görünüyor. Hatta yaptığımız şey karşılığında bir ücret alıyor olmak inanılması güç bir şey gibi görünüyor. Sonra, yavaş yavaş üzerimizdeki iş yüküyle ilgili şikayetlerimiz başlıyor. Bize karşı yöneticilerin tavırları, ya da patronun keyfi hareketleri küçük bir uyanış yaratıyor. Sonra, bunun normal olduğunu düşünüyoruz. Çünkü daha yeni iş hayatına atılmış ve henüz tecrübesiz bir işçiyiz. Aldığımız düşük ücretleri ve fazla çalışmaları, her işe koşulan bir yük arabası atı gibi büyük bir heyecanla kabul ediyoruz. Belki emekli olana kadar bunun pek farkına varamıyoruz ya da artık daha tecrübeli bir çalışan olduğumuzda yeni gelen alt jenerasyonlara bu iş yüklerini devrettiğimiz için durumun pek farkına varamıyoruz ama bir noktada, bazıları bir aydınlanma yaşıyor. Hayatının sonuna kadar ya da en azından emekli olana kadar bu şekilde devam edemeyeceğini düşünmeye başlıyor. Birer köle olduğunun farkına varıyor. Aslında gerçek de bundan pek farklı değil. Hepimiz sermaye sınıfının işçileriyiz. Çoğunlukla tüzel kişiliklerin çalışanlarıyız. Bu da aslında değişik bir konu. Nerede okuduğumu pek hatırlayamadım ama Peugeot markası üzerinden bunu anlatan bir yazı vardı. Hatta ben bunu Ford üzerinden anlatırsam belki daha anlaşılır olabilir. Bundan 100 yıl öncesine gitsek; kurulan şirketler ya da halihazırda kurulu bütün işletmeler hemen hemen bir aile işletmesi. Genellikle kendi aile işlerini yürüten insanların işi devralmasıyla, tüm aileyle birlikte ve tabi işin büyüklüğüne göre dışarıdan destek alınarak sağlanan iş gücüyle çalışan bir iş biçimi var. Bu derinliğe şu yüzden giriyorum; çoğunlukla kime hizmet ettiğini biliyorsun. Şirketin sahibi büyük ihtimalle hayatta ya da en kötüsü ikinci jenerasyondan biri işin başında. Tabi endüstriyel devrimle birlikte birçok dev şirketin doğuşundan bahsedebiliriz bu dönem için ama sonuç olarak bugüne göre daha basit ve göreceli olarak daha anlaşılır bir yapıda yürüyor işletmeler. Bundan 100 yıl önce kurulan Ford ile bugünkü Ford arasında dağlar kadar fark var örneğin. Bugün profesyoneller tarafından yönetiliyor bu tarz şirketler. Küçük aile işletmeleri hala devam etse de; büyük bir çoğunluğumuz artık bulunmayan birinin soyadının taşıyan şirketlerde bir tüzel kişilik haline dönüşmüş karmaşık yapıların içindeyiz. Burada iki büyük problem çıkıyor karşımıza; Birincisi kariyer yolculuğumuz, ikincisi organizasyon şeması. Bunların birer problem olduğunu şöyle de anlayabiliriz; bununla ilgili çalışmalar da vardı hatta fakat biraz üşengeçlikten şimdi bunun kaynaklarını bulamayabilirim, küçük aile işletmelerinde çalışanların, büyük bir organizasyon içinde olanlara göre daha mutlu olduğu söyleniyor. Büyük ihtimalle biraz önce bahsettiğimiz iki büyük problemden kaynaklanıyor bu da.

Ve çalışma hayatımızın bazı dönemlerinde, hatta bazen sürekli olarak; nasıl bu düzenin içinden kurtulabiliriz bunu sorgulamaya başlıyoruz. Yaptığımız işin anlamsızlığının büyüklüğü ya da bu farkındalığın sahibi olmak bu konuda büyük bir tehlike. İstifa etmek ya da iş bırakmak çoğunlukla intihar gibi görülebiliyor. Ciddi manada üstelik. İstifa sonrası da ölümden sonra hayat olduğuna inanmak gibi biraz. Neyse, bu derinliklere dalmadan önce; değişen şirket düzenlerinden biraz daha bahsetmek gerek. Bu geçtiğimiz yüzyıl boyunca, sermaye kendisi için çok önemli bir keşif yaptı. Onun çalışmasına gerek yok, yalnızca bu işi yapabilecek kalitede profesyonellere tüm sermayeyi teslim edip bir kenarda oturabileceklerini fark ettiler. Yönetim kurulu başkanları bugün bu sermayenin karşılığı genellikle. Tüm işi yönetecek yeterince kabiliyetli bir genel müdür bulmak yeterli üstelik. Sadece bir kişiye hesap sorup onun altında tüm organizasyonu bu kişiye yönettirmek sermaye sınıfının kendi açısından yaptığı en önemli keşif. Neden çalışmak zorunda kalsın ki hem değil mi? Ve bu noktada, biz devreye giriyoruz. Biz zaten dünden zamanımızı belirli bir saatlik ücret karşılığında satmaya hazır bekleyen bir kalabalığız. Bazen hatta belirsiz bir ücret karşılığı bile bunu yapabiliyoruz. Bazen ne iş olursa yaparım diyerek rekabete bile giriyoruz. Sermaye kendini bir özne halinden sıyırıp bir tüzel kişilik kazandığından beri, arkasındaki kişiyi unuttuğumuz bu isimlere ve logolara kendimizi kaptırmış durumdayız. Kendimizi bunlarla tanımlıyoruz. Yaptığımız işi bir kişilik haline dönüştürüyoruz.

Bu özellikle benim son 1 yıldır çok zorlandığım bir konu. Ne iş yapıyorsun sorusunun cevabını vermekte çok zorlanıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum demek insanı değersiz gösteren bir söz gibi geliyor. Neyin eksik olduğunu bilmediğimiz hayatlarımızın tutunduğu bir çapa gibi görüyoruz yaptığımız işleri. Ya da unvanlarımızı. Twitter biomuza konuşmacı, yazar, youtuber, x şirketinin yöneticisi ve sonuna da bir şirinlik olarak Ali’nin babası, Ayşe’nin annesi yazmaktan gurur duyuyoruz. Bu sıralama bile iş ve hayat döngülerimizin sağlıksızlığını gösteren bir durum. Ve bunun pek farkında değiliz. Hepimiz ciddi bir kariyer yarışı içindeyiz. Liseden ya da üniversiteden arkadaşlarımızla LinkedIn üzerinden pozisyon yarıştırıyoruz. Şirket içinde yıl sonu alınacak prim üzerinden çalışma arkadaşlarımızla bir rekabet içindeyiz. Çevremizle bindiğimiz araba kıyasıyla, aldığımız yeni ev karşılaştırmasıyla yine bir yarışın içindeyiz. Hep en doğru kararı biz veriyoruz. Krediler ucuzken aldığımız evle övünüyoruz. Eşimizin çok doğru bir kararla değiştirdiği yeni işinde ne kadar yüksek bir maaşla çalıştığından bahsediyoruz. Tam zamanında ve yerinde bir iş değişikliğiydi. Daha iyi bir semte taşınmamızın kaçırılmayacak bir fırsat olduğunu ve bunu nasıl yakaladığımızı anlatıyoruz gerinerek. Yeni aldığımız saati nasıl ucuzlukta denk getirdiğimizden bahsediyoruz. Telefonumuzu değiştirmek için iki üst modeli beklediğimizi ve bunun en doğru karar olduğunu söylüyoruz. Çocuğumuzun nasıl en iyi okulda ve bu okulun en iyi sınıfında, en iyi öğretmeninde olduğunu anlatıyoruz. Ev kredimize övgüler diziyoruz. Aracımızı eğer ikinci el aldıysak ne kadar uyguna düşürdüğümüzden bahsediyoruz. Sıfır aldıysak zaten koltuklarımız kabarıyor hatta sıra beklemediğimizden ya da büyük bir şans eseri tam istediğimiz özelliklerde bir aracın boşa çıkışını nasıl değerlendirdiğimizi anlatıyoruz övünerek. Marketten aldığımız bir kahve bardağına bile saatlerce övgüler dizebiliriz tabi yine alt metinde kendimize pay çıkartarak. Bu hastalıklı ve sağlıksız yarışın içinde hepimiz bir başkasıyla ciddi bir rekabetin içindeyiz. Bu biraz da bizim jenerasyonun yetiştirilme tarzıyla alakalı ve çok küçük bir yaştan itibaren böyle bir rekabet ortamına itildik de diyebiliriz. Fakat yine de suçu biraz kendimizde aramakta fayda var. Bu rekabetçi jenerasyonun yeni doğan çocukları çok daha farklı bir yaklaşımla bugünlerde büyümeye başladı. Hepsi vazgeçilmez ve çok özel olduklarını düşünüyorlar. Hepsi demesek bile büyük bir çoğunluğu böyle denilebilir. Yine de konuyu çok dağıtmadan, biz beyaz yakalıların çalışma hayatına odaklanalım daha çok.

Aslında bu yarışın içinden kendimizi sıyırıp başkalarının ne yaptığından çok kendimize odaklansak; ya da kendimizi bir hediye paketi gibi sunmak yerine daha odaklı bir şekilde geleceğimiz üzerine projeksiyonlar yapmaya çalışsak, problemlerimizin büyük bir kısmını çözmeye başlayabiliriz belki. Fakat bunun yerine; kariyer basamaklarının ışıltılı yolunda koşar adım ilerlemeyi tercih ediyoruz genelde ve büyük bir depresyonun içinde buluyoruz kendimizi. Pozisyon atladıkça, sınıfsal olarak da yükseldiğimiz gibi bir yanılgıya kapılıyoruz. Belki acı bir gerçek ama; yüksek ihtimalle hayata başladığımız sınıfta tamamlayacağız dünyadaki zamanımızı. Yalnızca böyle olmadığı düşünmek hatta böyle düşünmeye yönelik kendimizi telkin etmek bu gerçeği değiştirmek için yeterli değil. Zaten bu yarışın içinde olmak ve kariyer oyunlarında aynı açlık oyunlarındaki gibi bir rekabetin içinde olmak bunun en büyük göstergesi. Hiç bitmeyen bir yarışın içindeyiz. Bu da sınıfsal olarak bir değişiklik yaratamadığımızı gösteriyor işin aslına bakarsak. Kariyer oyunlarda ayrıca yine vahşi doğadaki gibi neredeyse her yol mübah. Hepimiz bazı ilkeleri savunuyor olabiliriz ama çıkarlar devreye girdiğinde işçi sınıfının büyük bir kısmı en önce ve yalnızca kendini düşünmek üzere hareket ediyor. Ayrıca böyle yapmak belki de hakkı da. Çünkü biliyor ki; eğer o öyle yapmasa, bir başkası kendi çıkarlarını gözetecek ve bir adım öne geçecek. Fakat hepimizin bunu gerçekleştirme şekli ilkelerine göre değişiklik gösterebiliyor. Kimi yalakalık üzerinden ilerliyor, kimi dürüstlüğüyle ön plana çıkmak istiyor, kimi ağzı laf yapabiliyor ve yaptığı işi satabilmek üzerine bir plan kuruyor, kimi sadece işin kendi adına konuşmasını bekliyor ve kendini parlatmıyor; hangi tarafta olunursa olunsun, herkesin kendini haklı gördüğü ve bir adım önündeki pozisyonu kapabilmek üzere içinde bulunduğu bir yarış hali bu. Ayrıca sadece beyaz yaka olarak da düşünmemek gerekli. Mavi yaka için de yine benzer şeyler geçerli.

Hepimiz işçi sınıfıyız ve Marx’ın dediği gibi; dünyanın bütün işçileri birleşin! Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şeyiniz yok sözünden çok daha çetrefilli bir oyun bu. Sermaye sınıfını zincirlerin anahtarlarını elinde bulunduranlar olarak değerlendirmek belki doğru, evet. Fakat zincirlerimizden başka kaybedeceğimiz birçok şeyimiz olduğunu düşünüyoruz. Çünkü sınıfsal durumumuzu ve sosyal statümüzü yaptığımız işin bir yansıması olarak değerlendiriyoruz. Kaybedecek çok şeyimiz var; bankaya ipotekli evimiz gibi mesela. Vekilliğini yaptığımız şirketin logosunun altında elde ettiğimiz yan haklar gibi mesela. Ya da bir yazlık sahibi olma isteğimiz gibi mesela. Hayali bir zincir yüzünden, elle tutulur, gözle görülür gerçekliklerimizden vazgeçmek istemiyoruz.

Atlas Silkindi kitabının yazarı Ayn Rand’ın bir sözü var: “Komünizm ile sosyalizm arasında, aynı nihai amaca ulaşma yolları dışında hiçbir fark yoktur: komünizm, insanları zorla, sosyalizm ise oylamayla köleleştirmeyi önerir. Bu sadece cinayet ve intihar arasındaki gibi bir farktır” diyor. Yine kitapta yarattığı hayali bir karakter olan John Galt var. Değişik bir dünya kurmanın peşinde. Şöyle düşünüyor: eğer gerçekten değer üreten ve bu sistemin esiri haline gelmiş, gerçekten yaratıcı insanlar kenara çekilse ve ben artık yokum dese, ortadan kaybolsa mesela ne olur? Çalışma hayatındaki bütün gerçekten iş yapan azınlığı alıyor ve onları başka bir dünyaya götürüyor. Herkesin kendi için çalıştığı, iş bilmeyen patronlarının ya da kısıtlayıcı hükümetlerinin boyunduruğu altından kurtarıp yalnızca yaratıcı bir şekilde kendileri için çalışabilecekleri bir dünya. Bir ütopya tabi bu. Geriye sadece konuşanlar kalıyor. Hiçbir şey yapmayıp sadece başkaları üzerinden sistemin açıklarından faydalanıp sömürü yapanlar bunlar. Böyle bir dünya nasıl olurdu dersiniz? Ya da gerçekten çalışan insanların gittiği yer ne olurdu? Bu soruların cevapları için kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Sanırım daha önce de bahsetmiştim bu kitaptan ilk bölümlerden birinde diye hatırlıyorum. Tabi ciddi bir kapitalist Ayn Rand ve bu düzlemde yazılmış bir kitap fakat içerdiği fikirleri öyle bir bakışta kenara atmak büyük bir hata olur. Ben kendi John Galt’ımı bulamadım ya da böyle birinin yol göstermesini bekleyemedim ve kendimce ulaştığım bazı çıkarımlar sonucunda iş hayatını terk ettim.

Ve bunu yapabilmek için; yine sistemin kendisinden faydalanmak gerekiyor. Oyunun kurallarını kendi lehinize çalıştırmanız gerekiyor maalesef. Bugün ortağı olduğum şirketlerin büyük bir çoğunluğunda 24 saat üretim devam ediyor ve ben konforlu bir alandan bu emekleri değersizleştirilen çalışanlar tarafından fonlanıyorum. Bu açıdan bakıldığında biraz hastalıklı bir durum bu. Bitcoin’i zaten tam olarak bu sebepten çok fazla önemsiyorum. Çoğu zaman fark etmediğimiz ya da pek fazla umursamadığımız tarihin en ciddi değer hırsızlığı dönemindeyiz. Ve bunun farkına varıldığında, insan bir an önce kendini dışarı atmak istiyor. Fakat dışarı neresi? Öyle bir yer yok ki. Dünyaya doğduğumuz sınıfı değiştirmenin neredeyse imkânsız olduğu bir düzende denklemin diğer tarafına geçmek hiç de kolay değil. John Galt diye biri yok. Vaat edilen bir ütopya yok. Yalnızca kendi çıkarlarımız var ve maalesef herkes bu evrimsel bencilliğin bir dışavurumu. Bir sahil kasabasına yerleşip hayatın tadını çıkarma hayallerimiz, ya da köye tersine göç yapıp kendi ürettiğimizle hayatta kalma isteklerimiz hep bu kaçış arzularımızın bir ürünü. Fakat kentten köye göç etmek bir çözüm mü? Ben pek öyle olduğunu sanmıyorum çünkü bu bir yenilginin kabulü anlamına gelebilir. Oyunun içinde oyuna karşı kalmak beyaz yakalının ulaşmak isteyeceği asli hedef olmalı. Ve sanırım bu 35. bölümle birlikte hemen her bölümde tam olarak aktarmaya çalıştığım kısım da bu aslında.

Ayrıca bütün bu sömürü problemlerimizin örgütlü bir şekilde çözülebileceğine olan inanç da gün geçtikçe daha da azalıyor. Bireysel ve bi’ başına olunduğunun farkında olanlar kendini kurtarabilmeye bir adım daha yakın bana kalırsa. İşçi örgütlenmeleri ve dernekler, sendikalar, meslek odaları… bugüne kadar gerçekten bir çözüm olarak herhangi bir şey üretemediler. Tek pozitif görünen yanları en azından böyle kurumlar var ve bir şekilde emniyet sibobu görevi görüyorlar otoriteye ve sermaye sınıfına karşı düşüncesi. Fakat gerçekte durum biraz daha farklı. Bunu sürekli daha kötüye doğru giden çalışma şartlarına ve ücret adaletsizliklerine bakarak görebiliriz. Yalnızca hiçbir zaman işlevini yapamayacak bir imdat valfi gibi sendikalar. Orada olduğunu biliyoruz ve tehlike anında camı kıracağından eminiz.

Aslında işin özü, neredeyse hepimiz sermaye sınıfının köleleriyiz. Dünyanın bütün işçiler birleşti ve kendine zincirlerinin anahtarlarını teslim edeceği yeni bir patron seçti, en önemli hakları olan oylarını kullanarak. Sermaye ve tüzel kişilikler; eskinin ailelerinin ve küçük işletmelerin yerini daha efektif bir şekilde aldı. Bu yeni organizasyon şemasının altında eskiye göre daha verimli bir şekilde çalışabiliyoruz. Üstelik bunun için kendiliğinden doğan bir isteğe de sahibiz. Güç ve kariyer arzularımız elde etmek istediğimiz maddi duran varlıkların kapısını açan bir anahtar. Ve beyaz yaka da olsa mavi yaka da olsa; belki mavilerin bu konuda bambaşka sorunları da var -ki başka bir bölümde bunun detaylarına da girebiliriz. Ama varlık ve yükümlülükler arasındaki farkı pek algılayamamaktan kaynaklanıyor bütün problem. Sanki bunun eğitimi özellikle verilmiyor gibi. Ya da bilinçli bir şekilde yanlış motivasyonlar üstlenmemiz hedefleniyor. Kendi işini yapmak, yatırım yapmaya çalışmak veya bir girişimde bulunmak riskli davranışlar olarak gösteriliyor. Bunun yerine sabit gelirli ve maaşlı bir işte çalışmak, otoriteye karşı çok fazla ses çıkarmamak ve başını öne eğmek, çok fazla olaylara karışmamak ve kalabalıkları takip etmek güvenli yollar olarak önümüze konuluyor. Fakat bu yaklaşımın tam tersi olarak; güvenli tarafta kalmak daha büyük bir risk içeriyor. Güvenli tarafta kalarak hem duygusal olarak hem maddi olarak neredeyse hiçbir sonuca varılamıyor. Önceden belirlenmiş kuralları takip etmek ve ayırt edici bir özelliği hayata geçirmeden, standardı uygulamak ancak acınası bir hayat tecrübesi yaşamanın yolu. Ve tam aksine, risk alıyor gibi görünen yoldan ilerlemek; ve bütün boş zamanını hatta tüm odak noktasını genel kalabalığın riskli gördüğü alanlarda kendini geliştirmek için kullananlar; genellikle başarıya ulaşan kişiler oluyor. Hatta Earl Nightingale’in bu konuda bir konuşması var mutlaka bakmanızı öneririm. Açıklamalar kısmına bir linkini de bırakım.

Güvenli tarafta kalmanın aslında yarattığı sıradan ve genellikle ortalama bir hayatın dışında, beyaz yakalının bir diğer problemi maaş bağımlılığı. Büyük bir çoğunluk 2 ay maaş alamasa bankalar tarafından aranmaya başlanacak bir döngünün içinde. Kredi balonlarıyla şişen borç döngüsünün içinde tamamen maaşa bağımlı bir şekilde yaşıyor. Gelir ve gider dengesinden tamamen kopmuş bir borç dağını yönetmeye çalışıyor. Bazı durumlarda sadece daha rahata ermek için kısa vadeli kredilerini yapılandırıp daha uzun vadeli borçlara bile çevirebiliyor; sadece aylık ödeme miktarlarında biraz daha nefes alabilmek için. Tabi bir de enflasyon ortamında bu eski borçların affı üzerine bir şeyler söylemiştik daha önce. Enflasyon için; geleceğin tekrardan yapılandırılarak zincire vurulmasıyla geçmiş borçların affı şeklinde bir kavram genişletmesi yapabiliriz tam bu noktaya gelmişken. Aynı şeyi biz kredi kartı ve bireysel kredilerde kendi kendimize de uyguluyoruz. Kendi yarattığımız hayat enflasyonu içinde geçmişi af kapsamına sokacak yeni borçların altına girebiliyoruz. Bu baştan kaybedilecek bir oyuna oturmak gibi. Ve içinden çıkılamayacak bir döngü. Bugünlerde kredi kartı limitlerinin ve ek hesap bakiyelerinin bankalar tarafından sürekli olarak yükseltildiği bir borç girdabı içine çekilmeye başlandık, enflasyon etkisiyle. En sıradan çalışanın kredi kartı limiti artık neredeyse 20 bin liralara çıkmış durumda. Hesap durumlarınız biraz düzgünse ve bankaya biraz güven verebiliyorsanız bu rakam siz hiç farkında bile olmadan 50 bin üzerine kadar çıkabiliyor. Bundan 4-5 yıl önce küçük ölçekli bir işletmenin kredi kartı limiti, bugün ortalama bir çalışanın limiti haline gelmiş durumda. Bu çok önemli bir şeyi tetikliyor. Taksitli alışveriş üzerinden yaratılan borç sarmalı. Bankalar bugünlerde sınırlı bir limitle kredi verirken; ya da daha doğrusu bir yatırım yapabilmek için kredi kullanmak istediğinizde ciddi bir sınırla karşılaşırken; bireysel harcamalarda gelirlerin çok üstünde bir oranda kredi muslukları tamamen açık durumda. Tüketime yönelik bir motivasyon yaratmak buradaki amaç. Tabi özellikle bizim gibi bir ülkenin içinde bulunduğu ortada olan durum karşısında, belki de en son istenilecek şey; ekonominin tamamen durması. Bunu engellemenin yolu da çok basit, ihtiyaç harcamaları için kredilerin açık tutulup, yatırıma yönelik harcamaların kısıtlanması. Yani ekonomik sistem, size yatırım yapma imkânı sunmak yerine; çarkların dönmesini sağlayacak borçlanmanın, kredi kullanımının önünü açıyor. Bugün bankaya gitmeye bile gerek kalmadan mobil bankacılık üzerinden hemen herkes maaşlarının 10 katına kadar ihtiyaç kredisini çok rahat bir şekilde kullanabilir. Tabi bankayla sıkıntılarınız yoksa. Maaşlarının 2 katına yakın bir oranda eksi hesap başvuruları hemen onaylanabilir. Fakat bir ev almak istediğinizde, ya da bir yatırım yapmak istediğinizde, banka size bu daha yüklü krediyi vermekte büyük bir zorluk çıkaracaktır.

İçinde bulunduğumuz oyun, işte bu. Ama yine de bu zorlu dönemler, belki gelişebilmek için en önemli fırsatlar. Kişisel bir örnek vermek gerekirse, aslında genellikle buradaki fikirleri ve düşünceleri çok fazla kişiselleştirmeden aktarmaya çalışıyorum ama bazen yeri geldiğinde bu tarz örnekler de vermek gerekiyor. Geçtiğimiz bölümde bu yıl tekrardan bütçe yapmaya başlayacağımızı söylemiştim. Yılbaşından sonra yıl içindeki önemli harcamaları ve diğer sabit giderlerimizi girdikten sonra eşimle bir bütçe yaptık. İlk yaptığımız bütçede aylık giderler 30 bin lira civarında çıktı. Halbuki hiç ciddi bir kredi ödememiz ya da büyük bir taksit borcumuz olmamasına rağmen bana göre bu inanılmaz yüksek bir rakam. Biraz düzenlemeyle ve daha dikkatli bir dağılımla ocak ayında gelirlerimizin %50’sini birikime yöneltmeyi başardık. Bunun her ay aynı şekilde bu oradan devam etmesi inanılmaz olur ve pek mümkün değil bu arada. Hedefimiz ortalama %30’a yakın bir birikim oluşturabilmek. Ayrıca enflasyonla şişen gelirlerin bu suni büyümesini kendi avantajımıza çevirmiş oluyoruz daha dikkatli bir harcamayla. Genellikle bu ek birikimlere pek ihtiyacımız olmadığını düşünüyorduk fakat bu avantajı kullanmanın akıllıca olduğunu düşünüyorum. Bir de çok önemli bir nokta var. Portföy yeterince büyüdüğünde böyle yapılan bu yeni eklemelerin hiçbir etkisinin hissedilmediği bir portföye sahip olunduğunda, bu insanda ters bir etki yaparak birikime devam etmenin gereksiz ve mantıksız olduğunu düşünmesine sebep olabiliyor. Çünkü etkisini göremiyorsunuz bile bu eklemelerin. Ve bu bir yanılgı.

Sanırım böyle durumlarda düşünülmesi gereken şey ya da motivasyonlar mesela çok güzel bir yaz tatili için bu birikimleri portföye ekliyorum, ya da ek bir acil durum fonu yaratmaya çalışıyorum gibi küçük ara hedefler koymak olabilir. Yoksa birikim yapmak konusunda da bütçe yapmak konusunda da motivasyonlarınızı kaybedebiliyorsunuz. Bütçe yapmak bir de size çok enteresan şeyleri gösteriyor. Aylık 500 lira hediye bütçesi yaptık. Bu yalnızca dışarıya yapılan ikramlar bu arada. Tabi yakın çevrenin özel günlerinde ya da bazı dönemlerde bu rakam değişiklik gösterebilir ama bir yere giderken alınan bir pasta ya da ne bilim küçük bir hediye falan düşünülünce aylık 500 liranın uygun bir rakam olması lazım gibi görünüyor. Eşim taksitli alışverişi biraz sevdiğinden ve henüz bu kredi kartı düzeninden onu pek çıkaramadığımdan bir baktık bizim zaten aylık 500 lira civarında taksitimiz var hediye olarak. Geçmişten gelen. Yani bundan sonra belki 3-4 ay hiçbir hediye almamamız gerek gibi görünüyor dışarıya. 500 liralık hediye bütçesini sanırım bu ay 2000-2500 lira civarında kapatacağız. Burada enteresan bir nokta daha var, bu harcama kaleminin büyük bir kısmını daha dikkatli gibi görünen benim yapmış olmam gibi bir gerçekle yüzleştik. Bunu fark etmek de enteresan oldu. Tabi enflasyon etkisiyle bu aylara dağıttığımız hediye bütçesini belki güncellememiz de gerekebilir. Fakat bu kişisel örneği şunun için veriyorum: bütçe yapmak sizin böyle garip durumları fark etmenizi sağlıyor. Ve buna bir çözüm bulmanın yollarını gösteriyor. Beyaz yakalı veya mavi yakalı olsun fark etmez, çalışanların büyük bir kısmı gelirlerinin nereye gittiğinden pek bir haberleri yok. Bir para girişi var, kira ödüyorsa bunun ne olduğundan emin, diğer sabit giderlerinden aşağı yukarı emin. Fakat geri kalan kısım tamamen bir muamma. Yine kişisel bir örnek vereyim, 4-5 ay sonra yapacağımız bir ufak tatil planını biz bugünden bütçe ayarlamasıyla düzenlemeye çalışıyoruz. Fakat büyük bir kısmımız bu tarz harcamalar için genellikle kolay yolu seçip günü geldiğinde düşünerek hemen hızlıca kredi kullanarak bu problemlerini çözüyor. Aynı devletlerin karşılaştığı her krizden para basarak çıkmaya çalışması gibi, biz de benzer bir şekilde borç alarak problemlerimizden uzaklaştığımızı düşünüyoruz. Ülkeleri ya da devletleri sağlam olmayan ekonomilerinden dolayı eleştiriyoruz fakat bizde de durum pek farklı değil detaylı baktığımızda. Zaten biz böyle olduğumuz için bizim seçtiğimiz kişiler de aynı bizim gibi. Yine konuyu dağıtmayalım ama tekrar.

Bir de düştüğümüz bir diğer yanılgı, marjinal fayda konusu var. Bileşik getiri ve bu konuyu birbirine çok karıştırıyoruz gibi görünüyor. Yaptığımız tüketimlerin bize bileşik bir katkısı olduğunu düşünüyoruz. Ben bu noktada biraz daha farklı bir bakış açısı sunmak istiyorum. Bir marjinal fayda grafiği düşünelim birlikte, 10 tane kitap okuduğunda ya da 10 tane kahve içtiğinde bunların katkı grafiğinin aynı düzlemde ilerlemesi beklenir. Fakat durum pek öyle değil. Sabah ikinci kahveden sonra içeceğimiz diğer kahvelerin marjinal faydası neredeyse yok denecek kadar az bir şekilde bir büyüme grafiği yaratır. Fakat 1 ayda okunacak 10 kitabın getireceği fayda; bu kahve örneğindeki grafiğin tam tersi şekilde yukarı bükülmüş bir parabolik eğri olarak yükselecektir. Yani kısaca şöyle diyebiliriz; tüketim ürünlerinin marjinal faydası sınırlı ve içe bükülmüş bir eğri olarak yükselirken; içsel bir değeri olan ve gerçekten katkı sunan şeyler, bileşik getiri yaratıyor. Ve biz bunun tersini düşünerek hareket ediyoruz. Alacağımız 12. ayakkabının bütün problemlerimizi çözeceğini düşünüyoruz. 11.si için de aynı şeyi düşünmüştük. Ama bu içsel değeri olmayan ya da sınırlı katkısı olan ürünlerin doğrusal bir büyüme katkısı sunduğu gibi bir yanılgımız var. Bu bütün davranışlarımızı ve kişisel finansal hareketlerimizi etkiliyor. 8 milyon lira sahibi olmakla 9 milyon sahibi olmak arasında marjinal fayda olarak çok büyük bir etki farkı yok. Fakat bu aradaki 1 milyonluk farkın ilk kez sahibi olmak, yani ilk kez 1 milyona ulaşmak, bu portföyün 8’den 9’a büyüme oranından çok daha büyük bir etkisi var örneğin. Bileşik getiri ve marjinal fayda arasında tüketimle ilgili ve ihtiyaçlar hiyerarşimizle bağlantılı çok önemli ince bir fark var.

Peki, çalışanların, özellikle beyaz yakalının içinde bulunduğu bu sarmalın çözümü ne?

Köye göç edip tamamen dışladığı bir dünya mı kurmalı kendine? Bir dönem bu tarz videolar çok fazla izliyordum YouTube’da. Çok da motive ediyor insanı. Ve gerçekten de bu bir yöntem, evet. Fakat bulunulan yerde kalıp sisteme rağmen, sisteme karşı bir savunma geliştirmek bence büyük bir çoğunluk için daha iyi olabilir. Bunun yolu da birikim yapabilmekten ve para için çalışmak yerine, parayı kendin için çalıştırmaktan geçiyor. Parasal sistemin tamamen dışına çıkıp yalnızca temel ihtiyaçlarını kendin üreterek sakin bir hayat yaşamak bir kaçış projesi olabilir. Keyifli de görünüyor. Fakat yerinde kalıp başarmak, risk alıyor gibi görünüp aslında en güvenli yolda gitmek bana daha garanti bir çözüm olarak görünüyor. Tam da bu yüzden Earl Nightingale’in o videosunu önerdim. Herkesin bir dinlemesinde fayda var.

Bu sarmaldan çıkış için hep bir kaçık hikayesi yazıyoruz kendimize. Bunlardan biri de yurt dışına gitmek. Bunu daha iyi anlayabiliyorum çünkü birçok farklı sebebi var yalnızca parayla ilgili değil burada durum. Tabi ki kasabaya da göç etmek hayatla ilgili bazı problemlere ve çalışma düzenine karşı bir tavır ama yurt dışı fikri daha başarılı bir çözümü görüp kendini bunun bir parçası haline getirmeye benziyor. Belki kimisi için bunun tam tersi de geçerli olabilir bu kişiden kişiye değişiklik gösterebilir tabi. Fakat ana fikir sisteme karşı, sisteme rağmen durabilmek sanırım.

Tabi bunu yaparken, kendini bir başarı hikayeleri pornosuna da kaptırmamak gerekiyor. Büyük bir kısmımız büyülü bir kariyer gelişimi ve genellikle içi oldukça boş başarı hikayelerine büyük bir yanılgı içinde bağlanabiliyoruz. En iyi yerlere gelebilmek için en iyi okullarda okumak gerekiyor. En iyi okullarda okuyabilmek için de en iyi hocalardan ders almak gerekiyor. En iyi hocalardan ders alabilmek için en iyi ailelerde yetişmek gerekiyor. En iyi aileler genellikle en varlıklı aileler oluyor. Yalnızca çok küçük bir azınlık tamamen tüm negatif şartlara karşı bir yerlere gelebilmiş durumda. Özellikle kariyer yolunda, aile ve çevresinin bu basamakları sizin adınıza size destek atarak, zıplayarak çıkmanızı sağlayacak bir kaldıraç sunması sizi en iyi noktalara çıkartabiliyor. Sonrasında dönüp bunun büyük bir başarı olduğunu anlatıyorlar. Nasıl zorluklar yaşadıklarından bahsediyorlar. Bu da bir başka porno sektörü. Çoğunlukla eğitimsiz bir ailede yetişen bir çocuk, yalnızca ortalama sayılabilecek bir üniversitede okuyabilir ve ortalama sayılabilecek bir kariyer sahibi olabilir. Ayrıca bu kariyer ve iş pozisyonu doğal bir başarı kriteri olarak da görülmemeli. Fakat biz kendimizi unvanlarla tanımladığımızdan dolayı bu yol bize hep daha ışıltılı ve güvenilir görünüyor. Yine Robert Frost’un o şiirine döndük gibi lafı evirip çevirip. Bir ormanda ikiye ayrıldı yol ve ben az gidilmiş olanı seçtim. Ve bütün farkı yaratan da, bu oldu işte.

Zaten çok iyi pozisyonlara ulaşabilmek için henüz o doğmadan dizayn edilen hayatlarını yaşayanlar bu başarı pornolarını siz de yapabilirsiniz, siz de buraya gelin, çıkın merdivenleri koşar adım diyerek büyük bir motivasyon dağıtıyormuşçasına zevkle anlatıyorlar. Beyaz yakalının çalışma hayatı bu sonsuza uzanan merdivenleri çıkmaya çalışmakla geçiyor. Aslında ilk bakışta bir merdiven gibi görünüyor gerçekten ve bir noktaya uzandığını, sonuna ulaştığımızda bize vaat edilen bütün o ışıltının ve tüm ihtiyaçlarımızın giderileceğini düşünüyoruz ama bu bir merdiven değil. Bir tahta bu. Tahterevalli tahtası.

Önceki Bölüm

Finansal Bağımsızlığın İlk Yılı

Sonraki Bölüm

2023: Hedefler

Latest from Blog

Uzun Vadeli Oyunlar

Bölümleri hazırlarken genellikle bir düşünce akışıyla ilerliyorum ve konunun nerede toplanacağını ya da nerede biteceğini başladığım

Birinci Kural: Para Kaybetme

Warren Buffett sürekli kullandığımız bir söz olarak bir keresinde şöyle demişti: “1. Kural: Para kaybetme. 2. Kural:

Öğrendiğim Birkaç Şey

Sahip olmak isteyeceğim neredeyse her şeye sahibim. Henüz elde edemedikleriminse yolumun üzerinde duran sadece birer checkpoint